Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde ve modern roman! Ayşe Eziler Kıran’ın yazısı

Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde ile roman sanatının bir bölümünü kapatıyor, modern romanı başlatıyordu. Artık kahramanlar, Honoré de Balzac’ın, Émile Zola’nınkiler gibi romandan romana dolaşmıyor, rolleri değişmiyordu. Tek bir roman söz konuydu. Bu romanda kahraman yaşlanıyor, konum değiştiriyor, ilişkileri farklılaşıyordu. Ve anlatıcı da onlarla birlikte yaşlanıyordu. Başkahraman ile anlatıcıyı birleştiren “ben”in Proust’ta yeni bir kimliği vardı. Roman sanki Sainte-Beuve’e Karşı denemesinde savunduğu “toplumsal ben” ile “mahrem ben” arasındaki farkın bir uygulamasıydı. Proust’a göre toplum içinde görülen yazar (“toplumsal ben”) ile yazarın “mahrem ben”i birbiriyle karıştırılmamalıdır. “Toplumsal ben”e bakarak yazarın “mahrem ben”i değerlendirilmemelidir. Bu görüş modern eleştiriye yeni kapılar açmaktaydı. Ve Proust o zamana dek yapılmamış bir şeyi yaptı. Kayıp Zamanın İzinde’nin Mahpus başlıklı bölümünde, kahramanı Albertine, anlatıcı “ben”e “Marcel” diye hitap eder. O zamana dek okuyucu anlatıcının adını bilmez. Nihayet Albertine’in ağzından Marcel adı duyulur… ama soyadı, o hiçbir zaman öğrenilemez. Yazar burada modern yazında son yıllarda kullanılmaya başlanan “metaleps” tekniğini kullanmış gibi görünüyor. Kendini romanına katmak. Kayıp Zamanın İzinde konusunda yapılan özgün çalışmalar Proust’un yalnız roman sanatına getirdiği yenilikleri, onu diğer romancılardan ayıran özellikleri bilimsel olarak, yansız bir biçimde açıklamakta kalmayıp, onun niçin büyük bir yazar olduğunu da göstermektedir.

Ayşe Eziler Kıran

Çizim EVA KLOS

“Arzu çiçek açtırır, sahiplenme ise her şeyi soldurur.”

Marcel Proust

KAYIP ZAMANIN İZİNDE’NİN İZLEKLERİ GENÇLİK YAZILARINDA BELİRİYORDU!

Marcel Proust çok ayrıcalıklı bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Annesi çok varlıklı ve kültürlü bir ailenin kızıydı. Babası mütevazı taşralı bir ailenin çok başarılı oğluydu: saygın bir doktor ve bilim adamıydı. Babasının ailesi gelinlerini pek benimsemeseler de genç Proust ailesini birçok kez İlliers’de ağırladılar.

Proust, bugünkü adıyla İlliers-Combray’a yalnızca çocukluğunda gitmiş olsa da bu kasaba ve çevresinde yapılan geziler, baba evi, orada pişen yemekler, çörekler Kayıp Zamanın İzinde’nin¹ özellikle “Combray” başlıklı bölümü ve anlatıcının çocukluğunu şekillendirmiştir.

Proust’un astım hastalığının ortaya çıkmasından sonra gençlik yıllarında eşcinselliği de görünür oldu. Bilim ve siyaset çevrelerinde çok sayılan ve sevilen anne ve baba Proust bu durumdan çok büyük sıkıntı duyuyorlardı. Baba Proust oğlunun ikinci özelliğini kabullenip duruma kayıtsız kalmayı yeğledi. Anne ise oğlunun eşcinselliğini sanatla aşabileceğini, iyi bir yazar olacağına inancı ile yaşadığı sürece oğluna her konuda destek oldu.

Proust daha lise yıllarından başlayarak öyküler, denemeler yazıyor ve dar bir çevrenin ilgisini çekse de yayınlamayı başarıyordu. Bu gençlik yazılarında Kayıp Zamanın İzinde’nin izlekleri belirmeye başlamıştı: Yalnızlık, kıskançlık, eşcinsellik, sonradan görmelik, kendini beğenmişlik, görmemişlik, arkadaşlık, sanata düşkünlük, müzik bilgisi ve sevgisi….

İyi bir lise ve üniversite öğrenimi gören Proust uzak akrabası Henri Bergson’un da öğrencisi oldu. Daha o yıllarda Bergson’un geçmişin bulunamayacağı düşüncesini eleştirdi.

Proust ünlü aristokrat ve burjuva salonlarına, yemeklerine davet edilmeye, onlar için davetler vermeye, onları gözlemlemeye, inceden inceye eleştirmeye ve parodilerini yapmaya bayılıyordu.

