Türk resim tarihine bir saygı duruşu!

Ali Salih Paşa’nın yeğeni, Nazmi Ziya’nın, İbrahim Çallı’nın yakın dostu, mütareke İstanbul’unun karmaşasında İngiliz kumandan Jackson’la günlerini tuvalin başında geçirmiş, imparatorluğun son günlerinde Paris’te Georgette’in atölyesinde resmi, ışığı ve renkleri yeniden öğrenirken bedenini ve hazzın sınırsızlığını keşfetmiş genç bir ressam: Vasıf’ Ekrem Yelda! Murat Gülsoy, Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi (Can Yayınları) adlı yeni romanında, ressamın hikâyesini ve dönemin tekinsiz İstanbulu’nu belgesel bakışla kaleme alıyor. Resim, söz ve yapay zekâyı buluşturduğu, resmin Kâbe’si sayılabilecek Akademi, Çallı’nın odası, merdivendeki tablolar, Luvr’dan gelen replikalar ve Akademi’nin bir sabotajla yanışının da anlatıldığı kitabında, Türk resminin ve İstanbul’un kısa tarihine tanıklık sunuyor.

Çiğdem Ülker

Fotoğraf: KAAN SAĞANAK

BELGESEL ROMAN TADI...

Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi birinci kişi ağzından oluşturulmuş bir metin. Proust’un peşine düştüğü geçmiş zaman gibi, gibi Annie Ernaux’un “Seneler”i gibi bir self analiz ama onlarda anlatıcının yazarın kendisi olduğuna dair şüphe yokken burada Ressam Vasıf Ekrem Yelda kurmaca bir kişilik.

Roman, Ressam Vasıf’la yapılan bir söyleşi, onun sorulara verdiği yanıtlardan oluşuyor. Okurken ressamın 1880’de doğduğunu İstanbul ve Paris’te yaşadığını, düşüncelerini, duygularını, pişmanlıklarını, aşklarını, hayal kırıklıklarını kendi ağzından okuyoruz.

O kurmaca bir kahraman ama yazar, onun şehrini ve zamanı öyle gerçekçi bir üslupla resmediyor ki yapıtı da “belgesel roman” diye etiketlemekten çekinmiyor.

Kitabın ikili bir yapısı var. Ressamın sözlerinin arasına “Galeriden” başlıklı bölümler giriyor. Sanki bir müzedeki objelerin yanındaki açıklayıcı küçük tabelaları, tabloların yanındaki bilgi etiketlerini andıran kutucuklar sıralanıyor.

Sergilenen resimlerin, kitapların, fotoğrafların, gazete kupürlerin bilgisi sunuluyor. Bu bölümler romana belgesel özelliği katan gerçekçi unsurlar öte yandan Vasıf’ın anlattıkları da Türkiye’nin yakın tarihinden bildiğimiz olaylar.

Vasıf, yaşadıklarını hatırlarken ve anlatırken roman, okuru bir zaman tünelinden geçiriyor. Metinde söylenmese de “Moda Burnunda” dediği son evinin bir müzeye dönüştürüldüğünü düşünüyoruz.

KENDİ ZİHNİNE YOLCULUK

Bu roman, seksen yaşındaki ressamın bir gazeteciyle yaptığı söyleşinin dökümüdür. Bu, niçin yapılmıştır, kendi mi o gazeteciyle anlaşmıştır, kitaba dönüşmesi bir vasiyet midir anlaşılmaz. Ama bir imparatorluğun son on yıllarını, İstanbul’un işgalini, iki dünya savaşını, Cumhuriyet’in kuruluşunu, anlatıcının müthiş hayatını kendi ağzından okuruz.

Olup biteni hatırlamakta ve yaşadıklarını yorumlamakta, şöyle konuşmaktadır: “Benim için resim yapmak şöhrete giden bir yol olmadı hiç. Hayatta kalmak için sarıldığın bir can simidi oldu. Kendimi yabancısı hissettiğim bu hayatta bir oyalanma, bir mutlu olma vesilesi oldu. Ben bir şey ya da biri olmaya çabalamadım hiç. O yüzden bazen resimlerime Vasıf diye imza attım bazen Vasıf Ekrem Yelda. Bazen de sırf Yelda. İmzam bile sabit olmadı, fikrim nasıl olsun.”

