Uçurumun yazarı: Leonid Andreyev! Sabri Gürses’in yazısı

Leonid Andreyev (9 Ağustos 1871-12 Eylül 1919) tam da Tolstoy’un ele aldığı dekadans sanat döneminde ortaya çıkan ve yaratıcılığını onun bütün çelişkili özellikleriyle besleyen bir edebiyatçıdır. Aynı dönemin sanatçısı -ve yakın arkadaşı- olan Gorki’nin tersine, sanatı bireysel kurtuluş arayışlarının ve çıkmazların damgasını taşır. Bu farklı yol, her iki sanatçıyı da tanımış olan Tolstoy’un eleştirdiği dekadans yoludur. Andreyev’de hayatın karanlığı anlatılırken insanın aydınlık yanının ortaya çıkarıldığı, övüldüğü ya da hayal edildiği çok berrak bir şekilde görülmez. Bu durumu en iyi şekilde görenlerden biri Sofya Tolstoya olmuştur.

Sabri Gürses / Cumhuriyet Kitap Eki

Resim: İlya Repin

DÖNEMİN EDEBİYATINA MUSALLAT DEKADANS, ÇÖKÜŞ, YOZLAŞMA HİSLER!

Tolstoy sadece edebi yaratıcılığıyla değil, derin sezgisiyle de çağının yönelimlerini başarıyla sezmiş gibidir. Böyle bir yargı onun yaşadığı dönemin birçok sanatçısı için söylenebilir kuşkusuz, hatta bazılarının yaratıcılığının, örneğin Dostoyevski’nin daha derin bir sezgiyle yüklü olduğu söylenebilir.

Ama Tolstoy ayrıca bunu sanatsal edebiyat dışında, incelemeleriyle de ortaya koymak istemiş ve hatta romanlarını yazarkenki yoğun çabasını bu incelemeler için göstermiştir. Sanat Nedir? adlı 1890’lı yıllarda üzerinde çalıştığı inceleme de bunlardan biridir.

Sanatın insan hayatındaki yerini ele alan bu incelemede, Tolstoy yaşadığı dönemin edebiyatına ve düşüncesine musallat olan dekadans, çöküş, yozlaşma hislerinin de bir değerlendirmesini yapar ve bu ortamda şekillenen beğenilerin, zevklerin, yaratıcılıkların bu hislerden ortaya çıkardığı sanatı eleştirir.

Bu hislerle yaratılan, anlaşılması güç ve zengin kesimlere has bireysel kaygıları ele alan resim, heykel, müzik ve edebiyatın çok zor koşullarda yürütülen insan hayatına katkısını sorgular.

Bu sorgulaması derin bir sezginin ürünüdür, çünkü ilk dünya savaşına giden, toplumlardaki gelir uçurumlarının arttığı, sefahat eden kesimlerle ağır çalışan kesimler arasındaki eşitsizliğin zorbalıkla sürdürüldüğü bu yıllarda, sanatın da insanların hayatın olduğu gibi sürdürülmesi ya da değiştirilmesi için yönlendirilmesinde önemli bir rolü vardır.

ANDREYEV, YARATICILIĞINI DEKADANS DÖNEMİN ÇELİŞKİLERİYLE BESLEDİ!

Leonid Andreyev (9 Ağustos 1871-12 Eylül 1919) tam da Tolstoy’un ele aldığı bu dekadans sanat döneminde ortaya çıkan ve yaratıcılığını onun bütün çelişkili özellikleriyle besleyen bir edebiyatçıdır. Aynı dönemin sanatçısı -ve yakın arkadaşı- olan Gorki’nin tersine, sanatı bireysel kurtuluş arayışlarının ve çıkmazların damgasını taşır.

Gorki’yle ilk çıkış yıllarında arkadaşlık kurmuş, bu arkadaşlıkları Gorki’nin İtalya günlerinden hayatının sonuna dek sürmüş olsa ve erken ölümü Gorki’yi çok üzmüş olsa da, Andreyev sanatta onunkinden farklı bir yoldan gitmiştir. Bu farklı yol, her iki sanatçıyı da tanımış olan Tolstoy’un eleştirdiği dekadans yoludur.

