Miriam Toews: ‘Kadınların birçoğu kapalı topluluklarda tutsak!’

Konuşan Kadınlar (Çeviren: Gül Korkmaz / Kafka Kitap), kendisi de dünyanın geri kalanından izole ve teknolojiyi reddeden bir yaşam sürmeleriyle bilinen küçük bir Mennonit kasabasında büyüyen Kanadalı yazar Miriam Toews'un gerçeği kurguyla, acıyı mizahla zarif bir şekilde harmanladığı, dünyada da ses getiren romanı. Margaret Atwood’un “Yaşanmış bir olaydan alınan ilhamla yazılan hem büyüleyen hem hüzünlendiren hem de okurunu şoke eden bir roman!” diye nitelediği Konuşan Kadınlar Bolivya’da sekiz erkeğin, topluluklarındaki küçük kızları ve kadınları hayvan anestezisi kullanarak bilinçsiz hale getirdikten sonra yıllar boyu tecavüz ettiği dış dünyaya kapalı bir kolonide yaşanan gerçek bir olaya dayanıyor. Romanında dehşet verici bu gerçeği kurgulayan Toews, cahil bırakılmış, baskılanmış kadınların çare arayışlarının yanı sıra terk edip gitmenin zorluğunu da sayfalarına taşıyor.

Gül Korkmaz

Çoğunlukla, dünyanın geri kalanından izole ve teknolojiyi reddeden bir yaşam sürmeleriyle bilinen Mennonit topluluklarından birinde; Bolivya’daki ücra bir kolonideki yüzden fazla kadın ve kız çocuğu her sabah acı çekerek, çürük ve yaralar içinde uyanıyorlardı.

Kolonideki erkekler, gece uğradıkları cinsel saldırıları hatırlayamayan bu kadın ve kız çocuklarının günahları yüzünden Tanrı ya da Şeytan tarafından cezalandırıldıklarına; kadınların dikkat çekmek için yalan söylediğine ya da tüm bunların “vahşi dişi hayal gücünün bir sonucu” olduğuna inandılar.

Oysa kolonideki bazı erkekler hayvanlar üzerinde kullandıkları bir ilaçla kadınları ve kız çocuklarını uyutup her gece onlara tecavüz ediyordu ve bu ancak adamlardan ikisinin bir gece bir eve girmeye çalışırken yakalanmasıyla anlaşıldı.

Bu tecavüzler, öyle çok uzak bir geçmişte değil, 2005 ve 2009 yılları arasında gerçekleşti. Cinsel saldırıların failleri 2011 yılında ağır hapis cezaları alsa da, 2013’te failler hâlâ hapisteyken, kolonide benzer saldırılar devam ediyordu.

Kendisi de küçük bir Mennonit kasabasında büyüyen Kanadalı yazar Miriam Toews, Konuşan Kadınlar’da Bolivya’da her gece saldırıya uğrayan o kadınlardan ilhamla, ataerkiyle mücadele eden kadınların birlikteliklerini, ayrılıklarını, dayanışmalarını, cesaretlerini, korkularını, sevgilerini ve öfkelerini çarpıcı bir gerçeklikle aktarıyor.

Toew’in ifadesiyle “hem bu gerçeklere kurgu yoluyla bir tepki hem de ‘dişi hayal gücü’nün bir ürünü” olan romanın çevirmeni olarak, yazarla aşağıdaki röportajı gerçekleştirme fırsatı buldum.

- Öncelikle “Konuşan Kadınlar” gibi muazzam bir kadın hikayesini çevirdiğim için kendimi çok şanslı hissettiğimi ve aynı zamanda eserlerinizin bir hayranı olduğumu söylemeliyim.

Şahsen “Konuşan Kadınlar”ın pek çok açıdan bugün kadın mücadelesinin neden bu denli yakıcı bir güncelliğe sahip olduğunun altını çizen bir roman olduğunu düşünüyorum.

