Taylan Altuğ’dan ‘Hakikat Korkusu-Türkiye’nin Tini ve Felsefe’

Türkiye’de felsefenin durumu, sorunları ve geleceği konusu, felsefecilerimizden bazıları için düşünmeye ve yanıt aramaya değer sorularla yüklü bir alandır. İçinde bulunduğumuz tarihsel ve kültürel gerçeklik, hem düşünce üretmeyi hem de düşünce üretilen ortamın çözümlenmesini ve değerlendirilmesini gerektirmektedir. Taylan Altuğ’un Hakikat Korkusu-Türkiye’nin Tini ve Felsefe (Sia Kitap) adlı yeni incelemesi de bu bağlamı merceğe alıyor.

Mustafa Günay

“Türk felsefesi denen şey, ancak kendi ulus tinini, kendi kültürünü kavramsallaştırmayı başarmış bir felsefe olabilir.” 

Taylan Altuğ

Türkiye’de felsefenin durumu, sorunları ve geleceği konusu, felsefecilerimizden bazıları için düşünmeye ve cevap aramaya değer sorularla yüklü bir alandır. Bu konuda ilk akla gelen ve anılması gereken kitaplar ve düşünürlerden bazıları: Hilmi Ziya Ülken’in Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Arslan Kaynardağ’ın Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Felsefe, Nermi Uygur’un Türk Felsefesinin Boyutları, Doğan Özlem’in Türkçe’de Felsefe.

İçinde bulunduğumuz tarihsel ve kültürel gerçeklik, hem düşünce üretmeyi hem de düşünce üretilen ortamın çözümlenmesini ve değerlendirilmesini gerektiriyor görünmektedir. Bu konuda yeni kitaplardan biri de Taylan Altuğ’un Hakikat Korkusu-Türkiye’nin Tini ve Felsefe (Sia Kitap) adıyla yayımlandı. Daha çok sanat ve dil felsefesi çalışmalarıyla tanınan Altuğ’un telif kitapları dışında Hegel ve Deleuze gibi filozoflardan yaptığı çeviriler de düşünce dünyamıza önemli katkılar getirmiştir.

DÜŞÜNME VE ÖZGÜRLÜK

Altuğ’un kitabın “önsöz”ünde dikkat çektiği hususlar, yazılarda ele alınan sorunlarla ilgili ipuçları verirken aynı zamanda kültür geleneği içinde “düşünme”ye nasıl baktığımıza ilişkin saptama ve değerlendirmeleri de ortaya koyar. “Düşünme”nin, “insan olma”nın doğasıyla bağıntısına dikkat çeken Altuğ’a göre, insana insan olma niteliğini kazandıran şey düşünmedir.(s. 8)

Düşünmeyi “tin” kavramı temelinde ele alan Altuğ, bu bağlamda Doğu dünyasında düşüncenin, kendisini dinsel ve pratik gereksinmelerden ayırıp bağımsızlaşamadığını söyler. Düşünmenin özgürlükle ilişkili olması söz konusudur.

Ancak Altuğ’a göre, Türk toplumunda “bireysel tin kendinde değil, fakat kendi dışındaki tözsel ögelerde (din, devlet, cemaat, ideoloji vb.) var olabiliyor ve dolayısıyla özgürlük uğrağından yoksun kalıyor.” (s. 8)

HEGELCİ ÖNCÜLERLE ÇIKILAN YOL

Altuğ, tin ile felsefe arasındaki ilişkiyi kavramak için Hegelci bir öncülle yola çıkılabileceğini söyler. Hegel’in öncülü şudur: “Felsefe kendi zamanının tözsel tini olan şeyin düşüncesi ve bilgisidir.” (s. 11)

Tin kavramının burada “bir halkın veya bir dönemin tini” anlamıyla sınırlı olarak kullanıldığını belirten Altuğ’a göre, “Bir halkın veya bir dönemin tini, bir halkın belli bir dönemdeki tüm tinsel yaşamını, eylem ve yaratımının bütünlüğünü kuşatır.” (s. 11)

Felsefenin varlığından söz edebilmek için, onun kendini içinde yer aldığı kültür çevresine içselleştirmesinin gerekli olduğunu vurgulayan Altuğ, Osmanlıdan günümüze kadar olan dönemde yaşadığımız düşünce serüveni hakkında saptama ve değerlendirmeler yapar ve yalnızca Batı felsefesini aktarmakla ve öğretmekle yetinmenin eksikliğine dikkat çeker.

“Felsefe Cumhura Cumhuriyet Çağrısıdır” başlıklı yazısında, Cumhuriyet sözcüğünün basitçe bir yönetim şekli olmaktan çok öte bir anlam yüküyle dolu olduğuna işaret ederek, bu anlamın “yeni bir kültür ve uygarlık çevresi içerisinde bugün durduğumuz yerde” bulunduğunu söyler. Çünkü Cumhuriyet, insanın özerkliğine, özgürlüğüne, eşitliğine dayanan bir kurumdur. Bu husus felsefe ile Cumhuriyet arasındaki ilişkiyi de görmemizi sağlar. “İnsanın özerkliği, özgürlüğü, eşitliği felsefeyle, bilimle bu alanda verilen mücadelelerin sonucunda kazanılabilir ancak.” (s.62)

DİL, KÜLTÜR VE FELSEFENİN BİRLİKTELİĞİ...

