Yaşamın sanatsal izdüşümü
Gündelik yaşam, sanatsal bir bakışla aydınlandığında izleyiciye çok farklı bakış açıları sunabilir. Leylâ Gediz’in sanatında bu bakışın çarpıcılığını çok sade araçlarla hissederiz. Nesneler onun bakışı altında bazen ileriye doğru bir yol gösterici bazen de anılara dair bir iz sürücü olarak ışıldar. Kompozisyonlar düzenin eleştirisi olarak belli belirsiz bir dağınıklıkta sergilenir ve kendimizi, içtenlikle sahteyi ayırt edebileceğimiz tanıdık sahnelerin içinde buluruz. Bu, güven hissini çağrıştırması kadar tetikleyicidir de... Sunduğu sınırsız olanakların yanı sıra zaman zaman insanın çaresiz hissetmesine neden olan teknolojik dönüşüm çağında bir sanatçı olarak var olmanın hissi ve bu yolculuğa dair merak ettiğim bazı detaylar üzerine Leylâ Gediz ile gerçekleştirdiğimiz sohbetten okuyan herkesin en az benim kadar keyif alacağına inanıyorum!
Ayşenur Tanrıverdi/Konuk Yazar* 21. yüzyıl teknoloji çağında bir sanatçı olarak var olmanın hissini nasıl tanımlarsınız? İç dünyanızla dışarıdaki ‘gerçek’ yaşam arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
Bir cümle ile tanımlayamam. Dışarıdaki yaşamın daha gerçek olduğu varsayımı tartışılabilir.
Teknoloji çağı deyince aklıma hemen AI ve bu alandaki inanılmaz gelişmeler geliyor… Adım adım takip etmiyorum ama eşim meraklı ve evde daima bahsi geçiyor. Bunun öncesinde (şimdiden eskimiş olabilir mi?) NFT’ler etrafında örülen yeni dil vardı. Bir ara “minting” kelimesi her yerde gözüme ilişiyordu. Yine bu hafta Lizbon’da açılan bir grup sergisinde VR gözlüğünü takarak nefis bir “öteki” mekân kurgusu deneyimledim: Bir kanyonda tek başımaydım ve etrafım egzotik bitkilerle çevriliydi. Uzakta bir köprü vardı; belki tehlike vardı ama bulunduğum yer güvenliydi. Gözlüğü çıkarınca, tanımadığım insanlarla eşzamanlı sergi geziyordum.
Elbette biz de herkes gibi elektrikli arabaya geçmeyi arzuluyor, bunun için doğru zaman ve koşulları kovalıyoruz. Cep telefonum hızla eskiyor ve oğlum kendisine bilgisayar almamız için her gün bana yalvarıyor. Takip ettiğim sanatçıların pek çoğu, yeni medyaların görme, dokunma, hissetme gibi temel duyularımız üzerindeki belirleyici rollerini konu edinen resimler, filmler, yerleştirmeler yapar oldular. Elbette ben de dijital dünyanın karşı konulmaz kuşatması altındayım. Benim de ekran karşısında geçirdiğim saatler, yeşile veya maviye bakarak geçirdiğim saatlerden fazla.
Özellikle eskizlerimi bilgisayarda çalıştığım için, ara sıra aldığım ekran görüntüleri bile resimlerime temel oluşturabiliyor. Aslında oldukça basit teknolojilerle çalışıyorum: Bir dizüstü bilgisayarım var ve Photoshop kullanıyorum. Bundan sonrası analog: Boya, boya ve bir kat daha boya. Kompozisyonlarım çoğunlukla sadedir ama bazen üst üste veya iç içe geçen farklı katmanlar, çok-parçalı, karmaşık kolajlar resmetmek daha uygun geliyor, yani ne çıkacağını ruh halim belirliyor. Başlıca gayem kendi gözlemlerimi, öz deneyimlerimi paylaşıma açmak. Bunu sağlamak için “dışarıdaki yaşam” dediğiniz ortak havuzdan faydalanıyorum: Herkese tanıdık gelecek bir dil kullanıyorum ve herkesin çevresinde yer alan nesnelerden yola çıkıyorum. Resimlerin nihai anlamı muğlak ve yoruma açık kalabilir, önemli olan merak uyandırmaları. Merak, iletişimin ilk adımı sonuçta.
