Steinhöfel: ‘Özgürlük hoşgörüye ihtiyaç duyar, ancak..’

Andreas Steinhöfel’in, Delidolu Yayınları tarafından yayımlanan kitabı Dünyamın Merkezi (Çeviren: Olcay Mağden), bir delikanlının yetişkin ve olgun bir bireye dönüşme sürecini ele alan çok katmanlı bir oluşum romanı. Yaşadığı yere sığamayan, geçmişinden kaçamayan ve tercihlerine yönelik saldırılara karşı kendini savunmaktan başka çıkar yol bulamayan Phil'in darmadağın yaşamına geniş bir parantez açan Steinhöfel; yer yer Yunan mitolojisinden esinlenen girift konusu, sarsıcı kurgusuyla seçimlerimiz üzerine sorgulamaya itiyor. Dünyalarımızın merkezine inmeye çağırıyor.

Olcay Mağden

 Hikâyelerin başladığı ve bittiği yerde, dünyamın merkezindeyim! (...)

Ayaklarımın altındaki yer hâlâ sallanıyormuş gibi geliyor ama artık düşmekten korkmuyorum. Bu güzel bir his. Hareket halindeki yaşama dair bir his...” Romandan

Phil, henüz 17 yaşında bir delikanlı. Fakat yaşıtlarından oldukça farklı çünkü dünyaya körü körüne bakmaktan çok daha fazlasının peşinde. Bir yanda ilişkilerinde orta yolu bulamadığı uçarı annesi ve bir zamanlar hiç ayrılmadıkları ikiz kız kardeşi, diğer yanda ise tutkuyla kalbini kaptırdığı Nicholas var. Ne var ki karmaşık geçmişiyle yüzleşmeden önce kendisiyle barışmayı öğrenmeli...

Andreas Steinhöfel’in, Delidolu Yayınları tarafından yayımlanan kitabı Dünyamın Merkezi (Çeviren: Olcay Mağden), bir delikanlının yetişkin ve olgun bir bireye dönüşme sürecini ele alan çok katmanlı bir oluşum romanı.
Yaşadığı yere sığamayan, geçmişinden kaçamayan ve tercihlerine yönelik saldırılara karşı kendini savunmaktan başka çıkar yol bulamayan Phil'in darmadağın yaşamına geniş bir parantez açan Steinhöfel; yer yer Yunan mitolojisinden esinlenen girift konusu, sarsıcı kurgusuyla 
seçimlerimiz üzerine sorgulamaya itiyor. Dünyalarımızın merkezine inmeye çağırıyor. Andreas Steinhöfel ile Dünyamın Merkezi’ni konuştuk.

Fotoğraf: DIRK STEINHOFEL

‘BU ROMANDA BİRAZ ÇATLAK, SIRA DIŞI KARAKTERLERE YER VERMEK İSTEDİM’

- Genelde okuduğum bir kitapta ya da izlediğim bir filmde beni ana karakterlerden çok yan karakterler etkiliyor. Bu sebeple söyleşimize de kitabın benim için en çarpıcı bölüm ve karakterleriyle başlamak istiyorum: Çukurdaki Kırmızı Ayakkabı bölümü ve Annie Glösser karakteri.

Bize biraz bu karakterin yaratım sürecinden bahseder misiniz? Hikâyenin çizgisinin çok dışında, yine de bir o kadar içinde. Bu çatlak kadın tam olarak neyi sembolize ediyor?

- Eh, yardımcı oyuncu Oscar’ını boşa vermiyorlar. :) İşin aslı, yardımcı karakterler sadece filmlerde değil, edebiyatta da genelde hafife alınırlar. Oysa doğru kullanıldıklarında, ana karakterin parıldamasını ve ışıldamasını sağlarlar... ya da kiminle karşı karşıya olduklarına bağlı olarak onu daha karanlık hale getirirler. Hepimizinki gibi Phil’in kişiliği de ancak diğer insanlarla temasa geçerek gelişebilirdi. Bu romanda biraz olsun çatlak, sıra dışı karakterlere yer vermek istedim. Annie bunlardan biri, ama örneğin Bay Tröht ya da Wolf ya da Tereza’nın kız arkadaşı Pascal da öyle. Annie, Phil’e “güzel hissi” nasıl edinebileceğini öğretirken aslında o da en az Phil kadar masumdur. Burada olan sadece iki yabancının buluşması, hepsi bu; biri deneyimli, diğeri tecrübe edinen iki yabancı ve ikisi birbirini karşılıklı olarak destekliyor. Annie’nin temsil ettiği, bir tür yetişkin masumiyeti. Bunun gerçekte var olmasıysa pek mümkün değil. Annie yine de bunu başarıyor çünkü algısı sınırlı ve iyiyi ya da kötüyü yansıtmıyor. Tam da bu yüzden Phil onun yanında emin ellerde.

‘RÖNESANS İNSANLARINI ÇOK SEVERİM. HäNDEL DE BİR RÖNESANS ADAMI’

- Bir diğer dikkat çekici karakter de Händel. Matematik öğretmeni olmasının yanı sıra felsefi de biri. Harika sözleri var.

