Sahneye bekleniyoruz! Y. Bekir Yurdakul’un yazısı...

Behiç Ak, sözü hiç dolaştırmadan, enfes bir gündelik hayat eleştirisi sunuyor. Başarı gibi, başarısızlığın da oyunun aynı değerde parçaları olduğunu anımsatıyor. Verilinin sahte yaldızlarına, teknolojinin insanı hayatın serin akışından çekip koparmalarına aldırmamaya çağırıyor. Durgun köyde geçireceğiniz bu kısa sürede hem genel anlamda hayata hem de kendi yaşam yolculuğunuza tutacağınız özenle dökülmüş, zarafetle sunulan aynalar armağan ediyor.

Y. Bekir Yurdakul / Cumhuriyet Kitap Eki

Öğretmen Ferhunde Hanım, sigortacı Sadi Bey ve oğulları Haluk epeyce yorucu hale gelen İstanbul’dan, küçük bir kasabaya göçmeye karar verirler. Durgun, kendi halinde, sessiz, sakin bir kasabadır. Öyle ki başlarda sıkıcı bile görünür kahramanlarımıza. Ancak bir öğleüstü Haluk, kasabanın tek berberi İsmail Bey’le tanışınca her şey yavaş yavaş değişmeye başlar.

TANIDIK OYUNCULAR

Yazının girişinde, olay örgüsüne ilişkin, kısa da olsa bu notu okuyunca Berberdeki Papağan’da neler olup bittiğini açık edeceğimi düşündüyseniz hemen belirtmeliyim ki kahramanlarımız ve mekân üzerine notlarım bu kadar.

Ancak şunu belirtmeden geçmeyeyim: Ustalıkla kullandığı kalemi ve fırçasıyla Behiç Ak’ın sahneye çıkardığı/ oyuna çağırdığı karakterlerin tamamı yakın-uzak tanıdıklar, aramızdan dostlar. Hatta arada kendinizi de onların arasında bulmanız içten bile değil.

Önce şu berber / kuaför koltuğuna yerleşin bir güzel! Yakın uzak çevrede neler olup bitiyor, iyi gitmeyen ne var/ nerede tökezleyip kaldınız; kızıp öfkelendikleriniz, kırılıp döküldükleriniz birer ikişer doldursun sahneyi. Sonra elinde tarak makas ustaya kulak verin.

Gelelim, yapıtın, dünyamıza açtığı pencereye, bizi çağırdığı / beklediği yere... Behiç Ak için “gülümseten öykücü” nitelemesini kolayca kullanabilirsiniz ne ki ötesini de unutmadan.

Evet, bütün öykülerinde; alttan alta elimizden tutan, bizi / okuru bir an olsun yalnız bırakmayan, arada kahkahalar attıran ama unutmayalım ki asla bağırıp çağırmayan incelikli bir gülümseme hep var. Üstelik bunu, kimseleri incitmeden, küçük düşürmeden, büyük bir nezaketle yapıyor. Bu tutum da metinden kopmanıza/ ayrılmanıza fırsat vermeyen etmenlerden biri olarak çıkıyor karşımıza.

Desen: BEHİÇ AK

FARK ETMEYE ÇAĞRI

Gündelik hayatın içinden, rastgele seçilmiş rahatlığıyla sahneye taşıdığı an ve mekânlarsa bizi kolaylıkla “oralı” yaparken o rastgeleliğin kalabalığından bulup çıkardığı olağanüstü renklerle de hayata baktığımız pencereleri, durduğumuz yeri değiştirmeye çağırıyor.

Kent, kasaba, köy... her neresi olursa olsun, mekânın taşıdığı varsıllığı, barındırdığı hikâyeleri, insan zenginliğini fark etmeye dolayısıyla mutlu olmaya; bungunluğa, durağanlığa, sıkıntıya teslim olmamaya çağırıyor.

Behiç Ak’ın çocuk yazınımıza yeni armağanı Berberdeki Papağan’ın bana ilk çağrısı “tebdili mekânda ferahlık” oldu. Vardığınız her “yer” size kendi öykülerini, gizlerini, kahramanlarını sunar. Hele yürekten isterseniz bire beş, on verir. Ve siz yeni bir renk, yeni bir hava katarsınız oraya. Çoğaltırken de çoğalırsınız.

