Meksika güneşi altında: ‘Sundown’
Meksikalı sinemacı Michel Franco’nun son filmi “Sundown” Türkiye’de ilk kez gösterildiği 41. İstanbul Film Festivali’nin ardından Başka Sinema çatısı altında vizyona girdi
Emrah KolukısaBelki memleketlileri Alfonso Cuaron, Guillermo Del Toro ve Alejandro Gonzalez İnarritu kadar popüler değil ama Michel Franco son dönem Meksika sinemasının parlak isimlerinden biri. Onu Hollywood ve anaakım sinemadan çok, yine meksikalı yönetmen Carlos Reygadas gibi, art-hous sinemanın içinde değerlendirmek daha doğru elbette. Elinde bir Oscar ödülü yok (henüz) belki ama dünyanın en saygın festivallerinden Cannes ve Venedik’te filmleri gösterilen Franco her filmiyle övgü toplamayı bildi 2009‘dan bu yana sürdürdüğü uzun metraj kariyerinde. Şimdi de 41. İstanbul Film Festivali’nde izleme fırsatı bulduğumuz son filmi “Sundown” (“Gün Batımı”) ile gündemde.
“Sundown” Meksika’da tatil yapan bir ailenin mutlu anlarıyla başlıyor. Ancak Amerika’dan gelen bir ölüm haberi her şeyi bir anda bıçak gibi kesiveriyor ve 4 kişilik aile hızla dönüş için harekete geçerek havalimanına gidiyor. Tam da pasaport kontrolü öncesi aile fertlerinden biri pasaportunu yanına almadığını ve muhtemelen kaldıkları otelde unuttuğunu fark ediyor ve uçağa binmiyor. İşte biz de filmin geri kalanında uçağa binmeyen o kişiyi, yani Amerikalı turist Neil Bennett’i (Tim Roth) izliyoruz. Fazla sürprizini bozmadan özetlemek gerekirse, “Sundown”ın hikayesi üç aşağı beş yukarı böyle bir şey.
Michel Franco’nun 80 dakika gibi bir sürede toparladığı “Sundown” katman katman açılan, her dönemeçte izlediğiniz hikayeyi farklı bir şekle büründüren ve bunu da izleyiciyi şoka uğratmak gibi büyük dönüşlerle değil de “izlediğim hikaye ve tanık olduğum karakter aslında sandığım şey değilmiş” hissini inceden inceden vererek yapıyor. Film nihayetinde bir karakter çalışması ve biz zaman zaman neredeyse bir sosyopat kadar duygusuz Neil Bennett’in neden bir anda hayatının kökten değiştirmeye karar verdiğini, ikili ilişkilerindeki radikal tercih değişikliklerinin sebebini anlamaya ve bir türlü özdeşlik kuramadığımız bu karaktere neden bu kadar bağlandığımızı çözmeye çalışıyoruz. Bu da elbette Michel Franco’nun bir sinemacı ve hikaye anlatıcısı olarak ustalığına delalet ediyor son tahlilde.
Ülkesinin girdi çıktılarını, sınıfsal ve kriminel açmazlarını çok iyi bilen (bir önceki müthiş filmi “New Order”ı da yeniden hatırlamakta fayda var) Franco daha önce de çalıştığı Tim Roth ile bu ikinci filminde bir kez daha kolay kolay akıllardan çıkmayacak bir filme imza atmış. Yer yer Albert Camus’nün “Yabancı”sını akıllara getiren (Meksika güneşinin o yıkıcı sıcağı, dahası sürekli gözleri kamaştıran o parlak, handiyse kör edici ışığı da eklenince hele) filmde Tim Roth’a eşlik eden Charlotte Gainsbourg, Izaua Larios (üstte) gibi isimler de belki rolleri ve senaryonun yapısı gereği çok öne çıkmıyorlar ama özellikle Gainsbourg göründüğü her sahneye tekinsiz bir ateş taşımayı biliyor.
Uzun uzun anlatmaya gerek yok ama film bittiğinde sanıyorum hayatın kendisi üzerine ve hayatta gerçekten nelerin önemli olduğuna dair hemen herkes kendince bir sorgulama yapacaktır. Nihayetinde Neil Bennett’i anlayıp anlamamak bir yana, kendi içimize baktığımızda göreceğimiz şeyle yüzleşebilmek aslolan, yanlış mı?
FİLMİN NOTU: 8/10