Saygınlık peşinde yiten ömür: Hakkı

Hikmet Kerem Özcan’ın yazıp yönettiği ilk uzun metraj filmi “Hakkı”, 31. Adana Altın Koza Film Festivali’nden “en iyi yönetmen” dahil üç ödül ile döndü.

Mehmet S. Aman

Kısa film ve belgeselleriyle bilinen Hikmet Kerem Özcan’ın yazıp yönettiği ilk uzun metraj filmi “Hakkı”, 31. Adana Altın Koza Film Festivali'nden "Film Yönetmenleri Derneği (FİLMYÖN) En İyi Yönetmen Ödülü", "Türkan Şoray Umut Veren Kadın Oyuncu Ödülü" (Tuana Almacı) ve "Adana İzleyici Ödülü" ile döndü.

Filmin oyuncu kadrosunda Bülent Emin Yarar, Hülya Gülşen, Tuana Melis Almacı, Duygu Gökhan, yapımcılar Öykü Canlı ve Zeynep Santıroğlu gibi isimler yer alıyor.

Hakkı, dünya prömiyerini Yunanistan’ın Patmos adasında düzenlenen 13. Aegean Film Festivali’nin resmi seçkisinde yaptı. Ardından Kanada 2. Montreal Uluslararası Film Festivali’nde "Onur Mansiyonu"na değer görülen film, Almanya’da 31. Oldenburg Uluslararası Film Festivali’nin ardından Kuzey Amerika’nın önemli festivallerinden Vancouver Uluslararası Film Festivali 2024’ün Panorama bölümünde sinemaseverlerle buluştu.

Hakkı'nın festival yolculuğunda 30 Ekim-03 Kasım tarihleri arasında yapılacak 4. İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali ile 7-15 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek Ankara Film Festivali yer alıyor.

Mülayim ve sevecen bir adam olan ve ailesiyle birlikte tarihi bir Ege köyünde yaşayan Hakkı'nın, bir tarihi eser bulmasıyla birlikte gelişen trajik öyküsünü, Hikmet Kerem Özcan ve Bülent Emin Yarar ile konuştuk.

'BÖYLE HİKÂYE ÇOK'

-Hakkı’nın esin kaynağı ne oldu?

Hakkı'nın esin kaynağı, benim çocukken duyduğum bir hikâyeye dayanıyor. Ama sadece bir hikâye özelinde gelişen bir film değildi. Duyduğum hikâye şöyleydi: Ege kasabasında bir aile, bahçelerinde tarihi eser buluyorlar. Ve bundan sonra ailenin başına kötü olaylar geliyor. Filmdeki ana noktayı oluşturan, çatışmayı oluşturan olay, buradaki hikâyeden esinlenmeydi. Maalesef hem Ege'de hem de ülkemizin birçok bölgesinde bu tarz hikâyeleri duymak çok şaşırtıcı değil. Yaygın hikayeler. Ama bunu olabilecek en şaşırtıcı bir şekilde işlemeye çalıştık.

-Hakkı biraz saf, iyi insan idealini yaşayan bir karakter. Ailesine, çocuklarına düşkün. Fakat bir gün geliyor ki, iş tarihi eser kaçakçılığına kadar gidiyor. Benliğini büyük bir hırs kaplıyor. Hakkı karakterini yazarken, nasıl bir ideanız vardı?

Başlangıçta minimal olarak her şeye sahip Hakkı. Sevdiği insanlar, ailesi, köyü, işi... Ama sahip olmadığı bir şey var, o da saygınlık. Bunu da başta çok dert eden bir karakter değil. Fakat o köy biraz gelişmiş, bir turist akımına uğramış ve herkes de altına hücum gibi bu akımın faydalarından yararlanmaya çalışmış. Hakkı o yarışı biraz kaçırmış gibiydi. Bunu sosyal baskı olarak da üzerinde hissediyor.

Yaşadığımız global dünya, global köye dönüştü. Bu global köyde de herkese motivasyon olan şey, yarışta geri kalmama. Yarışta geri kalma hissini bir şekilde tedavi etmek. Hakkı da bu his neticesinde tüm hayal kırıklıklarını bir metaya bağlıyor. Onun bulduğu aslında bir tarihi eser ya da tarihi eserden kazanacağı para değil, yaşadığı tüm hayal kırıklıklarını geri getirebilecek sihirli bir dokunuş. Hakkı bunu bu şekilde yorumluyor, bunun bir armağan olduğunu ve buna sahip olduğunu düşünüyor. Sonunda da birçok olay gelişiyor.

