Bir yabancının gündüz düşleri
Gün benimdi. Önümde sere serpe uzanıyordu. Canım ne isterse yapıyordum. Yürüyeceksem yürüyor, sağa dönüp hayal kuruyor sola dönüp endişeleniyordum. Bütün bilinmezlikleriyle üstüme yağmaya hazır bir şehir. Akşamüstü Santos-o-Velho’daki dar yokuş sokağın bitimindeki bakkalın önünde toplanıp bira içen adamların sesleri cam bilyeler gibi yuvarlanıyor yukarıdan aşağı. Hep bir kavga çıktı zannediyorum ama ne zaman balkona çıkıp baksam birbirlerini güldürürken buluyordum onları.
Ayşenur Tanrıverdi / Portekiz (Lizbon)Pervasız bir doğallık ve gürültüyle gündelik sohbetlerini ediyorlar. Her zaman bir coşku, neye olduğu anlaşılmayan bir sevinç ve öfke karışımı. Küçük pencerelerden beyaz saçlı teyzelerin minik kafaları görülüyor. Sokağı izliyorlar, gelip geçeni. Hiçbir şeyden şikâyetçi değiller. Asırlık bir yaşamı arkalarında bırakmış olmanın rehavetiyle artık sadece pencere genişliğinde bir manzara onlara yetiyor. Bazısı çarşaflarını asıyor, mis gibi esiyor balkona. Benimkiler bu kadar güzel kokmuyor. Belki de çamaşır yıkamakla ilgili önemli bir şeyi gözden kaçırıyorumdur. Pek çok şey böyle zaten; pek çok şeyi bilmiyorum. Nasıl “Merhaba” denir örneğin, sokakta rastladığın birine? Ben hep çok heyecanlanırım, yolda birini görsem, elim ayağıma dolaşır. “Nasılsınız?” derim ama sorduğum soruyu unuturum. Bazen çok konuşurum bazen de suskunluğuma sinir olurum. Bir ortayı tutturamam yani.
Burada herkes ayaküstü sohbet ediyor. Santos kaldırımları birbiriyle ulu orta laflayan insanlarla dolu. Sanki beş dakikalık bir karşılaşma içinde tüm yaşamöykülerini anlatıyor gibiler. Yoksa her gün gördüğün birine anlatacak bu kadar fazla şeyin ne olabilir ki diye düşünürüm. Ama gerçekten de her gün yeni bir şey oluyor. Dünya savaştan savaşa savruluyor. Herkes bir tarafı savunuyor ve meydanda savunmasız çocuklar ölüyor. Savaşlar ne kadar iflah olmaz yaratıklar olduğumuzun, yani insan ırkı olarak bizim büyük sefaletimizin altını çiziyor.
Evrenin en zekileri olmadığımız açık. Renginden, inandığı tanrılardan veya bir avuç toprak yüzünden insanlara ölümün reva görüldüğü utanç verici hikâyelerle dolu bir tarihe sahip insanlık olarak her gün birbirimizin yüzüne hiçbir şey yokmuş gibi bakabiliyoruz.
‘GÜVENLİ LİMAN’
“Lizbon görülesi bir yer, turistik bir dekor olarak ilgisini çekmiyordu. Lizbon, onun kendi hayatından çıkıp sığındığı bir yerdi” diye geçiyor Lizbon’a Gece Treni romanında. İnsan hayatı boyunca güvende ve mutlu hissedebileceği bir sığınak arar ama kendi hayatımızdan çıkabilmek mümkün mü emin değilim. Dünyanın en kuytu köşeleri bile artık peşinde olduğumuz güven duygusundan çok uzak. 9 Nisan Parkı’nda Cais do Sodre’deki limanı seyreden bir bankta oturuyorum. Şehrin bazı parkları sosyalleşmek ve tanıdıklarla karşılaşmak için iyidir. Liman manzarasına açılan bu küçük park ise yalnız kalmaya daha elverişli... Lizbon isminin kökeninin, Latince “Olisippo” kelimesinden türeyen, Fenike dilinde “güvenli liman” ya da “büyüleyici sığınak” anlamındaki “Alis-Ubbo” terimine dayandığı biliniyor. Bir başka efsaneye göre ise Lizbon, Atlantik Okyanusu ile Tagus Nehri’nin birleştiği bölgede yaşayan yılan gövdeli güzel Ophiussa’un görür görmez âşık olduğu Ulysses’in şehri olarak anılır. Ulysses’in peşinden tepeden nehre doğru koşan Ophiussa, yılan gövdesiyle ardında yedi tepenin sokaklarını iz bırakmıştır. Belki de bir yabancının aradığı şey güvende hissetmekten ziyade kendini ait hissedebileceği bir hikâyedir.
Pek çok insan daha iyi yaşam koşullarına sahip olmak hayaliyle Avrupa ve Amerika kıtalarına göçerken aslında medeniyet denen şeyin dini efsanelere işlenmiş bir vahşet nakışından ibaret olduğunu yakın dönemde bir kez daha görmek, küçük bahçelerde bireysel olarak kuracağımız “iyi bir yaşamın” hiçbir şeye yetmeyeceği gerçeğiyle bizi baş başa bırakır.
Uzak ülkelerde hissettiğimiz kültürel yabancılık artık devede kulak kalıyor. Çünkü her birimiz insanlık durumuna dair bir yabancılık hissediyoruz.
aysenurtanriverdi@gmail.com