Altuğ, bizde felsefenin kurumsallaşma ve yol alma serüvenini, kültür zemininde gelenek ve gelecekle olduğu kadar dil ve düşünce arasındaki ilişkiler çerçevesinde ele alır. Felsefe tinin kavranılması ise bu ancak bir toplumun/kültürün kendi dilinde mümkündür. Altuğ, bu konuda bir arayışın sürdüğünü ifade eder:

“Felsefi yaratım, insanın kendi dilinde kendi tinselliğini kavramlaştırmasıyla mümkün olabilir, yani kendimizi dil içerisinde düşünce’ye açarak ve böylece düşünce’yi kendimizin kılarak. Bugün felsefe, gelenek ile gelecek arasında, kendi dilinin varlığı açık kılma tarzına ilişkin bir bilinci arıyor. Öyle bir bilinç ki, gelenek ile geleceği dil içerisinde bir araya getirerek kendimize ilişkin soru’ya yanıt versin. Eğer bunu yapabilirsek, düşünce’yi kendi öz bilincimiz haline getirmiş olacağız.” (s. 71)

Felsefi bilginin üretilmesinin Türk dilinde felsefe yapılmasına bağlı olduğunu vurgulayan Altuğ, Türkiye’de “yabancı dilde felsefe” çalışmaları yapma eğilimini de eleştirir. Bu noktada sorun yalnızca bir dil sorunu değildir. Kendi dilinin var ettiği tini ve kültürü dışta bırakma söz konusudur. Bu ise felsefi düşünüşün öznesi olan insanın kendisini dışta bırakması demektir. Bu durumda, böyle bir yaklaşımla felsefe yapılması mümkün görünmemektedir. (s. 77)

Altuğ, “Türkiye’de felsefe bir gelenek oluşturabilir mi?” sorusunu, aklın evrenselliği ve tinin özgüllüğü arasındaki gerilim içinden sorar. Ona göre soruyu bu şekilde sormak, geleneğin yalnızca devralınan bir şey olmayıp aynı zamanda oluşturulabilir bir şey olduğunu ifade eder. (s. 77-78)

“Felsefede bir gelenek oluşturmak, bizim dilimizde, bizim düşünüş tarzımız içerisinde felsefenin “olmasını”, “olagelmesini” sağlamaktır.” (s. 78)

Altuğ, bizde felsefe geleneğinin oluşumunda rol oynayan bazı düşünürlerimizin felsefe çalışmalarını da ele alır. Bu bağlamda Macit Gökberk, Takiyettin Mengüşoğlu, Bedia Akarsu ve Uluğ Nutku anılabilir.

Felsefeyle ilişki aynı zamanda hakikatle ilişki anlamına gelir. Felsefeyi akla, kavramsal düşünceye dayanarak hakikati aramak şeklinde tanımlayan Altuğ, bu düşünüş tarzının Avrupa uygarlığına ait bir temel bir insani belirlenim olduğunu söyler. (s. 73)

Kitapta yer alan çeşitli yazılarda da Hegel’in Doğu’ya yönelik belirlenimlerinden söz eden Altuğ’un Doğu ve Batı arasında günümüzde de devam eden bazı farklılıklara ve ayrımlara işaret etmesi onun Hegelci düşünceye olan yakınlığını ve bağlılığını da ortaya koyar.

Bizde felsefi düşünmenin olanaklarını ve sorunlarını, “Türk tininin çağdaşlaşma süreci içinde yeni bir kültür sentezine erişme istemi”yle ilişkili olarak irdeleyen Altuğ’un şu sözleri neler yapılması gerektiğine yönelik önerileri açıkça dile getirir:

“Tinsel yaşamımızda, inanç ve kanıların, hurafe ve söylentilerin yerine “bilgi”yi koymakla işe başlayabiliriz. Hakikat korkusu’ndan ancak hakikatle (kendi gerçeklerimizle) yüzleşerek kurtulabiliriz. Kendi tinimizin bilgisine varmakla ancak kendimiz oluruz.” (s. 9)

HAKİKAT KORKUSUNDAN KURTULMAK İÇİN FELSEFE...

Türkiye’de akademik işleyiş içinde felsefe eğitiminin sorunlarına da işaret eden Altuğ bu noktada Kant’ın “Felsefe öğretilemez, ama felsefe yapma öğrenilebilir” düşüncesinin bir ilke olarak alınabileceğini söyler. Çünkü en önemli sorunlardan biri, öğrenciye eldeki hazır bilgiyi aktarmak ancak onun felsefece düşünüşü edinmesini sağlamaktan uzak olunmasıdır.

Böyle bir eğitim ve kültür ortamında neye ihtiyacımız olduğunu ise şöyle açıklar:

“Hakikatten korkan bir toplumda, hakikati arayan felsefenin boy vermesi için yalnızca eğitimde değil ama kültürün bütün alanlarında çok köklü değişikliklere ihtiyaç var. Ama her şeyden önce de Aklın, felsefenin tininin, Türkiye’ye uğramasına ihtiyaç var.” (s. 79)

Felsefenin Cumhura Cumhurun felsefeye ihtiyacı var bir Cumhuriyet Çağrısı olarak… Yıkılıp tahrip edilen kurumlarını ve değerlerini yeniden inşa edip güçlendirmek için, hakikat korkusunu aşmak için ihtiyaç duyulan güç ve olanakları bulabileceğimiz felsefi birikimin/mirasın, Cumhuriyet dönemi felsefesinde oluşmakta olduğunu söyleyebiliriz.

Altuğ’un kitabı hakikat arayışına yönelebilmek için, felsefe ve Türkiye’nin tini arasındaki ilişkileri düşünmek ve tartışmak için yararlı bir kaynak olarak değerlendirilebilir.

Hakikat Korkusu-Türkiye’nin Tini ve Felsefe - Taylan Altuğ / Sia Kitap / 134 s.