Kazablanka’ya gece treni
Kazablanka 5.Mohammed Havalimanı’ndan kentin merkezindeki Casa Voyageurs istasyonuna tren yolculuğu yarım saat çeker.
Mahmut Şenol / Kanada (Edmonton)Trenler saatinde kalkar, tabelada ne yazıyorsa o saatte orada olur.
Bunu evvelden söylemişlerdi, Fas’ta trenler Avrupai’dir diye.
Fas’ın velev ki yüzü İspanya’ya, hatta Avrupa’ya dönük olsun, bu Kuzey Afrika ülkesinde Berberi asıllı halkının Arap kültürüyle yoğrulmuşluğu aklımızda kaldığından bir önyargı gibi farklı düşünmeden edemezdik.
Türkçemize Kazablanka diye geçen “Casa-Blanca” beyaz evler şehri olmalı; badanası tamam ama şehir beyazını yitirmiş.
Öyle ki imaj olarak hafızamızda yer eden meşhur Casablanca, adıyla müsemma olmayacak biçimde şimdiki şehir ününe yakışmaz görünüyordu. Ayaklarımızın arasından ağır ağır, hiç umursamadan dolaşan şiş karınlı lağım farelerine rast gelinen, onlardan kaçışan kedilerin vazifeyi ihmal ettiği sokaklarda dolaşması zor. Kazablanka’nın modern mahallelerine gidin, böyle değil diyorlar, lakin benimle bu geziye Belçika’dan bana katılan kızım Gülin Dressen’le bizim oralara gidesimiz yok; biz “down-town”ı, eski kasaba içini meraktayız. Gide gide bugün replikası kalmış olan ünlü Ricky’nin Barı’na adım atılsa da bir film müzesinden başka bir şey görülmüyor; “Play it again Sam” beyaz perdede kalmıştır. Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam” romanında bize tanıttığı çağımızın yeni kimliği “Sinemadan Çıkan Adam” gibi Sam’ı piyanosu başında seyretmesi kalıyor bize yadigâr!
BİRAZ PİŞMAN OLDUM
Kazablanka’nın iftiharı olan 1942 yapımı, tam da İkinci Dünya Savaşı’nın hır gürü içinde çekilmiş filmde Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman o zamandan beri herkesi bu beyaz evler şehrine çağırıyordu; hepsi nostalji. Gittik gördük, biraz pişman olduk. Ama umudu kesmemeliyiz, bunun trenle kuzeydeki ünlü kent Tanca’ya gidişi de var.
Biletimiz gece yolculuğuna alındı. Kazablanka’nın nesini seversiniz diye sorulursa, hani Türkçemizdeki deyiş gibi, “Tanca’ya dönüşünü” mü diyeceğiz; bakalım.
“Lizbon’a Gece Treni”nde Pascal Mercier’in roman kahramanına bir tren yolculuğu bileti keserken trenlerin insanlara sunduğu yeni hayatların ipuçlarının benzerini, biz de sanki Tanca’ya sürecek altı saatlik demiryolculuğunda buluruz diye umutluyum. Uzun tren yolculukları bir ülkenin, bir halkın minyatürüdür; orada herkesle olunur.
Bu “gece trenlerinin” romanları da say say bitmez: Bir de “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” romanı yazarı Eric Maria Remarque’nin o zalim savaş yıllarına dair bir başka eseri var; “Lizbon’da Bir Gece!” Yine tren yine yolculuklar...
Gerçi Kazablanka’yı terk ederken Attilâ İlhan’ın Sisler Bulvarı şiiri de aklımıza düşüyor: “Yenikapı’da bir tren vardı/Dokunasınız ağlayacaktım” diyor ya, “Bir gemi beni Afrika’ya götürecek/ ismini bilmiyorum, ne olacak/ Kazablanka’da bir gün kalacağım...”
BÖLL’ÜN ROMANINDAKİ GİBİ
Evet, Kazablanka’ya bir gün yeter; şimdi sıra Tanca’da.
Biz öyle böyle derken Tanca trenine adım attık. Düdük öttü, saatinde kıpırdadı vagonlar. Tren saatinde kalktı, tıpkı Heinrich Böll’ün “Trenin Tam Saatiydi” romanındaki gibi cepheye giden askerleri ölümlerine göndermekte hiç gecikmeyen trene benzetesim geldi. Savaş bizden uzak olsun diyoruz ama Efesli hemşehrimiz Heraklietos’un dediğince, “Savaş her şeyin babasıdır!”
Tren akşam saat 20:30’da kalkıyor, sabah 07:00’de Tanca’ya ulaşıyor; İstanbul Ankara arası kadar. Demiryolu hattı bakımlı ama ne de olsa tren bu, makas atlayacak, tıngır mıngır gidecek. Bir ara uyur uyanık camdan baktım, ileri gideceğimize geri geri gidiyorduk, bu uyuyan beynimin bir şakası mıydı, emin olamayınca sordum yanı başımda uyanık duran bir Faslıya; o da bilmiyor ama makinist ve makasçı bilir herhalde. Şimdi kim kalkıp gidecek lokomotife, sormaya.
Pulman vagondaki rahatın rehavetiyle gevşerken bir yandan tekerleklerin sesini dinleyerek Amerikan cazcısı John Coltrane’nin 1958 tarihli “Blue Train” parçasını, sonra 1952’den Jimmy Forrest’in “Night Train” melodisini, nihayet tren rayları sesini veren Dave Brubeck’in 1959’da albümlere girmiş “Take 5”ı hatırlanmaz mı!
Trenler Avrupai ama Faslı yolcular halen başka âlemde. Dezenfektan niyetine limon kolonyası doldurduğum küçük sprey şişemi çıkarıp ellerime yüzüme sürmeye göreyim, yan koltuktan bilmiş bir kadın, ortalığa alkol kokusu saçıyorum diye söylenmeye başlamaz mı; başlar. Zılgıtı yemeye az kalmıştı. Vagondaki Faslı yolcular cep telefonlarında kulaklık kullanma alışkanlığına uzaklar, Arapça şarkıları arada bir ilahiler, sonra kutsal okumalar izliyor.
MR. HAROLD’A SÖZÜM VAR
Gerçi bunun ilk işaretini Fas’a uçuş yaparken “Fas Kraliyet Havayolları” yolcuları arasında görmüştük; çoraplarını fora edip ayak parmaklarını ovalaya ovalaya kaşıyan, kir çıkaranlar mı dersiniz, iyisi mi demeyiniz!
Tren saatinde Tanca’ya vardı, garın kapısından deniz de görünüyor; Cebelitarık Boğazı’nın denizi. Karşı kıyı İspanya; İngilizlerin Gibraltar kıyısı da orada.
Hemen bir kartpostal aldım, gardaki postaneye koştum, Edmonton’daki komşum Mr. Harold’a sözüm vardı Kazablanka’dan kart gönderecektim.
Kazablanka’yı gözüm tutmamıştı, Tanca’ya ilk görüşte hayran kalınca kartpostalı pullayıverdim Kanada’ya doğru....
senolasenola@gmail.com