Akdeniz’de Gotik bir peri masalı: Rodos - Egehan Volkan Öztürk

Rodos, coğrafi konumu gereği tarihte birçok uygarlığın gözbebeği olmuş. İlk olarak kentin Osmanlı’dan kalma kendine özgü minareleri bizleri selamlıyor.

Egehan Volkan Öztürk

Marmaris’ten kalkan bir tekneyle Akdeniz’in camgöbeği sularında ilerlerken yaklaşık 40 dakikalık bir yolculuktan sonra “On İki Ada”ların en büyüğü Rodos’un eski limanına usulca yanaşıyoruz. Rodos, coğrafi konumu gereği tarihte birçok uygarlığın gözbebeği olmuş. İlk olarak kentin Osmanlı’dan kalma kendine özgü minareleri bizleri selamlıyor.

Limandan çıktığımızda eski kent merkezinin dört yanını çevreleyen, Rodos Şövalyelerinin inşa ettiği surları takip ederek tarihi bir kapıdan kente giriyoruz. Kapıdan geçerken kendinizi ortaçağdan kalma bir gezgin gibi hissetmeniz oldukça olası. Ancak ne yazık ki kent merkezi, aslında İstanbul’dan da aşina olduğumuz üzere eski işlevinden hayli uzakta. Daha çok turistik dükkânların, kilise, cami, lokanta ve barların sıralandığı dar ve dolambaçlı sokaklarda ilerlerken yine de Gotik mimarinin ve taş işçiliğinin nadide örneklerine hayran olmamak elde değil. Burası, Akdeniz’in doğusunda bir Kuzey Avrupa kenti hissiyatı veriyor. 

Büyülü Rodos sokaklarını adımlarken “Büyük Üstat”ın sarayına varıyoruz. Adadaki tarihi yapıtların çoğunu barındıran bu saray, yüzyıllarca Rodos Şövalyeleri tarafından yönetim binası olarak kullanılmış. Osmanlı, Kanuni Sultan Süleyman döneminde adayı şövalyelerden aldıktan sonra da sarayın işlevini korumuş. Valizimizi eski kent merkezindeki, öncesinde bir aile evi olarak kullanılan bir pansiyona attıktan sonra karnımızın zil çaldığını fark edip yemek telaşına düşüyoruz.

SICAK KARŞILAMA

Pansiyonerimiz Yorgo Bey’in tavsiyesi üzerine eski kent merkezinin yukarısında kalan, daha çok adalıların ikamet ettiği yeni kent merkezinde bir tavernaya gidiyoruz. E malumunuz ada diyince de akla deniz mahsulleri geliyor. Biz de uzo eşliğinde taze ahtapotu midemize indiriveriyoruz. Mönüden gözlemlediğimiz kadarıyla, ada mutfağında kuzu eti ve şarap da bayağı önemli bir yer tutuyor.

Yeni kent merkezi, Türkiye’nin herhangi bir yazlık beldesinden farklı değil; binalar, sokaklar, yüzler hayli tanıdık. Adalılar da gayet sıcakkanlı yaklaşıyor bizlere.

‘ADE, CİAO!’

Ada merkezinde plajlar mevcut. Eski şehirden kuzeybatı yönünde ilerlediğinizde lüks otellerin bulunduğu bölgede denize girebilirsiniz. Bu bölge, adanın İtalyan hâkimiyetinde bulunduğu dönemden kalma mimari yapıtlarla bizleri karşılıyor. Rodos ağzında da bu dönemden kalma sözcükler hâlâ yer ediniyor. Size “Hoşça kal!” demek isteyen bir Rodosludan “Ade, ciao!” sözlerini işitebilirsiniz. 

Şehir merkezindeki deniz de gayet temiz fakat adanın başka yerlerinde, daha bakir koylarında denize girmek isterseniz güneye doğru inmeniz gerekecek. Biz, adanın ikinci büyük kenti olan Lindos’a giderken yol üzerinde kalan ufak tatil beldesi Faliraki’yi tercih ettik. Buranın biraz daha ilerisindeyse denize çıplak girebileceğiniz, nüdist Mandomata Plajı bulunuyor. Burası, adayı ziyaret eden eşcinsellerin de uğrak noktası.

Ancak Faliraki’deki fiyatların ada merkezinden biraz daha “tuzlu” olduğu hatırlatılmalı. Zaten Rodos, genel olarak Yunanistan anakarasından daha pahalı. Bunda Avrupalı turistlerin ve nakliye masraflarının payı oldukça büyük. Kumar turizmi ise adanın önemli gelir kaynaklarından biri.

Ne yazık ki yavaş yavaş ortaçağ masallarından fırlamış gibi duran Rodos’a elveda deme zamanımız geldi. Eşyalarımızı topladıktan sonra adadan ayrılmak üzere limana doğru yürürken bu büyülü Akdeniz kentinin havasını şimdilik son kez soluyor, yollarını son kez arşınlıyoruz. Bizi “On İki Ada”ların bir başka incisi olan İstanköy’e götürecek gemimiz kalkmaya hazır. Üç saat sürecek yolculukta Akdeniz’den Ege’nin serin sularına yöneleceğiz. O da başka bir yazımızın konusu olsun artık.