* Bir konuşmanızda “Serpilen” adlı serginizdeki eserlerin üretim sürecinde sanatın bile ne kadar gerekli olduğunu sorguladığınızı belirtiyorsunuz. Bu sorgulama sizi bir yere çıkarıyor mu?
Hatırlamıyorum, kim bilir hangi nedenle söylemiştim bunu. Serpilen’in üzerinden dolu dolu 5 yıl geçti! Kaldı ki, sanatın gerekliliği her allahın günü sorguladığım bir şey. Hayatta neden emin olabiliriz ki? Her tür sorgulama sanatın yararınadır. Sonuçta bir sergi oluşturacak kadar iş çıkarmışsam, geçici bir süre için de olsa, beni tatmin eden bazı cevaplara ulaşmışım demektir. Serpilen’i hazırlarken aynı anda oğlumuzu büyütüyordum (Serpilen adı bundan ileri gelir). Yenidoğan bebeğin gelişimi ile bir resim sergisinin bütünüyle ortaya çıkma sürecini birlikte düşünmek ve aralarında paralellik kurmaya kalkmak komik aslında. Şimdi bakınca oldukça naif ve hatta romantik geliyor bana. Yenidoğan bir bebeğin el ve ayakları karşısında sanatın lafı mı olur? Böyle anlarda her şey yapay, her şey gereksiz gelir insana. Ben de bu olağanüstü gerçeklik karşısında işi alabildiğine hafif, samimi ve sevimli kılmak için, pek çok parçadan oluşan ve küçük boyutlu resimler yaptım bu dönemde. Resimlerin arasına elle tutulur, gerçek nesneler yerleştirdim. Gün sonunda sergi bir çocuk odasını andırıyordu. Bir öğretmenim, resme nereden başladığımızın hiçbir öneminin olmadığını söylemişti. Serpilen, pek çok yeni önerme içeren, haliyle merak uyandıran, gezmesi keyifli, güzel bir sergiydi bence!
* Hegel bundan iki yüz yıl önce sanatın artık “geçmişin” bir konusu olduğunu söylediğinde her şeyin bilgiye indirgenmesiyle, sanattan haz duymaya muktedir duyularımızın yetersiz kalacağını öne sürüyordu. Artık sanattan zevk almak için fazla mı entelektüeliz? Bu konuya nasıl bakıyorsunuz?
Hegel geçmişte kalmış olmasın? Sanat açısından karamsar sayılabilecek bu görüşe katıldığımı söyleyemem. Çağımızın duyularımızı yıprattığı veya zorladığı mutlak, ama sanat ve sanatçı, ne yapar eder insana dokunmanın yolunu bulur. Batılı manada sanatın ne denli ilgi topladığını görmek için, büyük şehirlerdeki galeri, müze ve benzeri sergi kurum ve oluşumlarının hangi oranda gezildiğine bakmak kâfi. Fiziksel önermelere duyulan ihtiyaç bugün her zamankinden fazla! Sanattan zevk alamayan kim? Benim bildiğim, tanıdığım hiç kimse bu tanıma uymuyor. Ayrıca soruda bilgiyi hor gören bir taraf var: “Her şeyin bilgiye indirgenmesiyle, …” Bu varsayıma yapısal olarak karşıyım. Bilgiden benim anladığım, verinin (data) işlenmiş, özümsenmiş halidir ve bu bakımdan sanat da pekâlâ bir bilgidir. Sanattan zevk almak için fazla entellektüel olup olmadığımız sorusu bana mantıklı gelmiyor.
‘EŞYAYA KIYASLA KIRILGANIZ’
* ‘Nesnelerin acımasızlığına’ dair görüşünüzü merak ediyorum. Nesnenin acımasız kayıtsızlığı sizi nasıl etkiliyor?
