Mustafa Pilevneli’den yeni bir sergi: ‘Mavilerde 60 Yıl’

“Ben sanat virüsünü ortaokul birinci sınıfta iyiden iyiye kaptım” diyen ressam Mustafa Pilevneli, Halkevlerinin ve Köy Enstitülerinin önemini vurguladı.

Berrin Karadeniz / Mehmet Aman

Çağdaş Türk resim sanatında kendine özgü tarzı ile önemli bir yeri olan Mustafa Pilevneli’nin Mavilerde 60 Yıl” adlı sergisi, 22 Eylül’de ziyarete açıldı. Biz de Mustafa Pilevneli’nin mavi yolculuğundaki bu durağına konuk olduk. Pilevneli’nin bu mavi yolculuğundaki yapı taşlarını, ilhamını, bundan sonraki çalışmalarını konuştuk.

 

Mavilerde 60 Yıl” serginizdeki tablolara baktığımızda maviliğin tam içinde hissediyoruz kendimizi. Fakat arada küçük küçük bozkır esintileri var. Bu bozkır esintileri bu maviliğin içine nereden sıkıştı?

Onlar günlük soluk almalar, değişmeler, farklı havalar, farklı rüzgârlar. Ben değişmeyi seviyorum. Başlangıçtan bugüne resimlerime baktığınız zaman ilginç bir şey görürsünüz. Mavinin uzun yıllar valör olarak evrendeki tesiri bambaşka. Bütün renkleri seviyorum, renkler sevilmez mi? Fakat son 20-30 senedir mavi ile daha içli dışlıyım. İnsanlar hep beni mavi yolculuk resimlerimle tanır oldular. Çünkü 1969’da ilk defa ustam, canım Bedri Rahmi Eyüboğlu ve ailesiyle unutamadığım mavi yolculuğun etkisi büyük bende.

Nasıldı o mavi yolculuklar?

Mutluyduk, mavi sadece bizim için yeme içme değildi onun dışında tabiattı, arkeolojiydi, sanat tarihiydi, renkti, biçemdi, rüzgârlardı, sualtı florasıydı ve faunasıydı.

Neler yapıyordunuz?

Hepimiz bir şeylerle uğraşırdık. Ben teknenin en arkasında küçücük bir yerde bir olta sandığının üzerinde, suluboyalar yapıyordum. O süreçte yüzün üzerinde resim yapmıştım ve onları ilk defa  “Mavi Gezi Günlüğü” ismiyle Taksim Sanat Galerisi’nde sergilemiştim. Hatta sergi davetiyesine Bedri Rahmi benim için bir şiir yazmıştı.

Yalnızca resim ile ilgili değil, diğer disiplinlerde de üretimleriniz var.

Tabii zaman içinde birtakım değişiklikler oldu. Ben sadece resimde iki boyutlu işlerimin dışında üçüncü boyutta da işler yaptım. Seramik yaptım, başlangıçta bu seramikleri Anadolu kültüründen yola çıkarak yaptım. Sabahattin Eyüboğlu sanat tarihi hocamızdı. O bize bu işleri sevdiren kişiydi.

Size başka kimler, neler ilham verdi?

Halikarnas Balıkçısı… Azra Erhat’ın mitoloji günlükleri… Ve tabii ki müzeler, Arkeoloji Müzesi Ankara’daki Etnografya Müzesi... O kadar zengin değerler karşısındaydım ki heyecanlanmamak imkânsızdı. Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu’nun 1957’deki imtihanına girdim ve kazandım. Hiç unutmuyorum, okulun ilk açıldığı gün bir koridordan geçerken böyle iri yarı gözlüklü bir kişi torna tezgâhında gösteri yapıyordu, Hasan Usta’ydı. Seramiğin büyüsüne orada kapıldım. Ve benim bir öğrencim vardı felçliydi, ağzıyla fırçayı kullanıp resim yapardı, ona özel dersler verdim. Bu genç, özel bir bursla Meksika’ya gitti. Oradan gelirken bana bir Aztek figürü getirdi. O benim için inanılmaz bir çıkış noktası oldu. Sonra seramik yapmaya başladım ve Atilla Galatalı hocam oldu.

