Santa Justa: Kent manzarasına farklı bir bakış
Portolu mühendis Raoul Mesnier de Ponsard, Fransa’da aldığı makine mühendisliği eğitiminden gelen teknik bilgi ve estetik ilhamla, Lizbon için demirden bir başyapıt tasarladı: Elevador de Santa Justa (Santa Justa Asansörü). Bu fikir o günün insanlarını da en az bugünküler kadar heyecanlandırmış olacak ki 10 Temmuz 1902’de açılan asansörün önünde ilk günden uzun kuyruklar oluştu; yağmur ve fırtınaya rağmen üç binin üzerinde bilet satıldı.
Ayşenur Tanrıverdi / Portekiz (Lizbon)Çeşitli kaynaklarda Ponsard’ın Eiffel Kulesi’nin yaratıcısı Gustave Eiffel’in öğrencisi olduğu geçse de buna ilişkin bir resmi kanıt bulunmuyor. Yine de Eiffel ve Santa Justa gibi iki önemli yapı belli açılardan güzellikleri ve çirkinlikleriyle örtüşüyor. Uzaktan bakıldığında Santa Justa’nın tıpkı Eiffel gibi ayrıksı ve uyumsuz biçimi fark edilir. Bir anlamda, eski tarihlerden kalma kırılgan dokuyu zedeleyen sert bir ifadeye sahiptir. Eiffel’den ayrışan özelliği ise ziyaretçiler için muhteşem bir seyir konumu olmaktan öte, Lizbon’un tırmanması zahmetli yokuşlarına karşı bir çözüm sunmasıdır. Asansör, birbirinden dik bir yükseklikle ayrılan Baixa ve Largo do Carmo’yu (Carmo Meydanı) birbirine bağlar. Şehrin en eski bölgelerinden biri olan Baixa, nehir kenarına uzanan engebeli sokaklarında Lizbon’un denizcilik ve ticaret günlerine dair pek çok şey anlatan figüratif detaylar barındırır. Barok yapıların yanı sıra “Geç Barok, Neoklasik, Eklektik, Art Nouveau, Modernist” tasarım örnekleri ve ağırlıklı olarak Klasik mimari, bölgenin benzersiz biçimini meydana getirir. Baixa, Unesco Dünya Mirası Alanı’nda yer alan Pombalina Bölgesi’nin en iyi örneklerinden biridir.
Baixa, 1755’teki büyük depremin ardından tekdüzeliği ve standardizasyonu destekleyen Pombalina Planı ile yeniden yapılandırıldı. Depreme karşı gaiola pombalina (pombalina kafesi) olarak bilinen ahşap bir iç yapı tekniği geliştirildi. Lizbon’u ilk modern Batı kentine dönüştüren unsur işte bu aydınlanmacı düşünceyle desteklenen mühendislik başarısıydı. Tüm akılcı ve yenilikçi düzenine rağmen kültürel mirasa sahip çıkılarak binaların 16. yüzyıldan kalma tipik öğeleri korundu. Binalar şehrin canlılığıyla bağdaşan doğal bir bütünlük içinde yükseldiler. Santa Justa Asansörü, bütünlüğü katı bir estetikle sarsacaktı.
Endüstri çağının mimari örneklerinden Santa Justa Asansörü, dökme demirin gösterişli bir sanat formuna dönüşümünü temsil eder. Asansörün güneşte ışıldayan görkemli gri gövdesi geometrik işlemelerle bezelidir. Neogotik tarzda inşa edilen bu yapı, elektrikli motorla çalışmaya entegre olmadan önceki 1907 yılına kadar buharlı sistemle çalışıyordu. İçeri girer girmez kendimi H.G. Wells romanlarında geçen bir “Steampunk” zaman makinesinde hissetmemem için hiçbir neden kalmıyor! Türkçe’de “buhar çılgınlığı” olarak geçen neo-Viktoryan estetik harikası “Steampunk” mekanizmalar, geçmiş çağların teknolojisinden tüm karanlık görkemiyle sıyrılan bir hareket tasarımı sunuyor. Tekdüze dikey bir harekete hizmet eden demir kafesin zamanı yok sayan stili manzaraya farklı bir anlam katıyor. Yaklaşık 20 kişi kapasiteli asansör kabini, koyu cilalı ahşap döşemeleri, vitray aynalar ve pirinç tutamaklarıyla şık bir yolculuk vaat eder. Demirin soğuğunu taşıyan sert rüzgâr ahşap iç mekâna dolunca yumuşayıverir.
NEDEN MANZARAYA BAKMAK İSTERİZ?
Manzara seyretmek pek çok yönüyle bir sanat eserine bakarken hissettiklerimizle benzeşir. Şehir manzarası, doğa manzaralarından şüphesiz daha farklı bir anlam içeriyor. Ormanlar ve denizlerle uzayıp giden bir doğa manzarası, çoğu zaman diğer canlılardan akılla soyutlanmış varlığımızın önemsizliğiyle yüzleşmeyi kaçınılmaz kılar. Oysa insan eliyle kurulmuş binalar, anıtlar, yollar, parklar, meydanlar ve tüm o mekanik devinim içinde bütünleşen şehir manzaralarını kendimizi dahil hissettiğimiz bir tür gurur ve bağlılıkla seyrederiz. Santa Justa Asansörü’nün yedinci katından Baixa’nın yosunlu çatılarını aşarak Rossio Meydanı ve Carmo Manastırı’na dek açılan manzaraya bakıyorum. John’un annesi huysuzca mırıldanıyor, “Asansörün kimseyi bir yere götürdüğü yok aslında. İnsanları alıp yukarı çıkarıyor. Oradaki platformdan çevreye bakıyorlar, sonra aşağı iniyorlar. Bak John, bir film de aynı şeyi yapar. Seni alır çıkarır, sonra da aynı yere geri getirir. İnsanların sinemada ağlamalarının bir nedeni de bu.” (John Berger, Buluştuğumuz Yer Burası, Metis Yay.)
aysenurtanriverdi@gmail.com