‘Kuşevi’nin Efendisi’: Bir tür diyaloji!
İbrahim Yıldırım’ın “Eylülden Sonra” üçlemesinin ilk kitabı Kuşevi’nin Efendisi, on sekiz yıl sonra yeniden Kırmızı Kedi etiketiyle okuruyla buluştu. “Bir insanı nereye kadar tanıyabiliriz?” sorusuyla, “bir duvar işçisi” olarak çıkıyor yola yazar. Kuşevi’nin Efendisi, sosyalist bir aydın olan Asaf Cemil’in 12 Eylül darbesi sırasında ve sonrasında yaşadığı çöküntüler, sarsıntılar ve travmalarından dolayı kendini sorgulamasını ve yok oluşunu, oldukça mistik bir izlekle anlatıyor. İbrahim Yıldırım ile üstkurmacanın ustaca işlendiği ve metinlerarası ilişkiler bağlamında zengin bir eser olan Kuşevi’nin Efendisi’ni konuştuk.
Mehmet S. Aman
Fotoğraf: VEDAT ARIK
‘ÇOK SESLİ, POLİFONİK BİR ROMAN’
- Kuşevi’nin Efendisi ilk romanınız. Sonraki eserlerinizde de sıkça konu edindiğiniz “yazma eylemi” romanın bel kemiği; önem verdiğiniz apaçık.
Aslında ilk romanım Bıçkın ve Orta Halli’dir. Ancak onun üretim süreci uzun sürdüğünden, romanlarımı yayımlamaya 2000 yılında Kuşevi’nin Efendisi ile başladım. Ardından Yaralı Kalmak geldi…
Evet, neredeyse bütün romanlarımın belkemiği “yazma eylemi”dir… Kuşevi’nin Efendisi ise bu eğilimimin ilk kez görüldüğü çalışmadır. Bu konuda Fransa’da Yeni Roman Akımı’nın kuramcılarından Jean Ricadou’nun “Roman artık bir serüvenin yazılması değil, bir yazının serüvenidir” saptamasının benim için yol gösterici olduğunu da söylemem gerekir.
- Bir 12 Eylül romanı Kuşevi’nin Efendisi. Türdeşlerine nazaran daha “edebi” yani alışılagelmişin dışında bir 12 Eylül anlatısı. Kurgularken ve üslubu oluştururken nasıl bir yol izlediniz?
Kuşevi’nin Efendisi ile başlayan Eylül’den Sonra üçlemesi, darbe sonrasında yaşanan bireysel ve toplumsal travmalara değiniyor… Sanırım üç romanın da alışılagelmiş anlatılardan farklı olmasının bir nedeni, darbe meselesini yirmi yıl sonra ele almış olmalarıdır. Dolayısıyla o dönem -sıcağı sıcağına değil- daha sakin ve soruda vurgulandığı gibi daha “edebi” anlatılabilmiştir.
Kuşevi’nin Efendisi’ne gelirsek, onun çok sesli, yani polifonik bir roman olduğu söylenebilir. Kısacası, Yusuf Bünyamin ve Asaf Cemil’in İbrahim Yıldırım aracılığı ile gerçekleştirdikleri bir tür diyalojidir.
Fotoğraf: VEDAT ARIK
BİRBİRİNİN ÜSTÜNE KAPANAN SIRLAR VE ROMAN GERÇEKLİĞİ...
- Anlatıcılarımızdan birisi Yusuf Bünyamin, gazeteci. Sanatçı intiharlarını araştırıyor. Diğeri de Asaf Cemil. Bir “düş tutanakçısı” Asaf Cemil, çocukluk anıları ve iç içe giren düşlerini yazan… Yusuf Bünyamin’e değinelim. Bir intiharın sırrını çözmek saplantı haline geliyor Yusuf Bünyamin için. Akıl işi mi bu? Evliliğini bile feda ediyor…
Yusuf Bünyamin saplantılı bir adam, Asaf Cemil’in ve onun kayıp romanı Düş Tutanaklarım’ın peşine düşüyor. Dolayısıyla metin boyunca zorlayıcı bir araştırma, anlama kovuşturma yapısı oluşuyor.
Zorluklardan biri de bir sırrın, çözülmesi gereken bir diğer sırra açılması; Yusuf Bünyamin’in saplantısını derinleştirmesidir. Akıl işi mi bu sorusunun yanıtı, işte bu sırların birbirinin üstüne kapanması, yani roman gerçekliğidir…
Ama şöyle bir yanıt da verilebilir: Yusuf Bünyamin, yazdıklarını anlamakta zorlanıyor, daha doğrusu Asaf Cemil’in derdini hissediyor ama kavrayamıyor. Dolayısıyla sıkıntısını gidermek için yazılı nesneye -Düş Tutanaklarım’a- yoğunlaşmanın yanı sıra daha karışık bir yolu da deniyor:
Yazı dışı tanıkların, yani Asaf Cemil’in arkadaşı Bedrettin Melek’in ve sevgilisi Belkıs’ın peşine düşüyor, araya insan ilişkileri girdiğinden Yusuf Bünyamin dram üretmeye başlıyor…
Fotoğraf: VEDAT ARIK
DÖNEK DAMGALI DEVRİMCİ ASAF CEMİL VE ROMANIN TEMEL MESELESİ...