YARIM KALAN ROMANI: JEAN SANTEUIL!

Bu dönemde çok fazla özyaşamöyküsel öge barındıran, zamandizimsel bir sıra izleyen Jean Santeuil başlıklı romanının yazmaya başladıysa da dört yıllık bir çalışmanın ardından romanını yarım bıraktı. Jean-Yves Tadié, yazarın romanını yarım bırakmasının bir nedeninin de anne ve babasının romanını okumalarını istememesi olabileceğini düşünmektedir.

Proust önce babasının ölümü ile derinden sarsıldı. Bu kayıptan sonra annesi ile birlikte ünlü İngiliz sanat felsefecisi John Ruskin’in Amiens İncil’i ve Susamlar ve Zambaklar’ı² kendisinden daha iyi İngilizce bilen annesinin yardımıyla Fransızcaya çevirdi, önsözlerini ve açıklama notlarını yazdı. Bu iki çeviri yazarın sanat anlayışına çok önemli katkıda bulundu.

Babasının ölümü üzerinden iki yıl geçmeden annesinin kaybıyla ile yıkıldı. Kendi isteği ile bir klinikte tedavi gördü. Artık başka bir insandı. Kendisi hemen ayrımsamasa da üzerinden önemli bir baskı kalkmıştı. Artık kendisi ile gurur duymak isteyen, kendisinden büyük başarılar bekleyen, bir işi olmamasından, eşcinselliğinden utanan ebeveynleri yoktu.

ÜNLÜ NOT DEFTERLERİ (CAHIERS)!

Salonlardan uzaklaşmaya, ünlü not defterlerini (Cahiers) tutmaya başladı. Bu defterlerdeki bazı sayfaları olduğu gibi Kayıp Zamanın İzinde’de bulmak olasıdır. Aynı dönemde Sainte-Beuve Karşı3 deneme-eleştiri kitabını yazmaya başladı; daha az dışarı çıkmaya başladı. Buna karşılık mektuplaşmaları yoğunlaştı. Odası ile dış dünya arasındaki ilişkiyi neredeyse mektuplar ile sağlamaya başladı.

İki yıllık çalışmadan sonra Sainte-Beuve Karşı’yı da olduğu gibi bıraktı ve nihayet romanını yazmaya başladı, sonra da romanının birinci cildi Swannların Tarafı’nı yayınlama arayışına girdi. Proust’un salonlardaki ünü, zenginliği, bir işi olmaması, daha önceki yapıtlarının o gün için modasının geçmiş olması bu ilk romanının yayınlanmasına yardımcı olmadı. En sonunda romanını Grasset Yayınevine kendi parası ile bastırdı.

SWANNLARIN TARAFI İLE KOPAN KIYAMET!

Mektuplarından anlaşıldığı kadarıyla, Proust tüm etkili tanıdıklarını romanının tanıtılması için harekete geçirdi. Bunların arasında eski sevgili arkadaşı Lucien Daudet de4 vardı. Basın romanı olumlu, olumsuz eleştiriler ile ilgiyle karşıladı. Lucien Daudet’nin gayretleriyle roman 1913 Goncourt Ödülünü alınca ünü ve saygınlığı iyice arttı.

Proust romanı için mektuplaştığı, görüştüğü kişilerden çok ince ayrıntılı bilgiler almayı sürdürüyordu. Bu bilgilerin ne kadarını, romanının neresinde kullandığını yalnız kendisi biliyordu.

Swannların Tarafı’nın yayınlamasından sonra Paris sosyetesinde neredeyse küçük bir kıyamet koptu. Çünkü roman kahramanlarında kendilerinden özellikler bulan çok kişi gülünçleştirildikleri, aşağılandıkları, özel yaşamlarının sergilendiği gerekçesiyle romancıya küstü. Bazıları da mektuplarıyla hesap sordular.

KAYIP ZAMANIN İZİNDE İLE MODERN ROMANI BAŞLATTI!

Aslında Kayıp Zamanın İzinde roman sanatının bir bölümünü kapatıyor, modern romanı başlatıyordu.

- Artık kahramanlar, Honoré de Balzac’ın, Émile Zola’nınkiler gibi romandan romana dolaşmıyor, rolleri değişmiyordu. Tek bir roman söz konuydu. Bu romanda kahraman yaşlanıyor, konum değiştiriyor, ilişkileri farklılaşıyordu. Ve anlatıcı da onlarla birlikte yaşlanıyordu.

Proust kahramanlarını sinemadaki “montaj” tekniği ile oluşturuyordu: gerçek yaşamdaki modellerinin değişik özelliklerini (duruş, yürüyüş, gülümseyiş, giyim, sigara içiş, ayakkabı bağlayış, müzik zevki, karakter özelliği, ev dekoru, bir elbisedeki küçük bir motif…) tek bir kahramanda birleştiriyordu. “Ah! Ama beni yazmışsınız” diyene “Hayır” diyerek kahramanının başka özelliklerini sıralıyordu.