-İncir ağacı, Anadolu mitinde bereketin sembolü. Kültürümüzde de “evi, barkı söndürmek” gibi bir anlamı var. Filmde hem bereketi yaşatıyor, hem de ev, bark sönüyor. İncir ağacı imgesini bir de sizden dinleyelim?

Aslında o kestane ağacı. Ağacın da ne ağacının olduğunun bir önemi yok, orada bir ağaç olmasının önemi var. Senaryoda düşündüğüm köklü bir ağaç olmasıydı. Burada da yaşlı ve büyük bir ağaç bulmak istiyordum. Çünkü  Hakkı, ağacın kökleriyle, kendinden önce gelen jenerasyonlarla bir bağ kuruyor ve bunu bir sınıfsal zincirin son halkası olarak görüyor. Hakkı'nın deyimiyle, "O ağaç bizim emanetimizin bekçiliğini yapıyordu" ve ağaca da başka bir anlam yüklüyor. Seyirciyi bir kulvara itme gibi bir niyetim yok, ağacı ve evi sadece bir düşünce fırtınası yaratmak için kullandım. Ama bana göre ağaç; geçmişi, kökleri, bizden önce gelen ve bizden sonra da var olacakları simgeleyen, insana göre ömrü çok uzun olan ve belki de bilgelik sıfatının yükleneceği senaryonun bir elementi. Ama sizin de düşündüğünüz tamamen doğru. 

'İLK DÜŞÜNDÜĞÜM İSİMLERDENDİ'

-Hakkı’yı, Bülent Emin Yarar’a emanet etmişsiniz. Karakter seçimlerini nasıl yaptınız?

Senaryo yazım sürecinde aklımda birisi tam olarak olmuyor. Çünkü süreç  sürekli değişken ve dinamik oluyor, benim açımdan iyi olan bir süreç olmuyor. Senaryo defterini kapatıp, düş dünyasından çıktıktan ve gerçek dünyaya geçtiğimiz sırada, Bülent Emin Yarar ilk düşündüğüm isimlerden birisiydi. Bir projede beraber çalışmıştık, oradan kurduğumuz iletişimle kendisiyle yeniden buluştuk. Sonra bu yol arkadaşlığına dönüştü.

Emanet etme gibi olmadı, senaryoyu sevmesi, senaryoda kendisini perçinleyen bir şey bulması ve olmak istemesiyle Hakkı ortaya çıktı. Ona çok kolay güvendim, senaryodaki bütün derin noktaları adeta deşifre edip filmini çeken bir yapıda okuyor. Senaryoyu bu kadar derinden okuyan bir oyuncuyla karşılaşmamıştm. Bu da benim çok kolay güvenmeme sebep oldu. O da bana güvendi ve bu noktada süreç güzel ilerledi.

-İlk kurmaca uzun metrajınız. İdolüm dediğiniz yönetmen/ler var mı? 

İdolleştirdiğim bir yönetmen yok ama her yönetmenin bazı noktalarını idol olarak alabiliyorum. Hiç tanımadığım bir yönetmenin bir filmini ilk defa izleyip filmde yaptığı bir hareket, ona fazla odaklanmama sebep olabiliyor. Sevdiğim, esinlendiğim birçok yönetmen var ama birebir şunu takip etmeliyim, örnek almalıyım dediğim gibi biri sanırım yok. Bu soruyu çok zor buluyorum. Çünkü birini söylersem diğerini unutmuş olabiliyorum. 

-Senaryo sizin önünüze geldiğine Hakkı rolünü kabul ederken ne düşündünüz?

Fatih Zenginoğlu diye bir arkadaşımız, Didem Madak şiirlerini seslendirmemi istemişti. Hikmet Kerem Özcan'la tanışmamız ona dayanır. Hikmet Kerem o dönem okuyordu, ben ve birçok tiyatrocu arkadaşım tiyatroda çekim yaptık. Benimle yeniden iletişime geçince o günü hatırlattı, her şey gözümün önüne geldi. Bu sefer de çok güzel bir senaryoyla buluşturdu. Yeniden ve asıl tanışma o oldu, hem Hikmet Kerem'le hem de Hakkı'yla.