Çocukluğunuzdan, gazetemiz Cumhuriyet ile ilgili bir anınız var mı?

Evet. Ben Cumhuriyet’i 10 kuruşluk dönemlerinden beri alan biriyim. Çocukluğumun Cumhuriyeti’nde ikinci sayfada, salı günleri Bedri Rahmi’nin yazılarını okurdum ve yazıların içindeki tablolara bakardım. O zaman bilmiyorum Bedri Rahmi’yi ama modern bir üslup vardı orada dikkatimi çeken. Moderni de bilmiyorum ama bir şey farklı gelmişti...

İnanılmaz bir yetenek, duygunun birleşiminden çıkan bir şey üretiyorsunuz ve sizin o parçanız ülkenin ve dünyanın bir başka yerinde birçok insanla buluşuyor. Bu size nasıl hissettiriyor?

Olağanüstü bir keyif. Tabii gönül istiyor ki daha fazla yurtdışına sergiler yapalım ama bu zor bir şey. Ben Amerikada üç dört sergi yaptım. İlki 1969-70’lerde Türk evindeydi, sonraki süreçte tekrar bir iki defa sergim oldu. Onun dışında, Türkiye için yaptığım bir Atatürk Kitaplığı var ABD’de, Michigan Üniversitesi’nde. Hatta Japonya’da da oldu.

Hikâye Japonya’ya nasıl uzandı?

Japonya’daki Ertuğrul Müzesi’nin seramik ve vitraylarını arkadaşım, ustam Orhan Peker çizmişti ve ben onları realize ettim. Japonya’da götürdüm yerlerine koydum ve müzeyi düzenledim, Wakayama’da, Oşima Adası’nda. Mimarlık alanında yaptıklarım yurtiçinde de oldukça fazla. Bu konuda şanslıyım. Çok iyi mimarlarla projeler sonuçlandırdım. Bunların arasında en ilginci İstanbul ve Çanakkale boğazlarındaki radar kuleleridir. Orada porselen ve camlarla yaptığım işler vardır.

Kent mimarisi konusunda, ülkemizdeki bu çarpıklık hakkında ne düşünüyorsunuz?

Son yıllarda bu kadar büyük binalar yapılıyor, devlet daireleri yapılıyor fakat kimsenin, 80’lerdeki temposu, ruhu yok. Yapıyorlar ve bitiriyorlar. Halbuki bugün o binalarda, peyzajında sanat eserleri olmalı. Bunu ben yıllarca savundum hâlâ da savunuyorum. Son zamanlarda gençler, bina fasadlarına büyük resimler yapıyorlar, bu sevindirici bir şey ama gönül istiyor ki bunu devlet ve kuruluşlar, daha zengin bir şekilde yapabilsin. Meksika’da yıllar önce Diego Rivera’ların, Siqueiros’un , Orosco’nun yapmış olduğu resimler var ve onlar badana fiyatına resim yapmışlar. Yani bu bir ideal aslında... Mesela 57-58’lerde yaptığım bazı resimler var kâğıt üzerinde, bakıyorum şimdi geriye, boya yoktu, plastik yoktu. Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu’ndayken biz toz boyalarla, tutkallarla, verniklerle karıştırarak malzeme imal ediyorduk... Tatbiki’den mezun olan herkes ressam olmadı ama teknik konularda birtakım fabrikalarda, yaptıkları işleri ileriye götürdüler.

İdealden bahsediyorsunuz. Toplumda eğitim sisteminden başlayarak o sanat ideasını, sanatı topluma ulaştırma hedefini son yıllarda göremiyoruz. Cumhuriyetin ilk yıllarında, topluma daha çok aktarılmak istenen en önemli koşullardan bir tanesiydi bu. Halkevlerinin, Köy Enstitülerinin ve sonrasında Devlet Tatbiki’nin yürüttüğü bir akımdı. Şu an sanat eğitimi konusunda ülkemizi nerede görüyorsunuz? Gençleri, çocukları özellikle sanata alıştırmak, yetiştirmek için neler yapmalı?