Ayrıca hiçbir yer, hiçbir şey göründüğü gibi, göründüğü kadar değildir. Görünüş, çoğun aldatıcıdır. “Her gün görüp de fark etmediklerimizin hikâyesini dinledikten sonra” anlatılanları hayatın akışı içinde de fark etmeye / görmeye başlarız.

HANGİ SAHNE?

İnsan hikâyesiyle, anlatısıyla, oyunuyla vardır, çoktur ve anlamlıdır. Gün olur oyun içinde oyun çıkar karşımıza, yeri gelir sahnede buluruz kendimizi. Bazen kim oyuncu, kim seyirci; o da karışır birbirine. Oysa hayat bizden büyük oyuncular olmayı değil, oyunda olmayı ister.

Berberdeki Papağan oyuna beklendiğimiz o sahne mi, “on, on beş kişiden ibaret kendi mutlu (konforlu!) dünya”mız mı sorusunun yanıtını bekliyor bizden.

Ve diyor ki: Gözlerin ekrana kilitlendiği paralel bir evrense yarattığımız ya da hapsedildiğimiz (oradan asla çıkmayalım istenen), ıskaladığımızın ne büyük bir dünya olduğunun farkına bile varamayabiliriz.

Ve belki de en önemlisi; sanatın olmadığı yerde her şeyin güdük, kısır, yarım kalacağı gerçeğidir. Çünkü insanın öyküsünü sanat çıkarır ortaya, sanat görünür kılar. Ve sanat, ayırıp kayırmadan, yanlışı eksiği ortaya döker, gerçeğin altını kalınca çizer.

Öylece farkına varırız aslında hayatın bir oyun sahnesi olduğunun; mekânları, kişileri, olaylarıyla sahici; bazen küçücük, çoğu zaman kocaman bir oyun sahnesi... Ve o sahnede oyuncu olmak içinse sokağa çıkmak yeterlidir.

En güzeli de tanıdık, bildik dostlarla aynı sahneyi paylaşmaktır. İşte o zamandır ki kendimizi bir anda o hikâyelerin içinde buluruz. Dahası bizim hikâyelerimizle daha da çoğalır oyunumuz.

Desen: BEHİÇ AK

YERSİZ UĞRAŞLAR MI, BÜYÜK SAHNE Mİ?

Behiç Ak, bu yeni yapıtıyla da aslında sözü hiç dolaştırmadan, enfes bir gündelik hayat eleştirisi sunuyor. Başarı gibi, başarısızlığın da -tıpkı kederle sevinç gibi- oyunun aynı değerde bir parçası olduğunu anımsatıyor.

Verilinin sahte yaldızlarına, teknolojinin insanı hayatın serin akışından çekip koparmalarına aldırmamaya hatta karşı durmaya çağırıyor. Hayatımızı çöplüğe, eski eşya deposuna çeviren anlamsız, yersiz uğraşların; bu güzelim oyuna içtenlikle katıldığımızda, ancak o zaman geride kalacağını hatırlatıyor.

Hayatın provası, tekrarı olmayan, çoğunlukla tasarıdan uzak bir oyun olduğu gerçeğini yine aynı incelikle getirip koyuyor kapımızın önüne. Üstelik oyunun nasıl seyredeceğine bizim karar verdiğimizi asla unutmayalım istiyor.

Tek hükümlüsüyle hapishanesi, hayatın nabzını tutan berberi, okulu, çocukları, sokakları... öteki mekânları ve sakinleriyle Durgun köyde geçireceğiniz bu kısa (aslında epeyce uzun) sürede hem genel anlamda hayata hem de kendi yaşam yolculuğunuza tutacağınız, özenle dökülmüş, zarafetle sunulan aynalar armağan ediyor. Papağanlar mı? Onlar da aynanın içindeler ve onları da çok seveceksiniz.

 

Berberdeki Papağan / Yazan ve Resimleyen: Behiç Ak / Günışığı Kitaplığı / 176 s. / 10+ / 2022.