Bir İtalyan’ın düşlerinde Lizbon - Ayşenur Tanrıverdi

Lizbon’da geçen “Requiem” romanını yazmadan önce Tabucchi ölen babasıyla ilgili bir rüya görür ve rüyasında Portekizce konuşmaktadır. Rüyadan sonra artık romanı İtalyanca yazamayacağının ve tek yönlü bir yolculuğa çıktığının farkındadır.

Ayşenur Tanrıverdi

“Ben kendi müziğimi yapmayı yeğledim, yeri daha çok katedraller olan bir orgla değil, insanın cebinde taşıyabileceği bir armonikayla ya da sokağa taşınabilecek bir laternayla. Sokaktan yükselen, hiçbir mesaj taşımayan ve bizim gibi kaybolup giden seslerle mutluyum.”

Antonio Tabucchi’nin “Requiem” romanı işte bu pasajla açılıyor. Ana karakter Azeitão’dan yola çıkıp Tejo Rıhtımı’na indikten sonra soluğu Café Brasileira’da alır. O sırada ben Tabucchi’nin satırlarını okurken Café Brasileira’da “abatanado” içiyorum ve içeriden, Lizbon’un tam kalbinden çıkmış bir hikâyeye nasıl da ihtiyaç duyduğumu anlıyorum. Tabucchi, Fernando Pessoa’nın heteronimlerinden biri olan Álvaro de Campos’un felsefi şiiri “Tabacaria”yı bir seyahat dönüşü keşfetti, kendi ifadesiyle Portekiz diline bir hastalık gibi yakalandı ve o andan itibaren Portekiz’e kulak kesildi. Yazdıkları kendi deneyiminin ötesine ulaştı çünkü hep başkalarıyla ilgileniyordu: Portekizlilerin ikilemleri, üzüntüleri ve sevinçleri. “Edebiyat yapmak sadece bir verici anten olmak değil, aynı zamanda bir alıcı anten olmak anlamına da geliyor. Başkalarının hikâyelerini dinlemekten gerçekten hoşlanıyorum” demişti.

Tabucchi, faşist Salazar diktatörlüğünde Avrupa’nın geri kalanından soyutlanan Portekiz’i çok iyi anlamıştı, geçmişinde sömürgecilik günahını taşıyan bu yaşlı ülkenin mütevazı halkında kıvılcımlanan değişim ateşini yakından ve doğal bir şekilde gözlemledi. Bu kıvılcımlar en güçlü şekilde sürrealist sanatçılardan sıçrıyordu. Portekiz sürrealizminin kurucularından Alexandre O’Neill ve Mário Cesariny gibi sanatçılarla o kadar çok vakit geçirdi ki artık çağdaş sanatın alaycı, hafif, nüktedan, eleştirel dilini “evlat edindiğim” dediği Portekizcede kendi edebiyatına uygulayabiliyordu. 

‘REQUIEM, BİR HALÜSİNASYON’

Tabucchi, Lizbon’un zengin görsel dünyasını arka plana alarak yaşayan ve ölü karakterlerin aynı düzlemde tartışabilecekleri karşılaşmalar sağlıyor. Şehir, onun kaleminde metafizik boyuta ulaşarak katmanlara ayrılıyor. Tabucchi’nin Portekizce yazdığı tek roman “Requiem” buna muhteşem bir örnek.

Lizbon’da geçen “Requiem” romanını yazmadan önce Tabucchi ölen babasıyla ilgili bir rüya görür ve rüyasında Portekizce konuşmaktadır. Rüyadan sonra artık romanı İtalyanca yazamayacağının ve tek yönlü bir yolculuğa çıktığının farkındadır. “Bana bu öykünün neden Portekizce yazıldığı sorulsaydı böylesine bir öykünün yalnızca Portekizce yazılabileceği karşılığını verirdim, hepsi o kadar” diye basitçe açıklayacaktı. “Pereira Diyor ki” ve “Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü” adlı romanlarında da Portekiz’in kavurucu ışığında çıktığımız düşsel yolculuklar hem sistem eleştirisi hem de içimizdeki çoklu benlik sorgulamalarıyla dolu eğlenceli sahnelerle donatılmıştır.

Lizbon’da yaşayan insanların ölülerle karşılaşmasını John Berger de denemişti. Lizbon o kadar eski bir şehirdi ki burada her şey kaynaşıyordu; yaşamlar zarif bir döngüsellik içinde sayısız kere tekrar ediyor, şeyler birbiri içinde eriyordu. Tabucchi belki de bu yüzden “Requiem” romanının alt başlığını “Bir Halüsinasyon” olarak belirleyecekti. Santos yokuşlarından canhıraş tırmanan karakterler kendini gerçekle düşün bir olmuş yoğun sis bulutu içinde bulacaktı. José Saramago gezginlerin Lizbon’u görme imtihanını şöyle tarif etti: “Seyyah Lizbon turunu tamamlamak üzeredir. Çok şey görmüştür ama neredeyse hiçbir şey görmemiştir. İyi görmek istemiştir, belki de kötü görmüştür: Bu her yolculuğun daimi riskidir.” Lizbon’u görmeye kalkışabilirsiniz elbette ama o gerçekten de görülebilir mi?