Sofya Tolstoya (solda) / Leonid Andreyev (sağda - Fotoğraf: Maxim Petrovich Dimitriev

ANDREYEV’İN YAZARLIĞINDAKİ BÜYÜK KIRILMA: SOFYA TOLSTOYA’NIN ELEŞTİRİSİ!

Andreyev’de hayatın karanlığı anlatılırken insanın aydınlık yanının ortaya çıkarıldığı, övüldüğü ya da hayal edildiği çok berrak bir şekilde görülmez. Bu durumu en iyi şekilde görenlerden biri Sofya Tolstoya olmuştur. Andreyev’in yazarlık hayatının en büyük skandallarından biri, Sofya Tolstoya’nın yazarın Uçurum adlı öyküsünü eleştirmesiyle birlikte yaşanır. Öyküde ormanda gezinmeye çıkan bir delikanlıyla kıza birkaç kişinin saldırması, delikanlıyı bayıltıp kıza tecavüz etmeleri anlatılmaktadır.

SOFYA TOLSTOYA: ‘ANDREY BEYLERİN ESERLERİ OKUNMAMALI, ALINMAMALI, ÖVÜLMEMELİDİR. BÜTÜN RUS TOPLUMU HOŞNUTSUZLUKLA AYAKLANMALIDIR!

1903 yılında öyküyü okuyan Tolstoya bir dergiye şu eleştiriyi yazar:

“Andreyev beylerin eserleri okunmamalı, satın alınmamalı, övülmemelidir, bütün Rus toplumunun Rusya’da ucuz dergi ve onlardan beslenen benzer yayınlarla binlerce kopya dağıtılan bu pisliğe karşı hoşnutsuzlukla ayaklanması gerekir.

Maksim Gorki, yani halktan gelen bu yetenekli ve şüphesiz akıllı yazar, eserlerinde belli bir çevrenin hayatını tasvir ederken kullandığı o sahnelerde sinizme ve çıplaklığa fazlasıyla yer veriyorsa, bu öykülerde her zaman içten bir keder olduğunu, düşmüş insanların yoksulluğunun, cahilliğinin ve sarhoşluğunun getirdiği bütün o kötülük ve ızdıraplar için üzüntü duyulduğunu hissedersiniz.

M. Gorki’nin eserlerinde her zaman belli bir kişide ya da dokunaklı bir anda ferahlarsınız, o anlarda düşmüş kişiler için üzülen yazarın neyin iyi neyin kötü olduğunu ve iyi olanı sevdiğini kesin olarak hissedersiniz.

Andreyev’in hikayelerindeyse onun rezil insani hayatın bayağı olaylarından haz aldığını, bunları sevdiğini, ve ahlaken gelişmemiş … okurlara ve gençliğe, hayatta iyiyi kötüden ayırt etmeyi başaramayan ve boş boş çok sevilen o manasız sözü, ‘Eh işte, hayat böyle’ sözünü tekrarlayan gençliğe bu rezillik sevgisini bulaştırdığını hissederiz.

Ama okurlar neden bakışlarını hayatın tam da bu yönüne çevrilmek zorunda olsun? Yetenekli sanatçının önünde çok büyük bir ufuk vardır.

Benim gözlerimin önünde yaratılmış olan Savaş ve Barış’ı hatırlatmama gerek yok; orada yazar Napoleon’un, bir ağacın dibinde ölen Platon Karatayev’in köpeğinin, knyaz Andrey’in yolundaki meşenin, Fransız subayın ruhuna vakıf olur ve herkesi kendisinin sevdiği şeyleri sevmeye zorlar…

Çağdaş edebiyatın Andreyev gibi zavallı yeni yazarları, ilgilerini sadece insani düşüşün çamurlu noktasına yöneltiyor ve gelişmemiş, yarı entelektüel okuru da insani düşüşün kokuşmuş cesedine bakıp onu incelemeye ve doğanın güzelliğiyle, sanatın yüceliğiyle, insan ruhunun yüce eğilimleriyle, dinsel ve ahlaki mücadelesi ve iyiliğin yüce idealleriyle birlikte Tanrının bütün o engin, muhteşem dünyasına gözlerini kapatmaya çağırıyor. Dostoyevski’deki gibi insanların düşüşlerine, zayıflıklarına, talihsizliklerine bile gözlerini kapatıyorlar.