- Bir devrimci Asaf Cemil. Fakat mahkemelerde arkadaşlarının aksine davasını savunmuyor, “felsefe” yapıyor, “dönek” damgası yiyor. Hapisten çıktıktan sonra da kendini alkole veriyor ve intihar ediyor… Bir devrimcinin hazin sonu adeta. Neden bu son?
Sevgili Mehmet, senin felsefe yapıyor, dönek damgası yiyor demen aslında romanın temel meselesi. Şöyle izah edeyim: Kuşevi’nin Efendisi, sosyalist bir aydın olan Asaf Cemil’in darbe sırasında ve sonrasında yaşadığı çöküntüler, sarsıntılar travmalardan dolayı kendini sorgulamaya başlamasını, sonunda profan aydınlanması diye tanımlanabilecek sonuca ulaşmasını ve yok oluşu intiharı seçmesini anlatıyor.
İstersen konuyu biraz daha açayım: Ülkemizde ideolojik eğilimlerin, özellikle sol düşüncelerin hemen her dönemde devlet aygıtları tarafından sıkı ve acıtıcı denetimler altında tutulduğu söylenebilir.
Bundan dolayıdır ki darbeler dolayısıyla yaşatılan bireysel travmalar, bazıları için sıkı denetimden kurtulma, düzenle uzlaşma ihtiyacına dönüşmüştür. Böylece kimi kaymalar olmuş, kimi sol aydınlar çıkar ilişkileri bağlamında İslam’a yönelmiş, kimileri ise liberal olmuş ya da bambaşka akımlara kapılarını açmışlardır.
Kuşkusuz din dışı, yani kutsal olmayan profan kavramlarla beslenenler arasında iyi niyetle dönüşüme uğrayıp aydınlanıp hidayete erenler olmuştur. Öyle ya da böyle ülkemizde bu tür azımsanmayacak sayıda öykü vardır.
Ama bizden örnek vermek istemiyorum; merak edenler Fransız Komünist Partisi’nin etkin düşünürü Roger Garaudy’nin Müslüman olma sürecine yönelebilirler.
Fakat şu da bilinmeli: Garaudy, ihtida etmesinin, yani hidayete erip Müslüman olmasının mevzi değişikliğine neden olmadığını, bu dönüşümün anamalcı düzenle mücadelesini etkilemediğini söylemiştir. Bizde ise -bir iki kişi dışında- ihtida edenlerin çoğu bu denli açık yürekli olamamıştır.
ÇAMUR!
- Kitapta şu olay beni çok sarsmıştı: Asaf Cemil’in kardeşi olmaz. Fakat babaannesi, sürekli annesini karnını çamurla ovar. Duymuyoruz, bilmiyoruz ama bugün bu uygulama yok, diyemeyiz…
Aklıma, 1962’de ve 2021’de oğlunu Allah’a kurban eden iki farklı baba geldi. İki farklı insanda cahilliğin tezahürü. Dönüp baktığınızda, “Hiçbir şey değişmemiş” diyebiliyor musunuz?
Çamura yatırma ve diğer yöntemlerin sürdüğü kanısındayım. Büyük olasılıkla halk şifacıları günümüzde de kadın kısırlığını gidermek için el aldıkları kişilerden öğrendiklerini uygulamaktadır. Örneğin zeytin yağı ile masajın, karasakız merheminin, kesik atma ve hacamatın uygulandığını biliyorum.
Ben ilk anatomi kitaplarımızdan birinin yazarı 1570 doğumlu Şemsettin İtaki’nin kitabındaki ilginç uyarıyı da paylaşayım:
Bir bebek tırnaksız doğmuştur, çünkü tuzun hiddetine maruz kalmıştır. Sebebi annenin hamileliğinde aşırı tuz tüketmesidir. Bu bilgiyi edinen hamile kadınlar, tuzun hiddetinden kaçınmış olmalı.
Kurban meselesine gelince: 1962’deki olayın öyküsü yazıldı, filmi çekildi… 2021’dekinin ise babanın psikoz durumundan öte bir anlam taşıdığını sanmıyorum; adam cezaevinde intihar etti ya da etmek zorunda kaldı…
Neyse ki bu olaylar istisna; aralarında altmış yıl var, ama babaları ağabeyleri tarafından öldürülen kızların; kocaları sevgilileri tarafından katledilen kadınların adlarını say say bitmez…
- Söyleşimizin sonunu, kitabın başındaki not ile bitirelim: “Bir insanı nereye kadar tanıyabiliriz”? Asaf Cemil’i ne kadar tanıyabildiniz?
Yıllar önce bir söyleşide Sartre’ın Andre Gide’e yönelttiği bir insanı nereye kadar tanıyabiliriz sorusunun yanıtı olmadığını söylemiştim. Kısacası bir insanın; zaafları, saplantıları, eğilimleri iyice öğrenilip duvar çok iyi örülse de - nereye - zarfı ve – kadar - edatı sürekli engel çıkaracak, bir şeyler eksik kalacaktır. Dolayısıyla Asaf Cemil’i, ancak onun kendini tanıdığı kadar tanıyabildim...