Örneğin: “Hanımlar beyler, soyut düşünebilme aklın ve dolayısıyla aydınlanmanın temelidir. Orantı, mantık... Bu özellikleri geliştirmeyen kişi duyguları karşısında doğa güçlerine maruz kalan bir taş devri insanının çaresizliğini yaşar. Tam da bu yüzden, derinlerinde yatan, şimşek ve gök gürültüsünün tanrıların öfkesinden meydana geldiğine dair batıl inancı asla bir kenara bırakamayacaktır. İşte hanımlar beyler, bu kişinin tek yapabileceği şudur: itaat etmek!”

Händel için de aynı soruyu sorabiliriz. O gerçekten kurgusal bir karakter mi yoksa sizin hayatınızda var olan bir Händel söz konusu mu?

Händel bir Rönesans adamı. Rönesans insanlarını çok severim; Riko ve Oskar serisindeki karakterim Riko da kendi tarzında bir Rönesans insanı: meraklı ve bu merak onun kendi dışındaki dünyayı da keşfetmesini sağlıyor. Dünyamın Merkezi’nin sonunda Phil, hareket halinde kaldığımız sürece hayatlarımızın -ne kadar zor ya da şiddetli olurlarsa olsunlar- her zaman iyiye gideceğini fark eder. Ölümcül olan tek şey durağanlıktır. Händel’in öğrencilerine öğretmeye çalıştığı şey de tam anlamıyla bu. Ancak o, duyguları dışladığı için yayı biraz fazla geriyor. Händel soyutlamayı, duygularla gölgelenmemiş bir rasyonaliteyi temsil eder. (Bu arada, Händel -bu kez genç biri olarak- bir sonraki romanımda çok etkileyici bir yan karakter rolünde... tabii eğer ben kitabı yazmayı bir gün bitirebilirsem.)

- İlk yayımlandığı tarihin üstünden bunca zaman geçmiş olmasına rağmen hâlâ farklı dillere çevriliyor olması müthiş bir başarının kanıtı. Nasıl hissediyorsunuz? Türkçeye çevrilmesi hakkında söyleyecekleriniz var mı?

Her yazar, eserinin uzun ömürlü olmasını ister. Genelde bir kitap yarım yıl hatta çeyrek yılda unutuluverir. Dünyamın Merkezi’nin başarısıysa 25 yıldır kesintisiz bir şekilde devam ediyor. Elbette en büyük dileğim, hangi dilde yayımlanırsa yayımlansın, metindeki tüm nüansların çeviride de bulunabilmesi. Ben de İngilizceden çevirmenlik yaptığım için bunun bazen ne kadar zor olabileceğini biliyorum.

‘METİN, YUNAN MİTOLOJİSİNDEKİ BİRÇOK MOTİFTEN YARARLANIYOR’

- Hayal gücünüze, birbirinden farklı ve renkli karakterler yaratma yeteneğinize ve kurguyu ilmek ilmek işleyişinize hayranım. Ama hayran olduğum bir yanınız daha var ki o da okura detaylarda sunduğunuz sürprizler. Örneğin pek çok kitabınızda karşımıza Oz Büyücüsü hayranlığınız çıkıyor, bu bayıldığım bir ayrıntı. Dünyamın Merkezi’nde okuru böyle detaylar bekliyor mu?

Romanın sonsözünün çeviriye dahil edilip edilmediğini bilmiyorum ama o kısım hikâyenin başka bir özelliğine dair pek çok ipucu içeriyor: Metin, Yunan mitolojisindeki bir sürü motiften yararlanıyor ve bunları olduğu gibi günümüze tercüme ediyor. Örneğin Phil (Philhippus), Tanrı Apollo’nun bir lakabıdır. İkiz kız kardeşi Artemis, Romalılar tarafından Diana olarak adlandırılır ve böylece biz de romanın karakteri Dianne’l tanışmış oluruz. Dünyamın Merkezi’ndeki roman karakterlerinin neredeyse tamamı tanrıların özelliklerine sahip, ancak bu iki ucu keskin bir bıçak: antik çağ tanrıları mükemmel değildir, aksine kusurludurlar -çünkü biz insanları model alırlar- ve birçok olumsuz özelliğe sahiptirler. Psikolojik açıdan arketiplerdir, yani belirli ilkeleri temsil ederler, ancak söz konusu kendi gelişimleri olduğunda bir adım ileri gitmemişlerdir. Romanda, başta Phil olmak üzere tüm karakterlerim de işte bu hareketsizlikten kaçmaya çalışıyor.

- Dünyamın Merkezi toplumdan dışlananların, farklı olanların, kenara itilmişlerin hikâyesi. Her karakterin kendi zorlu deneyimleri, çıkarımları var. Dünya siz bu kitabı yazdığınızdan beri epey değişti. Bugün aynı romanı yazacak olsanız değişen bir şey olur muydu? Neler ekler, neler çıkarırdınız?