İnanır mısınız, tek bir şey söyleyeceğim: Bendeki bu virüs, bu rahatsızlık Halkevleri ile başladı. Halkevlerini, Köy Enstitülerini kapatmasaydık, sanatta daha değer verecek nitelikte kişiler yetiştirseydik bugün farklı bir noktada olurduk. Bir kere Halkevleri, benim çocukluğumda, her şeyin olduğu farklı bir dünyaydı... Öyle zamanlar olmuştur ki çok şaşırmışımdır. Çünkü orada erkek ve kadın nü, heykeller yapılıyor çamurdan kalıplar alınıyor, öğretiliyor. Ama bütün bu kapıları kapattık. Büyük zenginlik katılabilecekken tökezlendi ve yavaşlandı. Mesela ben sanat virüsünü ortaokul birinci sınıfta iyiden iyiye kaptım. Çünkü o günkü hocam beni cesaretlendirdi, yüreklendirdi, yönlendirdi. Ben sınıfın arkasında çizim nesnelerini göremediğim için sürekli öne gelirdim. Beni kaldırdı, yanına oturttu, resmimi orada çizdim. Dersten sonra beni yanına çağırdı ve “Haftaya ailenden izin al, seni bir yere götüreceğim” dedi. O gün buluştuk, Kabataş’a, Akademi’ye gitmişiz meğer. Bu benim Akademi’ye ilk adımımdır. Orada gezerken bir kişiyle karşılaştık, hocam elini öptürdü. O kişi İbrahim Çallı’ydı... O dönemin öğretmenleri de bir başkaydı.

Sizin daha önceki söyleşilerinizde babanızın öykü ve şiir kaleme aldığını söylemiştiniz. Oradan mı açıldı sanat yaşamınızdaki yol?

İlkokulda, öğretmenimiz bizden bir şiir ezberlememizi istemişti. Ben de Nåzım Hikmet okumuştum. Tabii bilmiyorum yasaklı olduğunu. Öğretmenim bana Bunu başka bir yerde okuma” demişti. Nâzım, babamın tanıdığı, gördüğü, selamlaştığı biriydi. Bahariye’de aynı yerde oturuyorduk. Nâzım ülkeden ayrılırken, babamın nasıl ağladığını bilirim. Seneler içerisinde çok özel şairlerim oldu tabii. Bunların başında Bedri Rahmi, İlhan Berk, Metin Eloğlu ve Edip Cansever geliyordu. Ben hep öğrencilerime bir şey söylemişimdir onu da belirtmeden edemeyeceğim. “Ne olur”, derdim, “Bir doktor, mimar arkadaşınız, sevgiliniz olsun, sadece burada renklerin içerisinde kalmayın başka kulvarlara başka yerlere gidin, oturun, yemek yapın bir çorba pişirmesini öğrenin.” Yani insan bunlarla zenginleşiyor. Bir röportajımda aynen şunları söyledim, ben kendimi bir taşa benzetiyorum böyle şekilsiz, karmakarışık, sivri köşeli bir taş. Marmaris’te, fırtınalı havalarda, deniz kenarında gelgitler olur. Çakıl taşları gürrr gelirler, gürrr giderler ve döne döne döne o yamuk yumuk taş en sonunda yumurta gibi dümdüz olur. Hep Mevlana aklıma gelir: “Hamdım, piştim, yandım.”

Yakın zamanda görebileceğimiz kent mimarisiyle ilgili bir çalışmanız var mı?

Önemli bir merkezde büyük bir işle uğraşıyorum. İstanbul’da, İçerenköy metrosunda 150 metrekare seramik rölyef bir iş yapıyorum ve bu işi Bozüyük tesislerinde, fabrikada ateş hattında özel imalat olarak sürdürüyorum.