Ben 90larda yalnızca kadınların içeri girebildiği bir kuaförde büyüdüm ve çocukluğum kadınların hayatta yaşadıkları her şeyi birbirleriyle paylaştıkları konuşmaların arasında geçti. Kendi deneyimlerimden de gördüğüm üzere, kadınların birbirleriyle konuşmalarının iyileştirici, hayatı kolaylaştırıcı, geliştirici ve özgürleştirici bir pratik olduğunu söyleyebilirim.

- Kitapta da bir Mennonit kolonisinde yaşayan kadınların, maruz kaldıkları istismarlar karşısında hayatlarının kontrolünü kazanabilmek için bir karar vermek adına yaptıkları toplantıların kayıtlarını okuyoruz.

Böyle hayati bir karar almak için olmasa bile, kadınların erkeklerin bulunmadığı özel alanlarda kendi aralarında konuşup tartışmalarının özgürleştirici bir gücü olduğunu düşünüyor musunuz?

Romanda tanık olduğumuz toplantıların feministlerin bilinç yükseltme pratikleriyle de bir anlamda örtüştüğünü söyleyebilir miyiz?

Evet, kesinlikle! Kadınların erkekler olmadan özel alanlarda bir araya gelip konuşmaları kesinlikle hayati ve özgürleştirici. Sadece karar verme veya bilinç yükseltme amacıyla değil; aynı zamanda hayatlarından hikayeler paylaşmak, tavsiyeler vermek, şakalaşmak, sırlarını anlatmak, mücadeleyi, acıyı, sevinci paylaşmak veya daha az yalnız hissetmek için bir araya gelmeleri de öyle.

Benim büyüdüğüm topluluktaki kadınların ve kızların erkekler olmadan toplandıklarında yaptıkları tüm o konuşmaların, attıkları tüm o kahkahaların hatıraları benim için hâlâ çok canlı. Aynı kadınlar erkeklerin yanında çok farklı olurdu; sessiz ve itaatkar... Bir çocuk olarak, kadınların erkeklerden uzaktayken ne kadar canlandıklarını görmek benim için çok çarpıcıydı.

- Peki romanda da tanık olduğumuz mizah, neşe ve iyimserliğin, kadınların kendi aralarındaki konuşmalarının özgürleştirici gücünde nası bir role sahip olduğunu düşünüyorsunuz?

Çok büyük bir rolü olduğunu düşünüyorum elbette. Bunlar olmadan ilerlemek, değişime doğru yol almak mümkün değil. Çocukken, topluluğumdaki kadınların yıkıcı mizahı beni her zaman çok şaşırtıp heyecanlandırıyordu. Neşe ve şakalaşmalar her zaman hayatımızdaki zalimlerin (erkekler, kilise, her türlü otorite figürü) zararına olmuştur.

Kadınlar günün sonunda o boğucu rollere geri dönmüş olabilirler ama en azından birlikte oldukları anlarda, birbirleriyle sohbet ederken gücü ve özgürlüğü gerçekten hissedebiliyorlardı. Ve sonuç olarak, benim çocukluğumda, topluluktan ayrılmaya ya da en azından kendi iradesini ortaya koymaya cesaret edecek kadınlar oluyordu.

- Hikayenin anlatıcısı, okuma yazma bilmedikleri için kadınlar için toplantı notlarını tutan bir erkek: August Epp.

August’un kadınların konuşmalarında bulunabilmesini sağlayan şeylerden biri de aslında koloni standartlarına göre “gerçek” bir erkek olarak görülmemesi. Tabii aynı zamanda, anlatıcı olmasına rağmen ana karakterlerden biri değil ve hikayede oldukça geri planda kalıyor.

Gelgelelim, kadınların konuşmaları içinde onun düşünce akışını da takip edebiliyoruz. August eğitimli bir adam, kadınlarla aynı kolonide doğmuş olmasına rağmen dünya haritasındaki yerini biliyor ve ne koloninin ne de dışarıdaki dünyanın normlarına uyum sağlayabiliyor.