Çok dolu bir senaryo. Açıkçası insan ne kadar tecrübe sahibi olursa olsun o heyecanı ya da korkuyu yaşıyor bir şekilde. Ama o sonra, set başladıktan sonra başka bir şeye dönüşüyor. Çünkü asıl iş, set başlayınca başlıyor. Ben bir de kafamda kurmam çok. Başlangıç çok önemlidir, mekânla ilişki kurarsın. Sonrasında hepsi bir bütün olur. Dolayısıyla bir hazırlık yaptım ama bu hazırlık yine ucu açık bir hazırlıktı. Hakkı'nın nereye gideceğini kestiremiyordum. O süreç beni çok heyecanlandırıyor ve duygulandırıyor. Çok güzel hissettim o süreci.

-Bu karakteri oynarken, nasıl bir duygu içerisindeydiniz?

Aslında bakarsanız bu hepimizde olan bir şey. Yani, ben özel görmüyorum kendimi. Bir roman okuduğunuz zaman herkes kendi rejisini kendisi yapar. Sanıyorum yine onun gibi bir şeydi. Hakkı'yı siz de okusaydınız, siz de bir şeyler hayal edecektiniz muhakkak. Ama o hayal ettiğiniz şeyin, önemli olan ucunu açık bırakıp izin vermeniz.

-Hakkı'yı biraz rahat bıraktınız o zaman.

Evet, o heyecanı yaşamak istedim çünkü hep.

'BABAMI YANIMDA HİSSETTİM'

-Hakkı, tarihi eserleri bulabilmek için derin bir tünal kazıyor. Siz ne hissettiniz o anlarda? Role nasıl hazırlandınız?

Benim babam maden mühendisiydi. Zaman zaman aklıma o geldi. Babam tabii, işi gereği dışarıdaydı hep. Biz hep zengin oluyorduk. O hayal başka bir şeydi. Hakkı'nın hikâyesi de o duyguya çok benziyor. Dolayısıyla biraz babam da yanımdaydı gibi hissettim hep.

-Hakkı bir yerden sonra yol ayrımına gidiyor. O ana kadar iyi insan ideasında olan bir karakterdi. Ama o, sonuç itibariyle olumsuz bir yolu tercih etti. Hakkı değil de siz olsaydınız ne yapardınız?

O bir çark. İnsan o duruma geldiğinde kendini tutamayabilir. Öyle bir şey hiç düşünmedim ama, kendi hayatımda, mesleğimle ilgili bazı çarkların içerisine kapılmamayı hissettim. Ama Hakkı'nın böyle bir çarkın içerisine kapılmasında da birçok neden taşıdığını düşünüyorum. Hiçbir şeyin eşit dağılımlı olmadığı bir coğrafyada, insanlar mutlaka şansa dayalı oyunlarla beklenti içerisinde olurlar. Bunun nedeninin sistemsel gelişimimizle ilgili olduğunu düşünüyorum.

-Türkiye'nin son zamanlarındaki sinema perspektifine baktığınız zaman, ne görüyorsunuz?

Tabii ki her dönemin kendine özgü karamsarlıkları olabiliyor. Bazen bir bakıyorsunuz, pırıl pırıl bir güneş doğuyor. Ben özellikle festivallerin ne kadar anlamlı olduğunu, festivallere gittikçe görüyorum. Ayvalık Film Festivali'ndeydim, oradaki renkliliği, çeşitliliği gördüm. Altın Koza'ya biraz geç geldim ama burada da aynı coşkuyu gördüm. Dolu koltukların arasında film izlemek gerçekten bambaşkaydı. Hafifledi, varsa paslarımın süzüldüğünü hissettim. Tabii ki gelişeceğiz. Genç yönetmen demek istemiyorum, bana belki yaş aldığımı düşünerek usta sıfatını yakıştırıyorlar ama ustalar çok. Her yaşta usta var. Dolayısıyla bu dinamik arkadaşlarımızın sinemamıza daha çok şey katacaklarını düşünüyorum. Katıyorlar da.