‘TOPLUMSAL BEN’ İLE ‘MAHREM BEN’!

- Başkahraman ile anlatıcıyı birleştiren “ben”in Proust’ta yeni bir kimliği vardı. Roman sanki Sainte-Beuve’e Karşı denemesinde savunduğu “toplumsal ben” ile “mahrem ben” arasındaki farkın bir uygulamasıydı.

Proust’a göre toplum içinde görülen yazar (“toplumsal ben”) ile yazarın “mahrem ben”i birbiriyle karıştırılmamalıdır. “Toplumsal ben”e bakarak yazarın “mahrem ben”i değerlendirilmemelidir. Bu görüş modern eleştiriye yeni kapılar açmaktaydı.

Ve Proust o zamana dek yapılmamış bir şeyi yaptı. Kayıp Zamanın İzinde’nin “Mahpus” başlıklı bölümünde, kahramanı Albertine, anlatıcı “ben”“Marcel” diye hitap eder. O zamana dek okuyucu anlatıcının adını bilmez. Nihayet Albertine’in ağzından Marcel adı duyulur… ama soyadı, o hiçbir zaman öğrenilemez.

KENDİNİ ROMAN KATTI!

Kimi araştırmacılar bunun Proust’un yaptığı bir yanlışlık, unutkanlık olduğunu savunsalar da Proust’un böyle bir dikkatsizlik yapacağına inanmak biraz zor. Yazar modern yazında son yıllarda kullanılmaya başlanan “metaleps” tekniğini kullanmış gibi görünüyor. Kendini romanına katmak.

Bir başka olasılık da sanat estetiği konusunda çok bilgili olan Proust, romanının bir yerine ressamların yaptığı gibi imzasını atmış olabilir; yine kimi ressamların yaptığı gibi resimdeki kahramanlardan birine kendi özelliklerini ödünç vermiş olabilir.

“Ben” diyen anlatıcının zamanı ve mekânı kullanımı çok dikkat çekicidir. Anlatıcı ben ya da Marcel aynı anda farklı zamanları, farklı yerlerde yaşayabilmekte, doğmadan önce yaşanmış olayları kendisi tanık olmuş gibi anlatabilmektedir. Bu özellik Proust’un anlatıcı “ben”e tanıdığı büyük özgürlükten kaynaklanmaktadır.

‘İSTENÇLİ BELLEK’-‘İSTENÇ DIŞI BELLEK’

Proust, Antoine Bibesco’ya yazdığı bir mektubunda romanında adını vermeden kullandığı “istençli bellek” ile “istenç dışı bellek” arasındaki ayrımı anlatır. Birincisi zekanın ve gözlerin belleği olup yalnızca görüntüleri verir, geçmişi gerçeklikten koparır oysa ikincisi bir koku, bir tat, bir dokunuş, bir ses, bir görüntü ile birdenbire denetimsiz olarak geçmişi insana yeniden sunar. İşte o zaman anımsanan geçmişin yaşanan geçmişten ne kadar farklı olduğu ortaya çıkar.

Proust’a göre istençli bellek kötü bir ressamın gerçek dışı renkleri gibidir. Proust beş duyu, zaman ve duygular arasında bir ilişki kurarak anlatıcının hiç beklemediği bir anda bir koku, bir tat, bir dokunuş, bir görüntü, bir ses ile bir anda zihninde, bilincinde hem geçmiş zamandan bir anıyı gözlerinin önünde canlandırır hem de unuttuğunu sandığı bir duyguyu (mutluluk, hüzün, sıkıntı, heyecan..) yeniden yaşatır.

Eşitlenmemiş bir parke taşına ayağı değen (dokunma duyusu) anlatıcı Venedik’te San Marco Kilisesi’nin Vaftizhanesi’nde duyduğu hazzı, mutluluğu; bir kaşığın porselen tabağa vurduğu anda duyulan sesin bir garda memurun trenin tekerliğine vurduğu anda çıkan sesi (işitme duyusu) ve o anda duyduğu heyecanı; sert kolalı bir peçetenin Balbec’teki otelin nemli havlularını (dokunma duyusu), okyanusu (görme duyusu) ve o anda duyduğu rahatlama duygusunu; bitki çayına batırılan madlen kurabiyesinin koku ve tadının Combray’deki çocukluk günlerini (koku, tat ve görme duyusu) anımsatması gibi.