Onun karakterinin bu yönleri, okuyucunun bu kadınların hayatlarına bakış açısını nasıl etkiliyor?

August bu kadınları, özellikle Ona'yı seviyor ve ayrıca onlara ihtiyacı da var. Onlarla birlikte güvende hissediyor, kadınlar onu cesaretlendiriyor ve ona hayata dair bir anlam duygusu veriyorlar. Onlardan öğrenmek ve onlarla birlikte doğruyu yapmak istiyor. Hikâyenin anlatıcısı olarak, senin de söylediğin gibi, kadınların her birini onun bakış açısından görüyoruz: saygıya değer birer insan olarak. August’un gözünden kadınlar zeki ve şefkatli, komik ve güçlüler. Ve tabii ki, içinde yaşadıkları ataerkil ve köktenci topluluk ve dünya bağlamında, tüm kadınlar gibi korunaksızlar.

- Mennonitlerin ataerkil dinamikleriyle modern dünya olarak tanımlayabileceğimiz kentli toplulukların ataerkil dinamikleri arasında biçimsel de olsa bir benzerlik kuruyor musunuz?

Kesinlikle. Kadınlara karşı savaş diyebiliriz buna. Amerika'da özellikle kürtaj konusunda kadınların haklarına nasıl saldırıldığına baksanıza! Tüm bunların kaynağı patriyarka: erkeklerin hakbendeciliği, erkek iktidarı, erkeklerin kadınlar ve bedenleri üzerindeki kontrolü.

- Romanda kadınların maruz kaldıkları saldırılar betimlenerek öne çıkarılmamış. Bunu bilinçli olarak yaptığınızı bir başka röportajınızda okumuştum. Nedenini bizim için açıklar mısınız?

Bu kadınların yaşadığı dehşeti kafamızda canlandırabiliyoruz zaten. Gerçek hikâyenin hakikatleri kitabın başında kısaca belirtiliyor ve kitap bu gerçeklere kurgusal bir yanıt.

Kitapta, saldırıların dehşetini anlamamızı sağlayan birkaç küçük ayrıntı var; örneğin küçük bir kızın zührevi enfeksiyon için antibiyotik alması, yaşlı bir kadının kendi dişleri kırıldığı için takma diş takması gerekmesi, kadınlardan birinin saldırıları sonucu hamile olması, bir diğerinin intihar etmesi ve iki genç kızın bileklerinde ve ayak bileklerinde görünür ip kesikleri olması gibi.

Saldırıları çok ayrıntılı bir şekilde tasvir etmeme konusunda kararlıydım çünkü bu bana tecavüzlerin tekrarlanması olur gibi geldi. Hayal gücümüz, ayrıntılı olarak açıklanmadan da dehşeti hissedebilmek konusunda son derece yeterli bana kalırsa.

- Dışarıdan bakıldığında bu tür kolonilerde / kapalı topluluklarda yaşayanlar, özellikle Batılı ve şehirli kültürlerde “kaçıklar” olarak görülüyor. Çoğunlukla bu tür topluluklarda yaşayan kadınlara da o hayatı kendileri seçmiş olarak aynı kategoride değerlendiriliyor.

Aldığınız tepkilere de dayanarak, bu romanın bu görüşü değiştirdiğini söyleyebilir misiniz?

Evet. Gerçek şu ki, bu kadınların hepsi olmasa da birçoğu bu kapalı toplulularda tutsak. Bu koloniler erkek kilise yetkilileri tarafından gerçek adalet değil, ibadet ve affedicilik vurgulanarak yönetiliyor.

Kadınlar eğitimli değiller ve bu kolonilerin bulunduğu Meksika, Bolivya ve Belize gibi ülkelerin dilini konuşamıyorlar. Yanlarında bir erkek bulunmadığı sürece koloniden ayrılamıyorlar ve koloni dışında avukata, polise ya da herhangi bir yardıma başvuramıyorlar. Doğal olarak, bu koşullarda erkekler cezasız kalabiliyor ve kızlar ve kadınlar (ayrıca bazı erkekler de) ıztırap içinde yaşıyorlar.

