Tepkisel bir atak, yeni bir yoklama

“Yazdığım her roman gibi ‘Dünbatımı Defterleri’ de benim kendimle yaptığım çok uzun ama bir o kadar da verimli bir yolculuktu.” diyor İbrahim Yıldırım, Kırmızı Kedi Yayınevi’nce yayımlanan yeni romanı hakkında. Yıldırım ile kendi deyimiyle “müesses edebiyat nizamını şaşırttığından saldırıya uğrayan, yenilgiye uğratılan, cephe gerisine itilen” kahramanın Zeyrek’teki bir muayenehane ile Şişli’deki bir binanın zemin katında, elli saatlik bir zaman diliminde yaşadığı sorgulamalarını ve günümüz Türk edebiyatı üzerine konuştuk…

Mehmet S. Aman

Fotoğraflar: VEDAT ARIK

‘SINIRLARIMI GENİŞLETMEK İSTEDİM’

- Dünbatımı Defterleri, önceki yapıtlarınızdan farklı, geleneksel yapıdan biraz daha uzaklaşarak kurgulanmış bir roman. Zaten bundan kaçınmıyor, kapakta eğiliminizi dile getiriyorsunuz: “Edebi, içtimai, cinai, tıbbi” bir kolaj. Geleneksellikten kopup böylesine öncü (avangart) bir romanı size yazdıran etmen neydi?

Dünbatımı Defterleri’ne öncü denmesinden tabii ki memnun olurum. Ancak ben yine de bu denli uç noktadan yorumlanmamayı yeğlerim. Belki benim en başından itibaren yeni bir şeyler yapmak üzere yola çıktığımı, sınırlarımı genişleterek ilerlediğimi söylemek daha doğru olacaktır.

Yeni romanımda ise kendi sınırlarımı biraz daha aşmaya daha ileri noktalara ulaşmaya çalıştım. Bundan sonra ne olur, nerelere doğru giderim, inanın bilemiyorum. Artık yaşını başını almış bir yazarım, dolayısıyla nereye kadar sorusu benim için çok önemli…

Gelenekselllikten kopma meselesine gelince; ben, romanın nesnel belleğinde yer alan, yani tanımından gelen bütün birikimlerine saygılıyım. Kısacası - Don Kişot’tan Trisitram Shandy’e, Kapanda Üç Kaplan’a; Ahmet Mithat’tan Tanpınar’a, Oğuz Atay’a - yazılan romanların yani türün bütün örnek yapıtlarının hafızasında birikmiş deneyimlere, edinimlere bağlıyım; sunulan edebi yolda ilerliyorum:

Yolum aynı, daha doğrusu aynı yolun yolcusuyum ama kullandığım araç, bellekte biriktirdiklerimin yordamlarına pek benzemiyor çünkü yaşadığım çağa uygun şekilde ilerlemek istiyorum.

Siz de bilirsiniz 19. yüzyılda roman atölyelerinde çok sayıda yazar tarafından seri üretim yapılır, bu yapıtlar kitlesel tüketime sunulurdu. Balzac bile böyle bir atölyede yetişmiş, ünlendiğinde genç ve yetenekli yazarları kendi atölyesinde romanlarının üretimi için işe almıştı…

Evet 19. yüzyılda romanların büyük ve ünlü bir yazarın, örneğin Balzac’ın denetiminde yazıldığı da oluyordu çünkü 19. yüzyıldan itibaren roman ticari bir mala dönüşmüş, roman yazma işine olası bir gelir kaynağı gözüyle bakılmaya başlanmış, roman yazarlığı bir mesleğe dönüşmüştü.

Öyle olmasaydı 1835 yılında üç Balzac romanı -Vadideki Zambak, Goriot Baba, Altın Gözlü Kız- yayımlanabilir miydi; bilmiyorum…

Bu atölyelerin 20. yüzyıldaki süreği ise pembe ve beyaz adı verilen dizi romanlar olduğu söylenebilir. Bu kitapların yazarları tabii ki üretilmiş sanal kişiliklerdi.

Günümüde ise roman okunuyor ama aynı zamanda seyrediliyor da: Televizyonlarda bitmek bilmeyen, durmadan kişilerini yenileyip uzayıp giden telenovellalar, teleromanlar yayınlanıyor.

Bir ileri aşama olan internetin de devreye girdiği söylenebilir. Böyle olduğundan ben, sınırlarımı biraz daha genişleteyim dedim; dolayısıyla Dünbatımı Defteleri’ne tepkisel bir atak ve yeni bir yoklama denilebilir…

- Doğru bildiği ne varsa dile getirmekten korkmayan yazarların mezarlıklarıyla dolu bu topraklar. Romanınızın da kahramanı yazdığı bir kitap yüzünden, edebiyat dünyasından “aforoz” edilen, “ödün vermez bir edebiyatçıysanız, kaleminiz size para değil düşman kazandıracaktır” diyen bir yazar.

Kalem, ne zaman paranın ve itibarın güdümünden kurtulur?

