‘Maldoror’un Şarkıları’

Dünya edebiyatının en gizemli yapıtlarından olan Maldoror’un Şarkıları’nın (Çev. Özdemir İnce / İmge Kitabevi) yazarı Lautréamont, ya da gerçek adıyla Isidore Ducasse, hiç bir yayımcıyı ilgilendirmediği için, kitabını kendi olanaklarıyla 1869’da bastırtmıştı. Ancak yayımcı, baskı ücretinin tamamının ödenmemiş olması nedeniyle eseri satışa çıkarmadı. Ducasse’ın ölümünden yıllar sonra, 1874’te, satılmayan nüshalar başka bir editör tarafından tesadüfen bulundu ve yapıt yeniden basılarak satışa sunuldu. Sonunda, edebiyat dünyası Maldoror’u tanıma şansına erişmiş bulunuyordu.

Ferda Fidan

YARATICI’YA KARŞI İNATLA 

SAVAŞAN BİR MELEK;MALDOROR!

Lautréamont, ya da gerçek adıyla Isidore Ducasse’nin gizemli yapıtı Maldoror’un Şarkıları (Çev. Özdemir İnce / İmge Kitabevi) altı şarkıdan oluşan uzun bir düzyazı şiirdir. Karşımıza bazen bir tür düşmüş melek olarak da çıkan Maldoror, “Evren gibi hüzünlü, intihar gibi güzel” yüzüyle hayattan umudunu kesmiş insanı temsil eder ve kıyıcı bir kayıtsızlıkla suçladığı, “insan dışkılarından ve altından yapılmış bir taht”ta oturan Yaratıcı’ya karşı inatla savaşır. 

Ama bir yandan da “kayanın sertliğini, dökme çeliğin katılığını” geride bırakan insanlığın vahşi doğasını eleştirir ve sadizmin doruklarına varan canice eylemler gerçekleştirerek, insanlara zulmetmekten haz duyar, zira insan en ürkütücü hayvanlardan bile daha zalim bir varlıktır: “Kendi istencime bağlı olsaydı, açlığı fırtınalarla dost olan dişi köpekbalığı ile yırtıcılığıyla ünlü kaplanın oğlu olmak isterdim: bunca kötü olmazdım.” 

İçindeki nefret aslında bütün evreni saran kötülüğe karşı bir protesto şeklini alır. Zira iyilik yoluyla hiçbir yere varılamayacağı açıktır: “Erdemli ve safça yöntemler bir şey kazandırmaz sana.”

EPİK BİR EVREN!

Yazar nesneleri ve hayvanları da konuşturarak anlattığı kimi tuhaf kimi korkunç olayların içine çok sayıda başkalaşma da katar. Bütün bu öğeler bize yıldızlar, okyanus, ve yeryüzünü de içeren epik bir evrende olduğumuzu gösterir. 

Kullandığı abartılı üslup, kitabın İlyada ve Odysseia’daki gibi şarkılara bölünmüş olması, kötülük hakkında yazılmış bir düzyazı destanı okuduğumuzu kanıtlar: “Ben kan dökücülüğün tadını betimlemek için kullanıyorum dehâmı!”

Dünyanın bir cehennemden farkı yoktur ve insan yaşamı boyunca mutlak olanı arayan doyumsuz bir varlıktır: 

“Ben de tıpkı köpekler gibi sonsuzluk gereksinimi duyuyorum… Ama çaresizim, doyuramıyorum bu açlığı!” 

Fakat kendini bu evrenden soyutlayabilmek için soluk alacak vakti yok gibidir: onulmaz bir iç sıkıntısı içinde, görünmez bir elin kendisine sürekli eziyet ettiğini hisseder: “Peki kimdir öyleyse, örse inen çekiç gibi, başıma demir çubukla vuran?”

PARODİK VE ELEŞTİREL BİR KİTAP!

Ne var ki, yapıtın içerdiği sürekli ironi bizi anlatıya fazla kapılmadan, araya mesafe koyarak okumamız yönünde uyarır. Aslında kendini alaya alan, parodik ve eleştirel bir kitaptır okuduğumuz: “İlkin sümküreceğim, çünkü gereksinimim var, ve sonra, büyük ölçüde elimin yardımıyla, parmaklarımın düşürdüğü diviti tekrar alacağım…” 

Lautréamont, 19. yüzyılda çok revaçta olan kara romantizmi, hatta Julien Gracq’a göre, belki de yalandan ibaret olduğunu ima ettiği edebiyatın kendisini, mizah aracılığıyla yıkmayı amaçlayan bir üslup kullanır. 

Şarkıdan şarkıya yapıta giderek daha çok karışan ve şairin kendi sesi olarak algılayabileceğimiz bu tür yorumlar aracılığıyla, bir anlamda, okuyucu eserin aynı anda yapılışına ve bozuluşuna tanıklık eder gibidir: “Gündelik konuşmanın hafif ve kuşkucu tutumundan sıyrılıp ve yeterince sakınımlı olup… söylemeye niyetledniğim şeyi bilmiyorum artık, çünkü anımsamıyorum cümlenin başını.” 