Ya da şöyle der: “İçimdeki ses müthiş derecede realisttir, acımasızdır ama çabalamaya, emek vermeye hürmet eder. Fırçayı elime aldım mı susup seyretmeye başlar. Bakalım vasıfsız Vasıf ne yapacak diye merak eder. Vasıfsız Vasıf. Hah! Kerem sahibi olmayan Kerem. Kendi karanlığından korkan Yelda. İşte benim hali pür melalim.” (s. 259)

Kendini anlama ve anlatma çabası içindeki bu adamı tanırız, 319 sayfa boyunca. “Paris’te onlara yabancıydım, evet, ama burada da buradakilere yabancıydım. Öyle büyük bir yalnızlık ki.” (s. 267)

Her gün kendi portresini yaptığını, Fatma’yı platonik bir aşkla sevdiğini, eşcinsel yönelimi olduğunu, parasızlık çektiğini öğreniriz. Çok şey öğreniriz.

Yazar bize çalkantılı bir dönemde yaşamış İstanbullu bir ressamın hayatını anlatmıştır ve son sayfalarda bu adam şimdi kendi kendine sormaktadır:

“Hakiki Vasıf kim? Ne istedi, ne yaptı, ne yaşadı? İyi bir adam mıydı? İyi ne demekse? Hakikat belki de sadece anlatıldığında mevcudiyet kazanan bir hayal. Eski insanlar zannederim bu müphem durumla baş edemeyecekleri için bir tanrı yaratmışlar kendilerine.” (s.315)

Şimdi tam burada psikoloji bilimi bize sorar gibidir: Bu kişi kendini gerçekleştirmiş bir birey sayılabilir mi? Hatalarıyla, topluma aykırı yönleriyle, kendi hakkındaki tesbitleriyle ama karşılıksız iyilikleriyle de tanıdığımız bu adam dünyaya bir iz bırakmış sayılabilir mi?

Yazarın “bir roman kahramanı yaratmak” çabası hedefine ulaşmıştır. Vasıf Ekrem Yelda, başarılı bir edebiyat kişisidir ama onun hayatı ve yaşadıkları iz bırakan bir hayat mıdır?

Kitabın adı ve kapak görseli sanki biraz ticari kaygıyla konulmuş gibi düşünülebilir. Bazı çıkarımlarda bulunulabilir ama Vasıf’ın aşklarında kapakta çağrıştırılan durumun dışında anlamlar da var.

Fotoğraf: KAAN SAĞANAK

FONDA İSTANBUL

Romanın adı Gizli Aşklar Tarihi ama kitapta aşktan çok Türk resim sanatının ve İstanbul’un bir kısa tarihi okunur. Vasıf Ekrem Yelda, Türk resminin Kâbe’si sayılabilecek Akademi’yi, orta kattaki Çallı’nın odasını, merdivendeki tabloları, öğrenciler bakarak çalışsın diye Luvr’dan yollanan ünlü yapıtların replikalarını ve Akademi’nin içindeki yüzlerce tabloyla -belki de bir sabotajla-yanışını anlatır.

Murat Gülsoy, Vasıf’ın yaşadığı dönemin tekinsiz İstanbul’unu bir ressamın ağzından betimlerken gözlemi ve söyleyişi doruğa ulaşır.

“Şehrin bir yüzü karanlıktır; taş, beton, demir, çelik, ziftten oluşur. Bütün o Karaköy limanı, o şilepler, yük gemileri, tahtası kararmış mavnalar, paslı zincirler, boyaları dökülmüş variller, sonra tren garları, vagonlar, raylar, Pera’nın loş köşelerinde kendi başlarına bir hayatları ve ölümleri olan taş binalar. Bunlar için kobalt mavisi, çelik grisi, haki ve bilumum soğuk, koyu renkler kullanırdım… Tabii demirin pası, çeliğin kıvılcımı için ani sarı, kızıl parlamalar muhakkak tuvalin bir yerinde belirirdi. Bu şehir manzaralarında gökyüzü gri ile Prusya mavisi karışımı olurdu… Kapalı, soğuk, çisentili Bir kış İstanbul’u.” (s. 167)

1918’de Mondros Mütarekesi ve ertesinde İstanbul işgal altındadır, bunun dehşetini hissederiz ama anlatıcı o günlerde bir İngiliz subayla yakın olduğunu, onun olanaklarından istifade ettiğini bir “carpe diem” yaşadığını anlatır.