Evet, nesnelerin acımasızlığı durdukları yerden bizim halimize kıs kıs gülüyor olmalarından kaynaklanıyor. Bir keresinde İzmir’de bir konuşmaya davet edilmiştim ve orada takıntım olan (İETT / halk otobüsü fark etmez) şehir otobüslerden bahsettim. İnsanlar göçer gider ve şehir otobüsleri rotalarında ileri geri yol almaya devam ederler. Bir yıldız daha kaymış vız gelir otobüslere. Nedense buna kafayı takmıştım. Ama tabii daha sıradan şekilde açıklayacak olursak, yaşarken biriktirdiğimiz ve bizden sonraki nesillere kalan eşyayı aklımdan geçiriyorum. Elbette olaya bu kadar dramatik değil de mevcut eşyanın el değiştirmesi şeklinde olumlu da bakabiliriz. Ama ben eşyanın görmüş geçirmişliğini, bu dokuz canlılığını kıskanıyor olsam gerek. Eşyaya kıyasla biz çok kırılganız. Acımasızlıktan kastım bu. Yoksa eşyanın Chucky gibi kötü niyetli olduğunu söylemiyorum. Eşyanın bir ruhu olduğuna (animizm) köküne kadar inansam da şeytan hikayeleri bana göre değil. Birçok resmime figürlük eden nesnelerin bir dili olduğuna inanmasam onları neden resmedeyim? Tüm çocuklar oyuncaklarının bir ruhu olduğuna inanır, ama büyüdüklerinde bu inançtan vazgeçerler. Ben vazgeçmeyenlerdenim. Sanatımın bir gücü varsa, o gücün animizm temelli olduğuna eminim.
* Resme dair ekonomik yaklaşımınız daha çok kullandığınız renk paleti ve materyalle mi ilgili yoksa anlatım yolunu olabildiğince kısa ve öz tutmakla mı?
Soruyu anlıyorum, ama kabul etmek lazım ki her iki seçenek de aynı kapıya çıkıyor. Resimden bahsettiğimizde, renk paleti ve materyal zaten anlatım yolu demektir, ya da en azından anlatının belirgin öğelerinden bazılarıdır. Bunların sesini kıstığımda, anlatının diğer öğeleri ön plana çıkıyor şüphesiz. Nedir bunlar? Figürde natüralizm; yani nesneleri göze göründükleri gibi değil oldukları gibi betimleme. Sade, illüstratif bir aktarım daima tercihimdir, çünkü resmetmek için seçtiğim nesneler hali hazırda merak uyandıracak, zihni kurcalayıp kuşatacak türden olur genellikle. Hele de birden fazla ve görece ilgisiz nesne aynı kurguda yan yana gelmişse, bu polifonik duruma bir de fantastik çizgiler, renkler ve daha başka resimsel tasavvurlar, süslemeler vb. gibi katmanın âlemi yoktur bana göre. Resimlerimi, fotoğraflara dayandırdığım halde, fotorealist de değilim. Delice fotoğrafa sadık kalmak, fotoğraf izlenimi yaratmak gibi bir derdim yok. Ama grafik olmak isterim. Bu da ekonomik olmayı gerektiriyor.
KEDİ METAFORU...
* 18 Mayıs - 17 Haziran tarihlerinde Londra’da açılışı olan son serginiz “Missing Cat” bana doğrudan İstanbul’u anımsattı. Bu sergide İstanbul ve Lizbon sokaklarıyla ilgili bir bağlantı kurdunuz mu?
Missing Cat’deki kayıp kedi hikâyesini elbette İstanbul kedileriyle ilişkilendirdim, ama bunu şunun için yaptım: Kedilerden bahsetmek için değil. Kedi bir metafor burada. Ortadan kaybolan kedilere atıfta bulunurken aslında sürüden kopup kaçan ve İstanbul’u o veya bu sebeple terk eden kişilerden söz ediyorum. Faklı coğrafyalara yayılan Türkler, artık Türkiye’den çok Türk diasporasına aittirler. Benim de son beş yılda gerçekleştirdiğim çalışmaların tümünün temelinde diyasporik varoluşun izlerini sürebilir, artı ve eksileriyle bu yeni kimliği tarttığımı ve içine yerleşmeye çalıştığımı gözlemleyebilirsiniz.