Ben, ilk romanım olan Kuşevi’nin Efendisi’nde de bu konuya yönelmiş, küstürülen bir yazar olan Asaf Cemil’i anlatmıştım. Son romanımdaki anlattığım yazar kişi ise müesses edebiyat nizamını şaşırttığından saldırıya uğramış, bir anlamda yenilgiye uğratılmış,cephe gerisine itilmiştir.

Müesses nizam nedir derseniz, bizde her düşünce, ideolojik topluluğun kendine ait müesses nizamı olduğunu, o düşünceye bağlı kişilerin kurulu düzenin dışına çıkmayacaklarını, çıkamayacaklarını söylemek sanırım yanlış olmaz.

Benim anlattığım kişi ise, farklı düşünce ve ideoloji gruplarını tepkisini çektiğinden ve onların gelenekselleşen, kanunlaşan kavramlarını sorguladığından oyun alanının dışına atılmıştır.

Para ve itibar meselesine gelince… Yıllar önce de yazmıştım: Şiir, öykü sayfa; roman ise ele gelen, doyurucu hacmi olan kitaptır; bir anlamda diğer iki türden çok daha ticaridir. Ülkemizde geç de olsa bunun farkına varılmış ve biraz abartılmıştır…

Dolayısıyla roman artık nitelikli okur memnuniyetinden çok müşteri memnuniyetini önemseyen yazarların kalemleri sayesinde televizyon dizileriyle yarışır, hatta onlara dönüşmek üzere yazılır olmuştur.

Ama bu gelişmeden yalnızca müşteri değil, yazar da memnundur; zira tirajıyla övünmekte, kazancıyla büyüklenmektedir…

Dürrenmant’a giderek söyleyecek olursam; bu tür başarılar yazarın gerçek değeri ile ilgili değildir, gerçek şudur: Yazar, piyasaya çok satılan, talep edilen bir mal sürmüştür…

‘GÜNÜMÜZDE ÜLKEMİZ EDEBİ ORTAMI İÇİNE KAPANIK!’

- Romain Gary olayını bilirsiniz. Eleştirmenlerce sürekli “kendini tekrar etmekle” itibarsızlaştırılmıştı. Bunun üzerine Gary, Emile Ajar adıyla yazdığı başka bir kitapla, bir yazara birden fazla kez verilemeyen ancak daha önce kazandığı ödülü yine kazanmıştı. Aynı eleştirmenler Ajar’ın parlayan bir yıldız, edebiyata katılan yeni soluk olduğunu dile getirmişlerdi.

Dış kimlikler, müstear adlarla başlayayım söze: Bence Romain Gary, Roman Kacew adıyla doğmuş, Emile Ajar dışında, iki takma isim daha kullanmış, Litvanya asıllı bir Fransızdı.

Yalnızca yazar da değildi, sinema filmi yönetmiş, savaş pilotluğu yapmış bir diplomattı. Çok fazla kimliği, vardı; birden fazlaydı, bir kaç kişiydi…

Tıpkı yüzlerce takma ad kullanan Stendhal gibiydi… Evet Stendhal biraz daha ileri gitmiş İtalyan bir kadına aşık olduğu için kendine İtalyan atalar bile uydurmuştu. Sanırım bundan dolayı mezar taşında üç isim yer alır: Henri Beyle, Stendhal ve Milanolu Errico Beyle… Pessoa ise yetmiş dış kimlik kullanmıştır.

- Siz kullanmış mıydınız?

Gençliğimde 17-18 yaşlarımda edebiyat dergilerine İbrahim Yıldırım adıyla ama hiçbiri yayınlanmayan şiirler göndermiştim. Tabii ki üzülmüş, hatta vazgeçme noktasına gelmiştim. Sonunda ön ismim olan Yusuf’u kullanarak şansımı denedim İbrahim Yusuf diye birkaç şiirimi ilettim, yayımlandılar.

İbrahim Yusuf’u şairliğe daha çok yakıştırmış olmalılar. Pek de müstear olmayan bu ismi birkaç kez kullanmış ama kısa süre sonra şairliği bırakıp öyküye, romana, denemeye yönelmiş yeniden İbrahim Yıldırım olmuştum…

Bu arada Kemal Sahingözlü, Hilmi Söztutan gibi isimlerim de oldu, onlar bile küstü ama İbrahim Yıldırım hiçbir zaman vazgeçmedi, bu adla on roman iki öykü kitabı, onlarca dergi yazısı yayımladı.

- Romandaki yazarımız da sık sık kendisini edebiyattan uzaklaştıran “edebiyat cellatları”ndan, “gaddar edebiyat polisleri”nden, “kâğıtçı dinozorlar”dan yakınıyor. Bunu günümüz edebiyat kanonuna bir eleştiri olarak kabul edebilir miyiz?

Bence günümüzde ülkemiz edebiyat ortamında edebi kanondan filan söz edilemez ama kendi içine kapanmış, kendileri gibi yazanları okuyan, kendileri gibi düşünenlere ödüller veren gruplardan söz edilebilir.