GIDE: ‘OKUDUĞUMDA KENDİ 

YAPITLARIMDAN UTANDIM’

André Gide’in “Okuduğumda kendi yapıtlarımdan utandım” dediği ve şairin “küçük bir roman” olarak sunduğu altıncı şarkıda ergen Mervyn, bizzat Tanrı ve elçilerinin bütün çabalarına karşın, kendini baştan çıkaran Maldoror’un gazabından kurtulamaz. 

Son sayfadaki dehşetli sahnede, Mervyn’in cesedi mutlakçılığı simgeleyen Paris’teki Vendôme sütunundan, Cumhuriyet'in anıtsal sembolü sayılan Panthéon’un kubbesine fırlatılır, ki bu tuhaf eylem geleneksel edebiyatı silip atmak isteyen şairin yeniliğe olan mutlak susamışlığının bir ifadesi olarak yorumlanabilir.

Yayımlandığı ilk yıllarda gözlerden kaçmış olsa da, 19. yüzyılın sonunda bazı yazarlar Maldoror’un Şarkıları’ndan övgüyle söz etmeye başladılar, ama genellikle bir delinin yapıtı olabileceğini düşünüyorlardı. Joris-Karl Huysmans eseri okuduktan sonra hayretler içinde “Böylesine korkunç düşler yazan bir adam hayatta acaba ne iş yapıyor olabilirdi?” diye sormuştu. 

ÇIĞIR AÇAN BİR KİTAP OLDUĞUNU 

İLK SÜRREALİSTLER KAVRADI!

Maldoror’un Şarkıları’nın aslında çığır açan bir kitap olduğunu gerçekten kavrayan yazarlar, 20. yüzyılın başlarında, Philippe Soupault ve André Breton başta olmak üzere Sürrealistler olmuştur. Zira Lautréamont’nun amacının dili ve edebiyatı altüst etmek olduğunu anlamışlardı. 

Kendileri de aynı amacı güttüklerinden, tüm esere ve her şeyden önce altıncı şarkıdaki Mervyn’in güzelliğini anlatan benzetmelere hayran kalmışlardı: “Yırtıcı kuşların pençe tırnaklarının geri çekilebilirliği gibi güzel (…) ve özellikle, beklenmedik bir anda, bir teşrih masasında bir dikiş makinesi ve bir şemsiyeye rastlamak gibi.”

Ancak aralarındaki farkı öne çıkarmak için, S. Bernard’ın sözlerini anımsamalıyız: “Sürrealistler inşa etmek için yıktılar, Lautréamont ise salt yıkmış olmak için yıktı.” 

Şu var ki, şair güzel olduğu kadar çelişkili gözlemleriyle bu yıkım arzusunu ne derece ciddiye almamız konusunda bizi belirsizlik içinde bırakır: “Kitap ya da dergi okuyarak vakit geçirenleri genellikle kurtarmak zorunda olduğumuz bu olağanüstü şaşkınlık duygusunu yaratmak için özellikle çaba gösterdim ben.” 

ÖLDÜĞÜNDE 24 YAŞINDAYDI. 

DÜNYADAN BİR METEOR GİBİ 

GELİP GEÇTİ’

Yapıtın sonunda, Mervyn’in hâlâ Panthéon’un kubbesinde asılı duran iskeletinin çevre okulların öğrencilerine korku saldığını yazdıktan sonra, yine araya bir mesafe koyar: “Ancak küçük çocukları korkutabilecek türden anlamsız söylentilerdir bunlar.”

Ve hemen ardından, yapıtını bizi son bir kez şaşırtarak şu cümle ile bitirir: “Bana inanmak istemiyorsanız, gidip görün kendi gözlerinizle.”

Babasının büyükelçilikteki görevi nedeniyle bulunduğu Uruguay’ın başkenti Montevideo’da doğmuş olan Isidore Ducasse, 24 Kasım 1870’de, Bismarck’ın orduları tarafından kuşatılmış Paris’te bir otel odasında ölü bulundu. Ölüm nedeni halen gizemini koruyor. 24 yaşındaydı. Çağrılan doktor, resmi belgeye ölünün yaşını ve bekar olduğunu yazdıktan sonra ekler: “Başka bilgi yok.”.

Kimsenin tanımadığı genç şairin cesedi Kuzey Mezarlığı’nda geçici bir mezara gömüldü. Bir buçuk yüzyıl sonra bile güçlü etkisini koruyan bu başyapıtın dünyadan bir meteor gibi gelip geçen yazarı Isidore Ducasse’ın cenazesinin sonradan nereye nakledildiğini ve mezarının bugün nerede bulunduğunu ise artık kimse bilmiyor.