Tabii bunların yanında bir de, bu topluluklardaki kilise öğretilerine göre, eğer ebedi hayatlarını Cennette geçirmeyi umuyorlarsa, kadınlar erkekleri affetmek ve onlara boyun eğmek zorundalar. Ve böylece hiçbir şey değişmiyor. Bu elbette ki yabancılara ve seküler dünyaya çok tuhaf geliyor, ama buraların gerçeği bu.

- Peki benzer kapalı topluluklarda yaşayan ya da hayatının bir döneminde yaşamış olan kadınlardan aldığınız geri dönüşler nasıl?

Pek çok kadınla konuştum ve aslında farklı tepkiler veriyorlar. Hepsi artık o kapalı kolonilerde yaşamadıkları için mutlu ve rahatlar, ama durum bundan daha karmaşık. Bu iyi hislerin biraz acı ve buruk bir tadı var çünkü bu toplulukların onların hayata dair bildikleri her şeydi ve geri dönmelerinin de hoş karşılanmayacağının farkındalar.

Bu tür topluluklardan ayrılan kadınlarla çoğunlukla imza günlerinde tanışıyorum. Genellikle kocaları onları dışarıda, arabalarda bekliyor. Benimle alelacele ve kısık sesle konuşuyorlar; bana kendi deneyimlerini, nasıl hâlâ “özgür” olamadıklarını ama en azından artık kolonilerde olmadıklarını anlatıyorlar.

Hâlâ kolonilerde yaşayan kız kardeşleri, anneleri ve diğer kadın aile üyeleri için endişelerini dile getiriyorlar. Ve elbette dil engeli de oluyor çünkü bu kadınların çoğu yalnızca Mennonitlerin yazılı olmayan dili olan ve benim pek akıcı olmadığım Aşağı Almanca konuşuyor.

Ama genellikle çok fazla üzüntü, pişmanlık ve öfke hissettiklerini söyleyebilirim çünkü onlar aslında güvende olmak, çocuklarını korumak ve kendi hayatlarının biraz olsun öznesi olabilmek için, bir bakıma, bildikleri tek dünyayı terk etmeye zorlanmış kadınlar. Sonra, elbette, “dış” dünyanın kendi sorunlarını da keşfediyorlar.

Tüm bu hisler gerçekten de kolonilerin dünyasına da dış dünyaya da uyum sağlayamadığını hissetmekle ilgili; tüm bunları ben de Montreal’e gitmek için kendi Mennonit topluluğumdan ayrıldığım zamanlardan şiddetle hatırlıyorum.

- Kitapta aslında kadınların erdem üzerine, yaşam üzerine, inançlar, sevgi, nefret, affedicilik vs üzerine pek çok felsefi tartışma da okuyoruz. Güncel akademik felsefede diyalektiğin bu formunun ortadan kaybolmuş olması bizi nelerden mahrum bırakıyor sizce?

Ve de felsefenin diyalog formuyla yapılması size göre felsefenin hem gündelik hem politik konularla göbek bağını daha iyi yansıtıyor olabilir mi?

Evet, bence öyle. Hayatlarımız, politik meseleler veya toplum hakkında düşünürken, felsefenin önemini unuttuk veya görmezden geliyoruz bana kalırsa. Diyaloğu sorgulama yoluyla daha da ileriye götüren Sokratik yöntem sanırım bu. Tabii ki zaman ve dikkat gerektiriyor. Dinlememiz, argümanlarımızı dile getirmemiz ve şekillendirmemiz gerekiyor.

Bunların hepsi çok fazla zahmet demek; muhtemelen pek çok insan bunu yapmaya istekli değil veya buna zamanları olmadığını düşünüyor. Ama diyalog formunda felsefe yapmanın eğlenceli bir öğrenme yöntemi; diğer insanlarla bağlantı kurmanın, dayanışma ve ardından gerçek bir değişim yaratmanın yolu olduğunu düşünüyorum.