Şair aşkı... Adnan Binyazar'ın yazısı...
On Üç Günün Mektupları (Can Yayınları) adlı kitap, Cemal Süreya’nın, çoğunu kahve köşelerinde yazıp önemli bir ameliyat geçiren eşi Zuhal Tekkanat’a gönderdiği, neredeyse her sözcüğünde eşine olan sevgisini içeren mektuplardan oluşuyor. Mektuplar yalnızca o sevda sözleriyle değil, Cemal Süreya’nın şiirle düzyazı arasında yarattığı özgün üslubuyla, beslendiği şiirsel kaynaklar açısından da ayrı bir değer taşıyor. Her yaşta şairler de, sanatsal yaratı yönünden kendilerini değerlendirme olanağı bulacaktır bu mektuplarda.
Adnan Binyazar / Cumhuriyet Kitap EkiŞİİR TUTKUDUR
“Şair olunmaz, şair doğulur.” sözünü Cahit Külebi’nin ağzından duymuştum bir toplantıda. Cemal Süreya, kendine özgü ayrıntılı verilerin ışığında Külebi’nin yargısını destekliyor:
“Bir şair ilk dizesiyle kendini ortaya koyuyor, sonradan ancak gelişebilir; ama sözgelimi dönüşemez. İlk beş yılında, ilk on yılında belli bir şiirsel onura yükselmemiş bir kimsenin sonradan önemli bir şair olması beklenemez. Evet, ’Deha, olgun yaşta gerçekleştirilen bir gençlik düşüncesidir.’ Dehanın belirmesi için olgun yaşın beklenmesi şart değil şiirde. Ama o düşünce olgun yaşta gerçekleşmişse, bunun mutlaka gençlik döneminde tutarlı bir kökü vardır.” (Günler, YKY)
Şiir tutkudur. Tutkunun ülkesi de sevgidir. Cemal de Zuhal de birbirinde ikinci evliliklerini yaşadılar. Mektuplarda Cemal’in Zuhal’e yönelik sözlerinde duygu doruklara ulaşınca sevgi tutkuya dönüşüyor. Böylece şair sevgide şiiri, şiirde sevgiyi yaşıyor. Öyle duyumsamalarda yüreğinden kopan sözleri ardı ardınca sıralıyor:
“Kaç yıldır evliyiz yan yanayız. Hâlâ başım dönüyor senlen, esrikim senlen, seviyorum seni. Her geçen gün daha büyük bir aşkla”. “Ben ki sana senin şahdamarından daha yakınım”. “Sen ne can kadınsındır sen. Kirpiklerinin ucuyla şarkı söylersin. Buram buram tütersin Cemal Süreya’nın yüreğinde”. “Bir su akıyorsa, bir bulut geçiyorsa, hep seninle...”. “Seni evrence seviyorum.”
ŞİİR YAŞAMAK
İki türlü şair vardır: Şiir yazanlar, şiir yaşayanlar. Şiiri herkes yazar, ama her şair şiir yaşayamaz. Düzyazısı ile şiiri bir kazanda fokurdatan Cemal Süreya ne yazsam diye düşsel dünyalarda dolaşmaz, eline kalemi almadan düşünür-duyumsar-gözler-beyninin harmanında tümünü bir araya getirir. Onların kaynaşması kalbine burgu gibi saplanınca, sıradan bir sözcük bile örnekte görüldüğü gibi, düşünceler, duygular birbiriyle kaynaşarak şiire dönüşür:
“Ben seni düşünüyorum seni/ Hani tıpkı o ilk günlerdeki gibi Kalbim diyorum kalbim/ Daha dün tezgâhtan çıkmış bir su sayacı gibi/ Aşkı anılar besliyor düşler kadar/ Bu yüzden diyorum ki aşk eskidikçe aşktır/ Sevgi eskidikçe sevgi/ Her şey biliyor her şey/ Sen biliyor musun bakalım/ Seni nice sevdiğimi?/ Üstüne titrediğimi?”