Ama bunları tasvir ederken gerçek bir sanatçı insanlığı pisliğe ve günaha anlayış göstermeye çağırmamalı, onlarla mücadele etmeye ve yükseğe konmuş iyilik, doğruluk idealine ve insanların zayıflıklarını ve günahlarını, kötülüğü yenmek üzere aydınlatmaya çağırmalı.

Bütün dünyaya bu çağrıyı gür sesle, coşkuyla bağırmak ve bay Andreyev gibilerin kanatlarını, ruhsal ışığı, güzelliği, iyiliği anlamak için yükseklere uçmak üzere verilmiş olan kanatlarını kırdığı o talihsizleri kendine getirmek isterdim.”

ANDREYEV, KARANLIK VE KÖTÜ OLANI, DÜŞMÜŞ OLANI ANLATMAYI YEĞLER!

Tolstoya’nın bu eleştiriyi Tolstoy’la tartışmadan yazdığını düşünmek güçtür, zaten burada dile getirilen temel ilke Tolstoy’un Sanat Nedir?’de dile getirdiği ilkeyle örtüşür: İnsan’daki iyiyi ve insan için iyiyi anlatmak. Ama Andreyev böyle bir sanatçı değildir, dekadan gelenekten gelenlerin çoğu gibi o da karanlık ve kötü olanı, düşmüş olanı anlatmayı yeğler.

Tolstoya’nın büyük tartışmalara yol açan ve edebiyat dünyasını ikiye bölen bu çıkışı, Andreyev’in sanatında köklü bir değişikliğe yol açmasa da çağın kırılım noktasını gösterir. Fakat Tolstoy çiftinin dönemiyle, Savaş ve Barış’ın yazıldığı dönemle 19. yüzyıl sonu arasında derin uçurumlar vardır.

Tolstoy Sivastopol Savaşı’nı yaşamış ve sonra Rusya’nın bölgedeki hakimiyet mücadelesine tanık olmuştu; Anna Karenina döneminde Rusya’nın çevreye yaydığı militarizmi eleştirmeye başlamış ve ardından gelen süreçte resmi dinin ve toprak mülkiyetinin eleştirisine yönelmişti. Ülkedeki siyasi muhalefetin resmi yollardan çıkış bulamaması, monarşiye karşı terörizmi ortaya çıkarmıştı.

Genel olarak Avrupa uygarlığının ve siyasetinin krizde olduğu, Dostoyevski’nin Ecinniler’inin her yere yayıldığı, Yeraltı İnsanı’nın bilimle inanç arasındaki bağı koparmaya çalıştığı bu dönemde gençlik arasında dekadan sanatın ilgi görmesi şaşırtıcı değildir.

Soldan üst sıra: Stepan Skitalets-Fyodor Chaliapin-Evgeny Chirikov.

Soldan alt sıra: Maxim Gorki-Leonid Andreyev-Ivan Bunin-Nikolai Teleshov

GORKI, DEKADAN SANATTAN ÇIKIŞ YOLUNU HALKIN HAYATINDA, ANDREYEV İSE DİN VE SAVAŞ TEMALARINDA BULUR!

Tolstaya’nın dediği gibi farklı bir yoldan giden Gorki bu sanattan çıkış yolunu halkın hayatında, bir tür gerçekçilikte bulur; Andreyev din ve savaş temalarında arar bu çıkışı. Gençliklerinde intihar eden bu iki yazarın intihardan etkilenişi de farklıdır, Andreyev ölümü saplantı haline getirir. Andreyev’in edebiyatının 20. yüzyıl başında, Rusya’nın bunalımlı yıllarında yoğun ilgi görmesi bu bunalımın kişiselle sınırlı kalmadığını gösterir.

