Prano BaIley-Bond ile söyleşi: Sansür her kültürde var
Vizyona giren “Sansür” (Censor) filminin yönetmeni Prano Bailey-Bond, yılın en heyecan verici ilk filmlerinden birine imza attı.
Emrah Kolukısa“Sansür” (Censor) filminin yönetmeni Prano Bailey-Bond ile 80’li yılların sansür ortamından hareketle bir söyleşi yaptık.
Sizin korku sinemasıyla nasıl tanıştığınızla başlayalım...
Kırsal bir bölgede büyüdüm. O yüzden de çocukken sadece televizyon izleyebiliyordum. Bir de ailemin video koleksiyonu vardı tabii ve iyi filmler vardı aslında onlarda. Ama ben ağabeyimin ve ablamın (biri 8, diğeri 10 yaşındaydı o zaman) seyrettiği şeyleri seyretmek istiyordum hep. Aslında korku filmlerine hep meraklıydım ama beni gerçekten korkutan ve ilk kez kâbuslar gördüren şey David Lynch’in “Twin Peaks” (İkiz Tepeler) adlı dizisiydi. Korku türünde değil belki ve film de değil ama bilinçaltıma yerleşen ilk korku kaynağı o olmuştu. Fena halde takılmıştım ve geceleri geç saatlere kadar uyanık kalıp seyretmek istiyordum. Korku sineması hep çok ön plandaydı benim için, Lynch önemli bir ilhamdı elbette ve John Carpenter’ın ilk dönem filmleri de öyle. Buluğ çağıma geldiğimde “American Psycho” (Amerikan Sapığı) gibi filmleri sevmiştim ve Tarantino filmlerine takılmıştım. Temel mesele o gerilimdi bence. Film çekmeye karar verdiğimde de bastırılmış karakterleri anlatmak istediğimi fark ettim ve aslında korku filmi yaptığımı bilmeden korku filmi yapmaya yöneldim.
“Sansür”ün bir sahnesinde bir gazete haberi görüyoruz; “Suç artıyor ve sorumlusu da şiddet filmleri” gibi bir başlığı var. Sizin fikriniz ne bu konuda?
80’li yıllarda İngiltere’de gerçekten olan bir durumun yansımasıydı o gazete haberi. Ben elbette sansüre inanmıyorum, filmlerin sınıflandırılması izleyicilerin bilgilenmesi anlamında faydalı ama filmlerin ya da sanatın insanlara kötü şeyler yaptırdığına hiç katılmıyorum. Video sansürü döneminde olan şey bence bugün video oyunlarına ya da 50’lerde çizgi romanlara gösterilen tepkiyle çok benzer. Sinema ya da sanat, dünyada olan kötü şeyler için çok kolaylıkla günah keçisi ilan edilebiliyor. Hükümetin yaptıklarına ya da toplumun akıl sağlığının durumuna bakmaktansa veya bir çocuğun neden şiddete yöneldiğini anlamaya çalışıp onun ardındaki fakirliği görmektense filmleri suçlamak çok daha kolay geliyor. Çünkü Lucio Fulci filmleri izliyormuş deyip çıkıyorlar işin içinden...
İfade özgürlüğünden yanasınız ama kırmızı çizgileriniz var mı? Kendinizi dizginlediğiniz bir nokta oluyor mu?
Bu soruyu cevaplamak çok zor, çünkü bazı aşırı şiddet dolu sahneler, örneğin hayvanlara uygulanan şiddetin gösterildiği sahneler, özellikle de gerçekse, beni de rahatsız ediyor. Şiddetin bir gerekçesi olması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin “Nightingale” (2018) filmi. Oradaki şiddeti izlemek çok zor ama önemli de bir film. Tarihte o ülkede neler yaşandığını anlamamız açısından yapılması gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Yine mesela “Wake In Fright”... O filmdeki şiddeti de izleyemedim, gözlerimi kapatmak zorunda kaldım, kangurulara yapılan şiddetten bahsediyorum. Ama sonra araştırdım ve yönetmenin film için bir sahne yaratmadığını, zaten var olan bir kanguru avına katılıp kamerasıyla yapılanları çektiğini öğrendim.