Gece gündüz, uyurken uyanıkken eşinin sevgisine sığınır sığınmaz şair, “Anılarla düşler iç içe gelişir. Birbirinden ayrılmaz. Düşler anıların kız çocuklarıdır Sen yaprak bakışlı küçük kız, eğil bir yol öpeyim yanağından” deyiverir.
23 Kasım 1969’da Cemal-Zuhal evliliğinden doğup, 13 Ağustos 1990’da bir kaza kurşunuyla ölen oğlu Emrah Memo’ya da aynı tutkuyla bağlıdır:
Üç yaşındaki Memo’yu, “Memo sıradışı bir çocuk, bütün bir çocuk. Şimdi düş gücünü daha da başka türlü çalıştırmaya başladı. Boyuna masallar, öyküler anlatıyor, olaylar uyduruyor.” diye betimler.
ŞİİR KAYNAĞI
Zuhal’e gönderdiği Aragon’un “Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de” dizesiyle başlattığı 23 Temmuz Pazar günlü mektubunda asıl adı Cemalettin Seber’i kullanarak Dersim’den Bilecik’e ailece sürgün edildiklerini anlatırken yaşam kaynaklarından beslenen şiirlerinin özünde yerleşik bir hüznün yattığı seziliyor:
“Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli bir erin nezaretinde. Sonra o iki, erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarihöncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Anam sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.
Memo’ya ve sana duyduğun sevgide bu ölümleri de, bu öksüzlükleri de değerlendirmelisin. Aşkımın tandırdan yeni çekilmiş bir yufka gibi her dem sıcak ve taze olduğunu anlamalısın. Yükseköğrenim yıllarında başkent sokaklarında ceplerimi ellerimle doldurarak yürürken ileride bir karım olacağını, çocuklarım olacağını düşünürdüm.
Yüzsüz, bedensiz bir şeydi bu kadın; bir gölge gibi düşlerimin arasından sıyrılır, geçer giderdi zaman zaman. Sensin o kadın. O çocuklar Memo ile Elif. Annemle babam Bilecik Şosa’nın yanında yan yana iki mezarda uyuyorlar. Annem 1938’de, babam 1957’de öldü. İki ölüm arasında 20 yıllık bir ara var. Bir gün gidelim. Gidelim mi? Büyük annemle Hasan Amcam da şu koyu yeşilliğin altındadır. Ama yan yana değiller. ‘Sizin hiç babanız öldü mü?’”
Şair, mektubunda eşine geçmişini açarken, nasıl bir toplumsal yapıda yetiştiğini de açıklıyor: “Biz gözyaşımızı gizleyen insanlarız./ Biz kahkahanızı gizleriz./ Biz koşuyu kaybettikten sonra da koşan atlarız./ Seni seviyorum.”
ŞİİRSEL SÖYLEM
Cemal Süreya’nın yaşamıyla örtüşen kaynaklarına, şiir yaşına değindiği görüşlerinde varılıyor:
“İleri yaşta şair olunmaz. Çünkü şair, bütün şiir ötesi deneyimlerin yanı sıra şiirin de deneyini sürekli olarak yaşamalıdır. Dili bir süreden beri şair olarak kavrama durumunda olmalıdır. Yoksa yazdıkları şiir değil, yalnızca şiir biçimleri olacaktır, buluşları, imgeler halinde değil, terimler halinde gelecektir. Şiir sadece bir deneyi değildir; bütün bilimler üstüne, sanatlar üstüne, tarih üstüne,siyasa üstüne, felsefe üstüne, gelenekler ve görenekler üstüne, kısacası bütün bir hayat üstüne, ’bireşik“ bir duygu ve düşünceye yükselmiş olması gerekir.”
Cemal Süreya’da hiçbir şairin izinin olmayışının, anlatısını kendine özgü bir şiirsellikle kuruşunun, çağrışımsal alanı geniş sözcükler kullanmasının nedeni bu olmalı...