Toronto Festivali’nde öze doğru

Son on beş yıl boyunca, Toronto Festivali’ne “sinemanın AVM’si” demeyi alışkanlık haline getirmiştik...

Mehmet Basutçu

Ana akım Amerikan sinemasının artan ağırlığı, toplamda 500 film sınırını aşan seçkileri ve kırmızı halılarda boy gösteren onlarca Hollywood yıldızıyla, renkli, devasa bir alışveriş merkezi olup çıkmıştı... 

Kuşkusuz pandemi döneminin de yardımıyla bu etiketten sıyrılmayı başaran Toronto Festivali, Cameron Bailey’nin önderliğinde, köklerine, temelindeki sinefil öze doğru yeni bir mutasyon yaşıyor. Ancak son derece pragmatik bir yaklaşımla, hızla değişen sinema dünyasının yeni yapım ve dağıtım koşullarına da rahatlıkla uyum sağlayan bir esneklik içinde... 

Büyük platformlara karşı önyargılı herhangi bir tavır yok burada. Tam tersine, geniş bir sinefil beğeni yelpazesi oluşturan bağımsız 21 festival seçicisi, en mütevazı sanat filmleriyle, dev bütçeli yapımlar arasında herhangi bir ayrımcılığa kesinlikle gitmiyor... 

Sonuçta, 2010’lu yıllarda 500 film sınırını aşan festival kataloğu, bu yıl 252 filmden oluşan, hem çoksesli, hem de derli toplu bir yelpaze sunuyordu. Büyük yıldızlar, usta yönetmenler yine buradaydı; yine, sinema endüstrisinin geleceğine dönük bir dizi toplantı yapıldı... Bu toplantıların “Visionaries” başlığı altında sunulanları arasında, Mubi platformunun kurucusu ve yöneticisi Efe Çakarel de vardı. TİFF’in başkanı Cameron Bailey ile bir saat süren söyleşisi sıcak  ilgi gördü. Merkezi Londra’da bulunan bir Amerikan şirketi statüsündeki Mubi, pandemi sırasında güçlenen platatformlar arasında farklı bir konuma sahip. Temelde sinema tutkunu insanların kurduğu bir dağıtım ağı olarak özgün bir ses getiriyor. Film yapımcılığından sinema dergisi çıkarmaya dek uzanan kapsayıcı felsefenin altını çizen Efe Çakarel’in sözlerinden, özetle şu saptamaya varıyorum: Mubi, film dağıtım işini, herhangi bir ürünü pazarlayanların salt ticari yaklaşımıyla ele almıyor. Temelde bir sanat ürünü dağıtımı yaptıklarının bilincindeler; üstelik, arka planda ciddi bir sinefil tutku var. Örneğin, sinema salonlarında film izlemeyi seviyorlar. 

Bunun en güzel kanıtı, son aylarda başlattıkları bir uygulama : Bazı ülkelerdeki Mubi aboneleri, her ay, beğendikleri bir filmi, istedikleri sinema salonunda ücretsiz olarak izleyebilecekler! 

Bu uygulama,  platformun anavatanı sayılan ve ciddi bir abone ağı bulunan Türkiye’de de umarız yakında gündeme gelir... 

Pazar günü, 45. kez verilen seyirci ödülü  “People Choice”u, Steven Spielberg’in uzun bir aradan sonra gerçekleştirdiği “The Fabelmans” ile kazanmasıyla son bulan 47. Toronto Festivali, aranan ve beklenen yapıcı sentezlere katkıda bulunmayı hedefleyen yapıcı bir yola girmiş gibi gözüküyor...

"KADIN HAKLARINA DUYARLI OLMALIYIZ"

“Kar ve Ayı”nın halka açık ilk gösterimine, başrol oyuncusu Merve Dizdar ile birlikte katılan Selcen Ergun çok mutlu. Toronto’ya gelir gelmez hoş bir sürprizle karşılaşıyor çünkü: 300 küsur kişilik salonun bütün biletleri önceden satılmış. Herhangi bir nedenle gelemeyen olduğunda, son dakika kuyruğunda bekleyenlere hemen yeniden satılıyor boş kalan o koltuklar...