Buna cevap vermek çok zor. Sanırım kitabı olduğu gibi tekrar yazardım. Sevmediğim hiçbir yanı yok. Söylediğim, kulağa biraz kibirli gelebilir ama bence bunun nedeni romanı dört yıldan fazla sürede bitirebilmiş olmam, bu da onu tam anlamıyla istediğim gibi yazmak için yeterli bir zamandı.

- Peki, sizce dünya daha acımasız bir yere mi dönüştü? Özgürlüklerimizin arttığını sanırken aslında daha fazla mı kısıtlanır olduk?

Dünya daha acımasız değil de daha hoşgörüsüz bir yer haline geldi. Özgürlük sadece aynı görüşü paylaşanlar arasında geçerli, ötesine geçildiği anda bitiveriyor; tartışmalı kitaplar yasaklanıyor, resimler galerilerden çıkarılıyor. Politik doğruculuk, sanatı boğan bir tıkaçtır ve sanat ile özgürlük birbirine bağlıdır. Politik doğruculuğun en hain tarafı, bizzat kendisi totaliter bir araçken başkalarının faşist olduğunu ima etmesidir. Genel olarak dünya daha benmerkezci bir hale geldi. Instagram gibi mecralar, insanları kendi egolarının salt izleyicileri olarak gören bir narsisizmi körüklüyor; diğer platformlarda ise söylemler birileriyle değil, birilerine karşı yürütülüyor. Bunu endişeyle karşılıyorum.

‘ÖZGÜRLÜK HOŞGÖRÜYE İHTİYAÇ DUYAR ANCAK HOŞGÖRÜ TEK TARAFLI DEĞİLDİR!’

- “Dünyaya ait bir şeyler görmek istiyordum. Ama her şeyden önce özgür olmak istiyordum ve özgürlüğü sadece denizde bulabilirsin Phil! Dört duvar bana göre değil, beni boğuyor, daha kötüsü ancak bir tabut olabilir. Bu enginliğe, denizin sunduğu bu alabildiğine manzaraya ihtiyacım var. Dünyadaki başka hiçbir şey sonsuzluk hissini pırıl pırıl bir ufuktan daha iyi veremez.”

Denize âşık, küçükken her gece aynı rüyayı, denizin ortasında yapayalnız durmuş, etrafını saran suları izlediğini gören bir çocuktum. Yetişkinlik, rüyalarımı yiyip bitirdi ama denizle aramdaki bağ hâlâ çok sıkı. Gable’ın bu sözlerinde Steinhöfel’den bir iz var mı? Özgürlük nedir size göre?

Aslında benim için özgürlük mekân fikriyle bağlantılı: Fiziksel açıdan dilediğimce hareket etmeme olanak sağlayan ama elbette aynı zamanda düşüncelerin benim onları sansürlememe gerek kalmadan ortaya çıkabileceği bir alan. Yazmaya başlamadan önce, bir okuru tek bir kelimeyle tetikleyip tetiklemeyeceğimi ve onun benlik algısını yıkıp yıkmayacağımı düşünmem gerekiyorsa, bu artık özgür bir çalışma olmaktan çıkar. Kulağa ne kadar klişe gelse de: özgürlük hoşgörüye ihtiyaç duyar, ancak hoşgörü tek taraflı değildir. Fiziksel özgürlük kavramı üzerine biraz daha konuşmam gerekirse: Neredeyse yirmi yıl boyunca Berlin’de yaşadım ve her zaman şehir tarafından fazla kısıtlanmış hissettiğim gerçeğinden mustarip oldum. Artık kırsalda yaşıyorum, etrafım alçak sıradağlarla çevrili. Etrafımı saran orman elbette sonsuzluğa uzanmıyor ama derin nefes alabileceğim kadar geniş bir alana yayılıyor ve bu da yaşama dair müthiş bir his!

EV!

- Kitaptaki canlı cansız her unsurun simgelediği bir şey var gibi. Bana kalırsa Visible da bir evden çok daha fazlası, nefes alıp veren, hisleri olan bir varlık adeta. Dışlanmış kim varsa, eski püskü de olsa, yorulmuş ve yıpranmış da olsa kendi korunaklı çatısının altında topluyor. Sizin de böyle sizi sarmalayan bir yeriniz var mı?

Böyle yerleri sadece çocukken, o da bir tek dışarıda bulabiliyordum. Küçük kulübeler, ahırlar, bazen de sadece bir ağacın sarkan dallarının altındaki bir sığınak. Aslında barınak sunan herhangi bir şey diyebiliriz. Kendi evim bunu sağlayamadı, babam çok öfkeli biriydi ve o çatı altında korunmak mümkün değildi. Ama elbette korunma ihtiyacım vardı ve Dünyamın Merkezi’nde Phil’in bu ihtiyacının karşılanmasını istemekle kalmadım, onu ömür boyu sürecek bir özlemle doldurmasını istedim: Belki de bu yüzden kitabın sonunda, Phil şu büyük dünya yolculuğuna çıktığında, bir noktada eve dönebilmek için dua ediyor.