İstanbul’un müthiş yoksulluğunu, kentin çöküşünü “feci bir devir” diye niteler, İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ni üyesi olanların sağladıkları imtiyazları hatırlatır. Tam da bu günlerde Mustafa Kemal Paşa ve Anadolu’daki “Mukavemet” işbaşındadır ama İstanbul basını “çeteciler, başıbozuklar, padişaha itaatsiz, isyancılar” diye nitelemektedir onları.

Bu sayfalarda Vasıf, kurtuluş mücadelesine kendisi katılmamış olsa da sanatçı sezgisiyle Mustafa Kemal’in ve Kuvayı Milliye’nin hakkını teslim edecek, Paşa’yı saygıyla hatırlayacaktır. (s. 133)

1919’da, Bolşevik devriminden sonra İstanbul’a gelen Ruslar ve iyi ressamlar İstanbul’un kültürel iklimine renk katmaktadır. Kırım’dan kaçan Alexis Gritchenko, dönemin değerli bir ressamı olarak İstanbul kültür tarihinde yerini almaktadır.

Bu anlatı Türk resim tarihine bir saygı duruşudur. Nazmi Ziya, Çallı, Bedri Rahmi, Hikmet Onat, Sami Yetik, Fikret Mualla, Feyhaman Duran, Aliye Berger, Abidin Dino, Nuri İyem anlatıda küçük anekdotlarla yer bulur. Adalet Cimcoz ve sahibesi olduğu Türkiye’nin ilk sanat galerisi “Maya Sanat” romanın mekânlarından biri olarak anlatılır. (s. 138)

Özellikle İbrahim Çallı bu kitabın odaklandığı ana motiflerden biridir. Onun daha 1917’de Şişli’deki atölyesi, görüşleri, Atatürk’le olan münasebeti, Zeybekler tablosu, 1961’deki ölümüne dek pek çok hatırası, dâhil olduğu D Grubu ressamları, yoksullukları dile gelir. 1939’da alfabenin dördüncü harfini kendilerine isim olarak alan 12 ressamın oluşturduğu D Grubu’nun Türkiye’de dördüncü sanat akımı olma iddiasıyla kurulduğunu öğreniriz.

Anlatılan pek çok şeyi ya biliriz ya da unutmuşuzdur ama bu bilgi bombardımanı, kitabı didaktik olma sınırına yaklaştırmaz bile. Bütün bu gerçek olayların içinde Vasıf, kurmaca bir motiftir ama olayların içine öyle ustalıkla aplike edilmiştir ki biz olayları Vasıf’ın gözünden bir edebiyat zevki içinde okuruz. Kitap bu yapısıyla özgün ve değerli bir yazınsal nitelik taşır. Bir ressamın kalbinin izinden ve onun gözleriyle anlatılmaktadır dönem.

1936’da Paris’te resim öğrenimi gören Türk gençler kimlerdir, bir ressamın modeli nasıl durmalıdır, portre yapmak niçin zordur, resim hocaları öğrenciye nasıl yaklaşır, 36’da üniversite reformuyla Akademide neler değişmiştir, ünlü ressam Burhan Toprak kimin damadıdır, Maçka Palas kimin için yapılmıştır, Fransa’daki bon pour l’orient diploma ne işe yarar gibi pek çok bilgi öykünün motifleri olarak erir gider satırlarda.

DİSİPLİNLER ARASI BİR YAPIT

“Galeri” bölümünlerindeki bilgiler, kurmaca dışıdır bu da, yapıtı türlerarası bir ürüne “belgesel roman”a dönüştürür. Kitabın kapağı yapay zekâ’nın midjourney programı ile oluşturulmuş bir resimdir. Vasıf olduğunu düşündüğümüz bir ressam, şövalesinin başında bir erkek modeli çizmektedir ve görüntü, romanın adıyla örtüşmekte, okura “gizli” bir şeyleri çağrıştırmaktadır.

İnternette kitap ile aynı zamanda yayımlanan bir resim portfolyosuna ulaşılabilmektedir. Kitabın kahramanı Vasıf Ekrem Yelda ile ilgili bir bilgi arama motorlarında yoktur ama bunlar, eğer yaşasaydı onun yapmış olabileceği resimlerdir. Posttruth bir yaklaşımdır bu ve kitabı çağdaşları arasında farklı kılan bir durumdur. Resim, söz ve yapay zekâ edebiyat için ele ele vermiş ve bu kitapta buluşmuş gibi görünmektedir.