Ülker Banguoğlu Bilgin’den ‘Emine: Bir Göç Hikâyesi’
Ülker Banguoğlu Bilgin’in yeni romanı Emine’de (Remzi Kitabevi), savaşların sebep olduğu ayrılıkların, acıların, kapanmayan yaraların, dinmeyen özlemlerin hikâyesini okuyacaksınız. Tüm bu dramatik olayların ortasında kalan insanların şaşkınlığını, çaresizliğini, bedbinliğini ve her şeye karşın dayanma gücünü bir kez daha hatırlayıp onların sık sık yaptığı gibi “Bütün bunlar ne içindi?” diye soracaksınız. Ülker Banguoğlu ile yeni romanı Emine’yi konuştuk.
Nezahat Arslan‘GERÇEĞE OLABİLDİĞİNCE YAKIN OLMAYA ÇALIŞTIM’
- Yapıtlarınızda yaşanmış olayları, tanık olduğunuz ya da bizzat yaşadığınız olayları kurguluyorsunuz? Gerçekle olan mesafenizi nasıl ayarlıyorsunuz, çemberimdeki kişiler bu yazdıklarımdan rahatsız olurlar diye düşünüyor musunuz?
Burada sanırım ilk iki romanımdan da bahsetmem gerekecek. Birinci romanım İki Devir İki Kadın annem ve anneannem üzerinden ailemin geçmişini anlamaya ve anlatmaya çalıştığım bir biyografik roman. Dolayısıyla karakterleri çok iyi tanıyorum- bazılarını anlatılanlardan, birçoğunu da bizzat yaşamımın içinde oldukları için, yakından.
Bu kitapta anlattıklarımın çok azını bizzat yaşadım, bazılarına tanık oldum, bir kısmını aile içinde anlatılanlardan öğrendim. Çok çok küçük bir bölümüne de hayal gücümü kattım. Gerçeğe olabildiğince yakın olmaya çalıştım.
Zaman zaman “Şimdi hayatta olmayan bu kişiler bunları okusa ne düşünürdü?” diye kaygılandığım oldu. Ama sonuçta ailemin kişilerini dürüst bir biçimde anlatarak onları yaşatmaya devam ettiğimi düşünerek rahatladım.
Feride ve Kızları ilk kurmaca denemem, yani gerçek kişilere ve olaylara hiç dayanmıyor. Oradaki kurgu ve karakterler ilk başta sadece belli bir aile yapısı ve onun içindeki kişiler olarak şekillenmişti zihnimde.
Ancak gerek olaylar gerek karakterler yazma süreci boyunca şekillendi. Bazen kendi başlarını alıp gidiyorlardı! Sanki kontrolümün dışında kendi hayatları vardı.
Bu kitapta da bazı karakterlerde tanıdığım kişilerden esintiler olabilir ama hiçbir karakter hayatımdaki bir karakterle birebir aynı değildir.
Emine: Bir Göç Hikâyesi ise bu açıdan iki kitabın da özelliklerini taşıyor. Orada hikâyeleştirdiğim karakter ve olayların bazıları gerçek kişilerden ve yaşanmışlıklardan esinlenilerek ortaya çıktı. Ancak bunların hiçbirine tanık olmadım ayrıca kitaptaki hiçbir karakter için “Bu, benim tanıdığım şu şu insandır” diyemem.
Bu romanda gerçeğe yakın olmak çok önemliydi çünkü tarihi hata yapmaktan çok çekiniyordum. Bu nedenle çok fazla araştırma yaptım ve anlattıklarımı daha çok o araştırmalara dayandırdım. Zaten bu roman İki Devir İki Kadın’da olduğu gibi biyografik bir amaç taşımadığı için karakterlerin rahatsız edecekleri kimse olabileceğini düşünmüyorum.
‘GÖÇ TEMASI BENİ ÇOK DÜŞÜNDÜREN BİR KONU’
- Günümüzde de göçle birlikte insanlar ve ülkeler büyük yaralar alıyor. Burada nasıl bir tavır almalıyız?
Göç teması beni eskiden beri çok düşündüren bir konu. İlgimi çeken daha çok kendimden bir ya da iki kuşak öncekilerin yaşamış oldukları göçler çünkü bunlar bizim aile büyüklerimiz.
Babamın ailesi Balkan harbi sırasında Makedonya’dan göç etmiş. Annemin babası ve amcaları Kırım’dan Rodos’a gönderilmiş. Kayınvalidemin ailesinden birçok kişi de Rodos’tan Türkiye’ye gelmek zorunda kalmış. Yani hepsi bu acıları yaşamış.