“Sağ”da da “sol”da da bu tür fraksiyonlar, hizipler vardır. Bunların arasında dönem bağlantılı olarak kimi zaman yakınlaşmalar olsa da bazen tek bir sözcük bile hesap sormaya, düşmanca tavırlar almaya, haddini bildirmeye dönüşebilir.

Dolayısıyla romanımda bu konuda bir eleştiri olduğu söyleniyorsa bunun oluşturulmuş çok parçalı, içe dönük idelojik topluluklardan oluşan edebiyat ortamına ait olduğu kabul edilmelidir.

MUVAFFAK NAFİ KORGUN…

- Muvaffak, yazarımızın en yakın hatta tek dostu. Büyük saygı ve minnet besliyor ona… Çocukluğunda ailesi tarafından bile hep o örnek gösteriliyor. O öldükten sonra da başlıyor yalpalaması…

Muvaffak Nafi Korgun ünlü bir kalp cerrahı, Dünbatımı Defterleri’nin yazar kahramanının çocukluk arkadaşı, onu koruyan, kollayan; hatta besleyen başarılı bir kişi. Yazarın yaşamını sürdürmesinin de en önemli etmeni…

O öldükten sonra söylediğiniz gibi yalpalanma başlıyor. Ama asıl yalpalanma, Muvaffak’ın ölmeden önce yazara emanet ettiği kişinin, bir anlamda diğer koruyucu ve kollayıcısının ölümüyle başlıyor… Ve bu sarsıntı çok kısa sürüyor.

- Yazarımızın çocukluğunun rahmetli annesi, şunu fısıldıyor kulağa: “Korkma zemheriden, kork april’in beşinden, öküzü ayırır eşinden…"

Ne oluyorsa nisan ayında oluyor. Nisan ayı niçin bu kadar hain ve zalim bu romanda?

Az önce sözü edilen son sarsıntı nisan ayında gerçekleşiyor ama asıl önemli olan roman kahramanı yazarın yıllar önce - henüz bir çocukken - nisan ayında hayatının en kötü günlerini yaşamasıdır ki, onun için de T. S. Eliot’nun söylediği gibi ayların en zalimi nisandır…

Bu arada Ezra Pound’un Nisan şiiri, Deep Purple’ın April adlı çalışması meraklı okurlar için ipucu olabilir…

‘YAZIYORUM, SÜRDÜRÜYORUM!’

- Bir hatırlayışlar silsilesi Dünbatımı Defterleri ve ustalara geçit töreni. Kimler yok ki? Salinger’in Glass’ı, Fitzgerald’ın Gatsby’si, Voltaire’nin Candide’i, Recaizade Mahmut Ekrem’in Bihruz’u…

Her biri ustaca yedirilmiş metne. Daha önce bir söyleşide söylediğiniz bir söz düştü usuma: Bir metinde bulunan her şey yazınsal varlıktır…

Bu konuda öncelikle Alman yazar W. G. Sebald’ı örnek olarak gösterebilirim: Bu yazar, yazdıklarını desteklemek üzere metinlerinde siyah beyaz fotoğraflara da yer vermekte, böylece görsel malzemeleri yazınsal varlık haline getirmektedir. O, fotoğraflar olmadan metin yine anlaşılır ama bu okuma eksik bir okuma olacak, okuru görsel düşünmeye yönelmeyecektir.

Bir başka örnek ise Faulkner’in Döşeğimde Ölürken’inde. Tull’un, Cash’ın marangozluk yeteneklerini kullanarak annesi için yaptığı tabutu anlattığı paragraflardan birinin tam ortasına yatay bir sözcük gibi yerleşen küçük tabut çizimidir ki o vinyetsi şey mezara inmeyi bekleyen yazınsal varlıktan başka bir şey değildir.

Tıpkı Tristiram Shandy’deki önlü arkalı siyah, daha sonra ise dikkatli okurun siyah sayfalarla ilişki kurarak bakacağı, bir anlamda okuyacağı çevrilecek ebru desenli sayfalar gibi…

Dünbatımı Defterleri’nde ise yazınsal amacı olan tek bir görsel kullanıldı: Dans eden İspanyol giysili iki insan. Daha önceki romanlarımda ise daha fazlası vardı…

Bugüne kadar on roman yazdım, fotoğraf, çizim veya boşluk bağlamında hangi yazınsal varlıkları kullanacağıma tabii ki ben karar verdim…

Yazdığım her roman gibi Dünbatımı Defterleri de benim kendimle yaptığım çok uzun ama bir kadar da verimli bir yolculuktu. Böyle olduğundan ihtiyacım olan kumanyayı yanıma almıştım. Hatta bu yolculuklar sırasında, nerede mola vereceğime, nereleri gezip tozacağıma, yolcuğumun hangi evresinde diğer türlerle yol arkadaşlığı yapacağıma baştan karar vermiştim.

Bundan sonrası ise meçhul: Nereye kadar yol alırım, nereye kadar sürdürürüm, doğrusu bilmiyorum ama yazıyorum, sürdürüyorum…