'Titane' herkese göre değil

Julia Ducournau’nun Cannes’da Altın Palmiye kazanan filmi ‘Titane’ haftanın öne çıkan yapımlarından. Şiddet dozunun yer yer hayli yükseldiği film herkese göre değil belki ama hem sinemasal anlamda son derece çarpıcı hem de cinsiyet politikaları açısından güçlü bir söyleme sahip.

Emrah Kolukısa

Fransız Sinemacı Julia Ducournau’nun ikinci uzun metrajlı filmi “Titane” tıpkı ilk filmi “Raw” gibi bir otomobil kazasıyla başlıyor. İki film arasındaki benzerlikler bu kadarla kalmıyor aslında, hatta Ducornau’nun filmleri arasında bir devamlılık, bir bağlantı kurmayı seven sinemacılardan olduğunu söyleyebiliriz. Kısa filmi “Junior”dan bu yana aynı karakter adlarını kullanan yönetmen bir kez daha Justine, Adrien, Alexia isimlerine sahip karakterlerle şekillendirmiş hikayesini. Bununla da kalmamış, kendisine bir hayli yakın hissettiğini söylediği Justine karakterini kariyerindeki üç filminde de aynı oyuncuya ( Garance Marillier) oynatmış.  Bunlardan da öte, izlemiş olanlar anımsayacaktır, hem “Raw” hem de şimdi “Titane” insan bedeni üzerine hazmı pek de kolay olmayan sahnelerin yer aldığı ve ‘body horror’ (beden korkusu) türünün uç noktalarında gezinen hikayeleriyle bir başka ortaklık da içeriyor.

“Raw” merkezinde kanibalizmin (yamyamlık) olduğu bir hikayeyi anlatırken, “Titane” akla “Crash” ve “Videodrome” gibi Cronenberg filmlerini getiren tuhaf hikayesiyle cinsel kimlik, aşk, öteki olmak gibi temalara eğiliyor. Bu sefer içinde gösterişli bir Cadillac ile sevişen (ve ondan hamile kalan) bir kadın ve yıllar önce kaybettiği oğlunu bulduğunu sanan acılı bir babanın yer aldığı yer yer masalsı yer yer katıksız bir kabus gibi sert bir drama var karşımızda. Tam bu noktada şunun altını çizelim, şiddet dozunun uç noktalara vardığı kimi sahneler öyle kolay kolay herkesin kaldırabileceği cinsten değil, sonra izleyip de eleştirmene küfür sallamayalım rica ederim.

CANNES’DA BİR İLK

38 yaşındaki Julia Ducournau Cannes’da Altın Palmiye kazanan en genç yönetmen değil kuşkusuz (Louis Malle 1956’da kazandığında 24 yaşındaydı) ama tek başına bu ödülü kazanan ilk kadın sinemacı. En son 28 yıl önce “The Piano” ile Altın Palmiye alan Jane Campion aslında bu ödülü alan ilk kadın sinemacıydı ama o yıl ödül iki kişi arasında paylaştırıldığı için (Chen Kaige’nin “Elveda Cariyem” filmiyle beraber almıştı) Ducornau bu anlamda bir ilke imza attı. Gereksiz ama ilginç bir bilgi daha verelim; Jane Campion’a Altın Palmiye veren jürinin başkanlığını da Louis Malle üstlenmişti! Elbette Cannes gibi ‘yenilikçi’ sinemayı ödüllendirme iddiasında olan bir festivalin 75 yıllık tarihinde topu topu iki kadın yönetmene Altın palmiye vermiş olması da üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir ayıp.

YARANIN ANLATTIĞI

İnsan bedeniyle olan meselesi sorulduğunda hem annesinin hem de babasının doktor olduğunu hatırlatan Ducournau (biri jinekolog diğeri dermatolog) “Öyle ya da böyle deriyi kesip içine bakacağım. Biri olabilmek için çok kişi olmak gerekiyor bence. Hayata bakışımın çok varoluşçu bir biçimi var. Bana göre yaşamak deriyi parçalamaktır, kendine yaklaşmaya çalışmaktır. Yaralar yoluyla da olur bu başka yollarla da” diyor. “Titane”ın açılışında babasıyla birlikte bir trafik kazası geçiren ve kafatasına titanyum bir parça takılan Alexia (bu ilk sahnelerde 10-12 yaşlarında) 20 yıl sonra oto-show organizasyonlarında erotik dans gösterileri yapan ama sağ kulağının hemen üstündeki korkunç yara izini saklama gereği duymayan bir kadın olarak çıkar karşımıza. Ducournau’nun yukarıdaki sözleriyle yorumlamak gerekirse kafasındaki yara izini ve hemen altındaki titanyum kaplamayı sahiplenmiştir Alexia ama bir yandan da kendini ifade etmek adına şiddeti de içselleştirmiştir ve saçına taktığı metal çubukla en ufak bir vicdani sorumluluk duymadan cinayet işlemekte maharetlidir. Polisin peşine düştüğünü fark ettiğinde kılık (ve yüz, hatta bir anlamda beden) değiştirecek, yıllar önce kaybolan oğlunu arayan bir itfaiye şefinin oğlu numarasına yatacaktır. Amacı başkası olduğunu kabul ettirebildiği anda ortadan kaybolmaktır ama yılların yalnızlığının ardından ona yapışan adamdan kurtulamaz ve oğlu Adrien rolünü sürdürmeye karar verir. Film bu minvalde cinsiyetin geçişkenliği, cinsel yönelimlerin çeşitliliği gibi konularda ve ötekine bakış meselesinde zihin açıcı bir tavra sahip. Tüm bunları da insan bedenini ya da insanın kendi ve ötekinin bedeniyle olan ilişkisi üzerinden ele aldığı için izleyen herkesi derinden yakalamayı başarıyor kanımca ve bir yandan sert sahneleriyle şok ederek uyarırken bir yandan da insani yakınlığa dair yumuşak sahnelerle karanlığın içine bir nebze ışık düşürüyor.  

ROUSSELLE VE LINDON BAŞROLLERDE

Henüz ilk filminde şaşırtıcı bir performansa imza atan genç oyuncu Agathe Rousselle ile bir yıla yakın bir süre çalışarak onu hazırlayan Ducournau  özellikle androjen bir tip bulmak ve bunu da inandırıcı kılabilmek istediği için tanınmamış bir yüz arayışına girmiş. Rousselle bundan sonra nasıl bir oyunculuk kariyeri sürdürür bilemeyiz ama sırf bu roldeki performansıyla bile unutulmazlar arasına girmeye aday bence. İtfaiye şefi Vincent rolünde bedenine sürekli steroid enjekte eden yaşlanmış alfa erkek tiplemesinde Vincent Lindon yine hayal kırıklığı yaratmıyor ve özdeşleşmesi zor bir karakter de olsa izleyiciye ilginç bir açı sunmakta özel bir katkıda bulunuyor. Tüm bunlara Ducournau’nun provokatif bakış açısı ve ustalıklı rejisi de eklenince ortaya yadsınamayacak bir sinema olayı çıkıyor.

FİLMİN NOTU: 8/10