Sorumlu sinemanın önemi

Cannes Festivali, sözcüğün en asil anlamıyla “politik” bir etkinlik olagelmişti hep.

Mehmet Basutçu

Bu yıl, göreceli olarak az tanınan, bir bölümü genç isimlerden oluşan ana jürinin üyeleri, kaçınılmaz görüş ve kültürler farklılıklarını törpülemeden aşarak temelde buluşmayı başarmışlar. Verdikleri ödüller son derece dengeli, “doğru” bir liste oluşturuyor. Çift Altın Palmiye sahibi Ruben Östlund başkanlığında, öznelliği dışlamadan nesnelliği yakalayabilmiş, sinema sanatıyla toplumsal ve felsefi kaygıları aynı potada eritmeyi başaran özgün filmleri, tutarlı bir çatı altında toplayabilmişler. Ödülleri iki film arasında paylaştırmanın ya da sayılarını çoğaltmanın diplomatik kolaylığına düşmemiş; dengeli, doyurucu, net bir sıralama yaparak yaratıcı sinemasını yüceltmişler. İnsan gerçeğini yadsımadan, yol göstermekten çok dünyamızı daha iyi anlamaya odaklanan sanatçıların onurlandırılması, bu bağlamda, angaje sinemanın en asil örneklerini ön plana çıkarmış oluyor. Evet, cumartesi gecesi yapılan ödül töreninin en önemli özelliği, farklı gerçekleri farklı açılardan farklı duyarlılıklar eşliğinde sergilerken toplumsal sorumluluklarının ayırdında olan bilinçli ve içtenlikli yönetmenlerin yaptıkları angaje filmlere, uluslararası düzeyde dikkat çekiliyor olması.

YARATICI SİNEMA

Altın Palmiye kazanan üçüncü kadın yönetmen olan Justine Triet’nin, milyonlarca televizyon izleyicisine seslenen konuşmasında, neoliberal Fransız hükümetinin toplumsal, siyasal ve kültürel politikalarını sert bir dille eleştirmesi yanında ; Merve Dizdar’ın, En İyi Kadın Oyuncu Palmiyesi’ni alırken ödülünü, ülkesinde umut arayan çaresiz insanlara, özellikle de toplumsal ya da siyasal bir dizi baskı altında mücadele vermek zorunda kalan, ezilmiş ve engellenmiş Türk kadınlarına adaması son derece anlamlı bir bütün oluşturmaktaydı. 

Fransa kültür bakanı ve kimi  politikacıların, sözüm ona şoke olduklarını ifade ederek, devletin bağımsız yaratıcı sinemasına destek verdiğini hatırlatıp başarılı kadın yönetmeni doğrudan nankörlükle suçlamaları, siyasilerin eleştirilere karşı giderek artan tahammülsüzlüklerine, antidemokratik eğilimlerine işaret etmekte. Devletten yardım alan bir sanatçının, devlet  politikası doğrultusunda bir yapıt gerçekleştirmek zorunda olduğu gibi saçma düşünceler, ne yazık ki sadece muz cumhuriyetlerine özgü değilmiş!  Neyse ki bu gibi çelişki ve tutarsızlıklar, politikacıların yüzlerine Fransız basınında hâlâ özgürce çarpılabiliyor... Bizde olsa, Justine Triet resmi ağızlar tarafından, “aşırı sol militan” damgası yemenin bir basamak daha ötesinde, hemen “vatan haini azılı terörist” olmakla suçlanıverilirdi...

DİZDAR ÖDÜLÜ HAK ETTİ

Merve Dizdar’a fazlasıyla hak ettiği ödülü kazandıran, “Kuru Otlar Üstüne”de sergilediği bu incelikli ve derinlikli yorum gerisinde, oyuncu yönetiminde titiz davranan, aradığını bulmakta ısrarcı bir yaratıcı yönetmen ile sağlam bir senaryonun bulunduğu da unutulmamalı. Kaldı ki Merve Dizdar bu gerçeği Cannes’da birçok kez içtenlikle dile getirdi, yönetmenine teşekkür etti. Bir noktanın daha altını çizmeliyiz. Yeniden Altın Palmiye almayı düşleyen üç usta yönetmenin, Nuri Bilge Ceylan, Wim Wenders ve Hirokazu Kore-eda’nın başarılı filmlerinin dolaylı olarak, sırasıyla en iyi kadın, erkek ve senaryo ödülleriyle listede yer almaları, kuşkusuz bir rastlantı değildi. Eski-yeni, genç-yaşlı ya da şu tür-bu tür ayrımı yapmaksızın, içeriğiyle anlamlı, özgün biçimleri ve estetik özgünlükleriyle de dikkat çekici, ufuk açıcı filmlere öncelik tanınmıştı.

Üstelik, jürinin kararlarını biçimlendiren bu yaklaşım, yaşadığımız küresel dengesizlikler ve tehlikeler karşısında daha da yaşamsal bir niteliğe bürünüveriyor.