‘KIZIL KAHKAHA’, ‘YAHUDA İSKARİOT’, ‘ELAZAR’

Rus-Japon Savaşı’ndan esinlenen 1904 tarihli Kızıl Kahkaha bir ruhsal çöküş hikayesidir. Burada da kahraman savaş denen resmi cinayetin ve ölümün ağırlığı altında ezilir. Andreyev’i Poe’ya benzetmeleri genellikle onun Kızıl Ölümün Maskesi eseriyle olan isim benzerliğinden yola çıkar; Andreyev’de karabasan ve gerilim havası Poe’daki kadar sistemli değildir, ortamdan ve karakterlerden, konudan çok duygusal izlenimlere dayanır.

Andreyev’in bu dönemde İsa Mesih’i ve çevresindekileri, İncil hikayelerini konu alan, Keriyotlu Yahuda ve Elazar gibi eserleri, din tarihinden alınma karakterlerin ve konuların çağdaş edebiyata taşınmasının ilk örneklerindendir. Bunlarda karakterler günümüze yanıt verecek şekilde canlanır; bu gelenek daha sonra Bulgakov’da devam eder.

 ‘YEDİ ASILMIŞLARIN HİKÂYESİ’

Ama Andreyev’i üne ya da hak ettiği şöhrete kavuşturan eser, dilimize de 1972’de, idam cezasına yönelik bir eleştiri olarak, Güneş Bozkaya tarafından çevrilen Yedi Asılmışların Hikâyesi’dir. 1905 Devrimi’nden sonra gelen meşruti yönetim hızla ortadan kalkmıştı ve çar yeniden mutlak hakimiyet kurmuştu. Buna duruma siyasi tepkisini göstermek isteyenler eskisi gibi sürgün ya da hapisle cezalandırılmıyor, idam ediliyordu.

Bu roman bu şekilde gerçekleştirilen idamlara yönelik bir tepkiydi, gerçek idamlardan esin alıyordu ve Tolstoy’a ithaf edilmişti. Tolstoy da dönemin birçok aydını gibi idamlara kesin olarak karşı çıkanlar arasındaydı. Bu eser gerçek kişilerin psikolojilerini ayrıntılı olarak ele alması, ölüm cezasının -suç işlemiş ya da işlememiş- insan üzerinde nasıl bir etki bıraktığını canlandırmaya çalışması açısından bir araştırma niteliği de taşır.

Fakat Andreyev’in edebiyatı çıkışsızdır. Bir devrimcinin iç muhasebelerini anlatan Saşka Jegulyov (1911), Birinci Dünya Savaşı’nı yaşayan bir insanın günlüğü olan Savaş Boyunduruğu (1916) edebiyatına yeni bir şey getirmez. Başarılı yazarlık kariyeri ruhsal buhranlarıyla sık sık kesintiye uğrar.

1914’te New York Times’la bir görüşmesinde, “Almanya’yı yenmek şart. Bu sadece Rusya gibi büyük, bütün olanakları ileride olan bir Slav devleti için değil, Avrupa devletleri için de ölüm kalım meselesidir. (...) Almanya’nın yıkılması Avrupa gericiliğinin yıkılmasına ve yeni bir dizi Avrupa devriminin patlak vermesine yol açacak” dese de, savaşın sonucu olan Bolşevik devrimi sırasında ne Kızıllarla ne Beyazlarla da uzlaşamaz.

‘ŞEYTANIN GÜNLÜĞÜ’

1919’da yayınladığı Şeytanın Günlüğü temelsiz bir hiciv olarak kalır: Milyarder kılığına giren Şeytanın Roma’da çağdaş insan-şeytanlar tarafından kandırılması, o dönemde neyin alegorisi olabilir?

Aynı yıl yayınladığı S.O.S. adlı broşürde Bolşevik darbesini Rus halkının başına gelen büyük bir felaket diye ilan edip her kesimi buna karşı örgütlenip ordu kurmaya, mücadele etmeye çağırmıştır. Aniden o yıl ölmeseydi bir erken Soljenitsin vakası daha yaşanacaktı muhtemelen.

Sovyetlerde, önce halkçı bir edebiyatçı olarak göstermeye çalıştılar onu, sonra tuhaf, uçlarda bir yazar olarak. Ama edebiyatının temel sorununu Sofya Tolstoya yakalamıştı.