Merve Dizdar

Festivalin 21 bağımsız seçicisinden biri olan (hayır, vuruş hatası yok; on bir erkek on da kadın, tam yirmi bir kişiler ve birbirleriyle paslaşsalar da klasik anlamda bir seçici kurul oluşturmuyorlar. Her biri, bazı temel prensipleri gözeterek kendi dalında ve coğrafi alanında özgürce seçim yapabiliyor... ) dolayısıyla “Discovery” bölümü için de film seçen, Türkiye’yi kapsayan Doğu Avrupa ve Orta Doğu bölgeleri sinemalarından sorumlu Dorota Lech te, sinefil seyircinin yakın ilgisinden çok hoşnut. Öyle ya, TİFF’in temel varoluş nedeni, öncelikle kentte yaşayan sinemaseverlerin beklentilerine yanıt getirmek değil mi? Buradaki Türk kökenli Kanadalıların ya da hâlâ Türkiye vatandaşı olan yerleşik göçmenlerin gösterdiği yakın ilginin sürekliliğinden çok memnun olan Dorota Lech, geçen yıl Emre Kayiş’in, yine “Keşif” programında sunulan ilk filmi “Anadolu Leopar”ını izleyen Torontolu Türklerin, bugün yaptıkları gibi kendisine o zaman da nasıl içtenlikle teşekkür ettiklerini anımsayınca, daha da duygulanıyor. “Kar ve Ayı”nın, zaman ve mekân ötesine taşan evrensel bir öykü anlattığını ve uzun süre filmin etkisinden sıyrılamadığını söylerken samimi heyecanını gizlemeye çalışmıyor...

Sıcak, içten alkışlarla sonuçlanan bu halk seansından iki gün sonra, Selcen Ergun’la sohbet ediyoruz.

Selcen Ergun

- Mecburi hizmetini yapmak için, Anadolu’nun yüksek dağlar arasında bulunan bir bölgesinde, kışın yolları kapanan küçük bir kasabaya gelen genç hemşirenin yaşadıklarına ve kasaba sakinleriyle arasındaki ilişkilere eğilen “Kar ve Ayı”nın senaryosu nasıl oluştu? Gerçek bir olaydan esinlenerek mi kaleme aldınız?

- Hayır tümüyle kendi kafamda, yavaş yavaş gelişti öykü. Senaryoyu daha sonra, Yeşim Aslan’la birlikte aşamalı olarak kaleme aldık; üzerinde tekrar tekrar düşünüp, yer yer değiştirip geliştirdik.

Önce üç ana karakterden yola çıkmıştık, sonra sadece genç hemşireye yoğunlaştık.

2018’de, İstanbul Film Festivali’ne koşut olarak gerçekleşen “Köprüde Buluşmalar”da projemiz ciddi bir jüri tarafından birinci seçilince, “Kar ve Ayı”nın uluslarası boyuta ulaşma potansiyeli olduğunu görmek bizi umutlandırdı.  Ardından, başta Berlin olmak üzere, önemli Avrupa festivallerindeki atölye çalışmalarına katıldık ; Alman ve Sırp ortak yapımcılar bulduktan sonra da  Eurimages fonunun desteğini aldık...

Aslında, 2010 yılından bu yana kurmaca uzun filmler yapmayı aklıma koymuştum. Reha Erdem’in iki filminde [“Hayat Var” (2008) ve “Kosmos” (2009)] asistanlık yaptım. Ardından reklam filmleri de çektim. Bu arada, hem Türkiye’de hem de yabancı festivallerde belirli bir ses getiren iki kısa film gerçekleştirmiştim. [“Güneşli Bir Gün” (2011) ve “Karşılaşma” (2006)]

Konulu ilk uzun film projem olan “Kar ve Ayı” üzerine 2017 yılından itibaren çalışmaya başladım. Kafamdaki kurmaca hikâye ruhuma, hislerime, düşüncelerime, anlatmak ve duyumsatmak istediklerim çok uygundu. Senaryo, bu nedenle yaşanmışlık duygusu verse bile, gerçek bir hikâyeden yola çıkmıyor; herhangi bir otobiyografik boyutu da yok...

KORKULARI YENMEK...

- Filmin herhangi bir mesaj vermek gibi bir kaygısı da yok galiba. Ancak, böyle bir niyeti olan kimi izleyiciler, aslında birçok mesajla karşı karşıya gelmeyecekler mi?

-Doğru. Genel tanımıyla mesaj veren angaje bir film değil “Kar ve Ayı”. Ancak, aynı zamanda birçok derdi olan, farklı güncel konuları gündeme getiren, izleyicisini kendine sorular yöneltmeye davet eden bir film. Örneğin, kendi kendini tanımak, kimlik oluşturmak, bağımsızlığına sahip çıkmak, korkularını yenmek, başkalarını kolayca yargılama dürtüsüne yenik düşmek, hayali düşmanlar yaratmak, kendi tepkilerimizi sorgulamak yerine karşımızdakilerin davranışlarına odaklanmak gibi bir dizi yan konu ve soru işareti içeriyor tabii...

Yoğun kar yağışı nedeniyle yolları kapanıp çevreyle bağları kesilince, kendi küçük dünyası içine iyice sıkışıp kalan kasaba mikrokozmunda, bütün çelişkiler doğal olarak daha belirgin ve derin oluyor.

Ayrıca, geleneksel yaşam değerlerinin biçimlendirdiği toplumlarda kadının yeri ve maruz kaldığı baskılar da sorgulanıyor...

Yönetmen Selcen Ergun ile, filmini seçen Dorota Lech’in buluştukları en temel mesaj şu: Kadın haklarına duyarlı olmalıyız!...