Kısacası geçmiş zaman ile şimdiki zamanın bir anda çarpışmakta şimdiki zamanın duyuları geçmiş zamanın hem duyularını hem de duygularını şimdiki zamanda buluşturmaktadır. Kısacası duyular duyguları çağırarak nesneleri, mekânı… bilinen zamanın dışında, ne geçmiş ne gelecek olmayan bir zamanda yeniden yaşatmaktadır.

KURMACA ÖZYAŞAMÖYKÜSÜ TÜRÜNE GİDEN YOLLARI AÇTI!

Proust büyük bir ustalıkla özel yaşamını, duygularını, gözlemlerini, eleştirilerini, alaylarını, taklitlerini gerçek dünyadan kopararak kurmacaya dönüştürmüş, kurmaca dünyasına yerleştirmiş, derinlerdeki “ben”ini, kimlik bunalımını yazınsal bir yapıta dönüştürerek Serge Dubrovsky’nin yazınsal bir tür için önerdiği “autofiction” (kurmaca özyaşamöyküsü) türüne giden yolları açmıştır.

Bu özellikler yirmi birinci yüzyılın romanının artık oluşturucu özellikleri olduğu için günümüzde özgün görünmeyebilir, ama o zaman için yazarının yaratıcı gücünü ve cesaretini ortaya koymaktadır.

KAYIP ZAMANIN İZİNDE UNUTULMASA BİLE ÜZERİNDE PEK TARTIŞILMADI! CELINE AĞIR ELEŞTİRDİ, SARTRE KÜÇÜMSEDİ!

Romancı, elli iki yıllık yaşamının son on dört yılını verdiği romanını tamamlayamadan öldü. Romanın son üç cildi ölümünden sonra yayınlandı. Artık yapıtının tanıtılması, eleştirilmesi için uğraşan bir Proust yoktu. Eleştirmenler romancının denetiminden geçmemiş bir yapıtı değerlendirmekten çekindiler. Böylece Kayıp Zamanın İzinde unutulmasa bile üzerinde pek tartışılmadı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra iki ünlü yazarın bakış açısı da Proust’un yararına olmadı. Nazi taraftarı, Yahudi düşmanı olduğu bilinen Louis-Ferdinand de CélineProust’u, romanını, araştırmacılarını, romanını sevenleri çirkin sözcük oyunları ile çok ağır biçimde eleştirdi. Jean-Paul Sartre ise değerlendirme yapmaktan çok dolaylı olarak olumsuz göndermeler yapmayı, “burjuva bir yazar” olarak küçümsemeyi seçti.

NOT DEFTERLERİ VE MEKTUPLARININ YAYINLANMASIYLA YAZIN ÇEVRELERİ VE UZMANLAR PROUST’A DİKKAT KESİLDİ!

Dilbilim çalışmalarının çoğalması, yapısalcılığın giderek kendisini bir yöntem olarak dayatmasıyla göstergebilim, anlambilim, yeni yazınbilim ve yeni eleştiri yöntemleri varoluşçu akımı gölgelemeye başladı.

Tam bu sıralarda Proust’un isteğine karşı yakılmamış, karma karışık bir halde kalan Jean Santeuil (1952) ve Sainte-Beuve’e Karşı (1954), Proust’un not defterleri ve bazı mektupları bulundu ve yayınlanmaya başlandı.

Yazın çevreleri ve uzmanlar yeni bakış açılarıyla yeniden Proust’a döndüler. Bunların başında göstergebilimci Roland Barthes, dilbilimci Julia Kristeva, Dominique Maingueneau, felsefeci Paul Ricœur, Walter Benjamin, Anne Henry, yazınbilimci Gérard Genette, Jean Yves Tadié, Antoine Compagnon, Jean Milly, Haruhiko Tokuda, yazın eleştirmeni Rene´ Pomeau, Luc Fraisse’i….saymak olası.

Kayıp Zamanın İzinde konusunda yapılan özgün çalışmalar Proust’un yalnız roman sanatına getirdiği yenilikleri, onu diğer romancılardan ayıran özellikleri bilimsel olarak, yansız bir biçimde açıklamakta kalmayıp, onun niçin büyük bir yazar olduğunu da göstermektedir.

¹ Proust M. / Kayıp Zamanın İzinde (Swann’ların Tarafı, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, Guermantes Tarafı, Sodom ve Gomorra, Mahpus, Albertine Kayıp, Yakalanan Zaman) / Çev. R. Hakmen / Yapı Kredi Yay. / İstanbul, 2020.

² Ruskin / J. Susamlar ve Zambaklar / Çev. E. M. Benzer / Şule Yay. / İstanbul, 2015.

3 Proust / M. Sainte-Beuve’e Karşı / Çev. R. Hakmen / Doğu Batı Yay. / Ankara, 2006.

4 Alphonse Daudet’nin küçük oğlu.