Beni en çok düşündüren bu göçlere sebep olan etkenler. Tabii bunların en başında savaş geliyor ama onun yanı sıra kitapta da anlatmaya çalıştığım düşmanlıklar, yanlış bilgiler, önyargılar yüzyıllardır devam ediyor.
Bunlar nesiller öncesine dayanıyor, bir kuşaktan diğerine aktarılıyor ve burada en büyük rolü devletler oynuyor olsa da maalesef halklar da etkileniyor.
Daha önce yaşanmış olanlar, alınmış yaralar kin ve intikam duygularını tetikliyor ve özel hayatlara, aşklara, evliliklere kadar uzanıyor. Bunun nasıl aşılabileceğini ise inanın bilmiyorum.
‘KADINLARIMIZ EZİLİYOR!’
- İki Devir İki Kadın, Feride ve Kızları ve yeni romanınız Emine’de, kadın karakterler fedakâr, aynı zamanda eğitimli, belli bir duruşu olan kadınlar.
Ama hepsi bundan ibaret değil. Aslında elit olsun olmasın özellikle ülkemizde ve çevremizde kadınların halen değişik şekillerde ezildiğini düşünüyorum.
Kırsal bölgelerde bu “ezilme” şiddete ve cinayetlere kadar uzanabiliyor. Ancak büyük şehirlerde yaşayan eğitimli kadınların bazılarına da oldukça yüksek olduğunu düşündüğüm oranda “psikolojik şiddet” uygulanıyor.
Toplumun içine işlemiş olan gelenekler, yazılı olmayan kurallar, normlar kolay kolay yok edilemiyor ve için için uygulanmaya devam ediyor. Tüm kadınları bunları aşmış, kendini bulmuş, saydırmış, dik durabilen bireyler olarak görmek istiyorum. Tabii bunun gerçekleşmesi için erkeklerin de buna inanıp onların yanında yer alması gerekiyor.
- Kadın karakterleriniz erkek karakterlerden güçlüler diğer kitaplarınızda da böyle… Tercih mi ediyorsunuz yoksa sizden bağımsız mı gelişiyorlar.
Evet, ilk iki romanım için böyle bir eleştiri almıştım. Elbette bunu düşünerek, planlayarak yapmadım. Ama yine ben hiç farkında olmadan Emine’de Ali Rıza gibi, Hasan gibi, hatta Yorgo gibi muhteşem erkekler ortaya çıktı. Kadınların bazıları da o kadar iyi ve güçlü değil. Hiçbirini bilinçli yapmıyorum.
AİLE BOYU EDEBİYAT VE DİL!
- Babanız Tahsin Banguoğlu ile edebiyat ve dil üzerine sohbetleriniz oluyor muydu?
Babam Türk dili profesörü annem de Türk edebiyatı hocası oldukları için evimizde sık sık bu türden sohbetler olurdu. Rahmetli babam daha çok dil konularıyla ilgili sohbetler yapar, küçük hikâyeler, fıkralar anlatırdı. Türkçenin barındırdığı bazı şivelerin taklidini yapardı.
Zihni hep bunlarla dolu olduğu için akşam yemek sofrasında bazı kelimeler hakkında sorular sorar, onları tam anlayıp anlamadığımızı ve ne şekilde kullandığımızı öğrenmeye çalışırdı. Genç kuşakların kullandığı sözcükleri sorar, bazılarını beğenip benimserdi.
Türk dilinin uğradığı “aşırı tasfiyecilik”ten rahatsız olur, bazı yeni kelimelerin gramer kurallarına uymayan bir biçimde, yanlış türetildiğini anlatırdı. Bir de yabancı hayranlığı dolayısıyla dilimizin uğradığı yozlaşmaya çok üzülürdü.
Babamın 1930-32 yıllarında Ankara’da Gazi Terbiye Enstitüsü’nde ders verirken oda arkadaşının Ahmet Hamdi Tanpınar olması, gençliğinde Memduh Şevket Esendal’la yakın dost olması, annemin 1938’in yaz aylarında Almanca öğrenmek üzere Berlin’e gönderildiği dört kişilik grupta Cahit Külebi’yle yakından tanışmış olması da soframızda çokça edebi sohbete yol açardı.
İlerleyen yıllarda babamın en yakın dostu (birbirlerine Tahsincan ve Kutsican diye hitap ederlerdi) hepimizin çok sevdiği Ahmet Kutsi Tecer’in sık sık eşiyle birlikte evimizde yemek yemesi, Behçet Kemal Çağlar’ın gene bizim evde akşam yemeklerinde o heyecanlı tarzıyla şiirler okuyup hepimizi coşturması şu anda geriye baktığımda çok büyük ve değerli.