Kendine bakışın öteki adı; Celia Paul!

Yaşamını sanatıyla özdeşleştirmeyi bilmiş çağdaş sanatçılardan Celia Paul’un Otoportre’si (Çeviren: Mine Haydaroğlu / YKY) zaaflarıyla, olumsuzluk ve dirençleriyle bir hesaplaşma örneği.

A. Celal Binzet

Fotoğraf: Alice Mann

YÜZLER... YÜZLEŞMELER...

Sanatın tarihi kendi yüzlerini kalıcılaştıran sayısız örnekle dolu. Bunları listelemek bile başlı başına bir iş. Dünya üzerinden gelip geçerken kendine ilişkin bir izi geleceğe bırakma kaygısını anlamak zor değil bu bakımdan. Hele de insanın kendine özgü çizgi ve lekelerle bezenmiş yüzü eşsiz bir simge sayılmışken. Hiç birisi ötekine benzemeyen ve bir daha asla görülemeyecek bir imge, adı portre olan biçimiyle sanatın özel bir alanını oluşturur. Örneklerini saymak olanaksız.

KONUSU PORTRE OLAN RESİMLERDEN YOLA ÇIKAN YAZARLARIN ANLATILARI

Ölümsüzlük arayışındaki eski Mısır mezar Fayyum’larından Rembrandt’ın günlük tutarcasına son günlerine değin sıralanan portrelerinde hep aynı kaygı yatar. Zamanın ten üzerindeki acımasız izlerini düşürür oraya sanatçı. Daha yakın zamanlarda Frida Kahlo koşulların zorladığı ortamda kendi yüzüyle yüzleşmek zorunda kalmıştır.

Bu noktadan sonra ayrı bir pencere açarak resim sanatındaki bu alanı yazıya dökülmüş farklı boyutta ele almak gerekiyor. Nikolay Gogol’ün 1835 tarihli “Portre” öyküsü ile Oscar Wilde’ın 1890 yılında yayınlanmış “Dorian Gray’in Portresi” en çok bilinen örnekler arasında. İkisinde de tutkuların ön plana çıkarıldığı birer serüven izleği var.

ZAAFLARIYLA, OLUMSUZLUK VE DİRENÇLERİYLE BİR HESAPLAŞMA!

Konusu portre olan resimlerden yola çıkan yazarların gerçekliği sorgulanabilir anlatıları ilginç olay dokuları içinde her zaman okurların ilgisini çekmeyi sürdürmekte. Demem o ki görsel sanatlarda var olan her temanın varlığına karşın portre ayrı bir yere konulmuştur. Sanatçının kendi yüzünü tuvale aktarması ise ölümsüzlük kulvarına doğru çıkılan bir evre sayılır. Bir tür kendisiyle hesaplaşma. Yaşamı kendi üzerinden sorgulama.

Celia Paul’un Otoportre’sini bitirip kapağını kapatınca bu sorular karşılığını arayıp duruyor. O satırlar arasında abartılı sayılabilecek hiçbir şey yok. Yaşam tüm acımasızlığıyla doğrudan iniyor karşısındakilerin üzerine. Zaaflarıyla, olumsuzluk ve dirençleriyle bir hesaplaşma örneği. Özlemlerin ortaya dökülmesini hesaba katmak zorundayız orada.

Fotoğraf: Joshua-Monaghan

SANATTA KADIN-ERKEK AYRIMI!

Düşünmemek elde değil. Kendisi büyük sorun olan sanatın, üstüne üstlük bir de kadın üzerinden çözümlenmesini beklemek ayrı bir sorun. Sanatta kadın-erkek ayrımı hep tartışılagelmiştir. Özellikle sanat tarihinde erkek sanatçı sayısının baskınlığı dikkat çeker. Nedenleri konusu daha büyük bir perspektiften incelendiğinde toplumsal gerçeklikle açıklanabilecek olguları barındırdığı söylenebilir.

Celia (d. 11 Kasım 1959) ressam olduğu denli yazdığı kitaplarla bu olumsuzluk çemberini kıran çağdaş sanatçılardan biri. Yaşamını sanatıyla özdeşleştirmeyi bilmiş ilginç bir örnek.

Otoportre’yi okurken daha iyi anlaşılıyor bu durum: “Kadın sanatçı olarak karşılaştığım ana zorluklardan biri; bir yandan birine bakarken, onu kollarken, severken, öbür yandan kendi sanatıma hiç bölünmeden adanmak. Sanırım genelde erkekler için bencil olmak daha kolay. Bencil olmak da lazım.. İdeal olarak hem önemsemeli hem önemsememelisiniz.”

Sayfalar arasında ilerlerken sanatını oluşturan sorunlarla iç dünyasının gelgitleri arasındaki çırpınışlarıyla yüzleşiyor okur. Baştan aşağı tutku ve yaratı coşkusunun harmanlandığı bir kimliğin iç dökümlerini okumak bir anlamda ona ortak olmak gibi.

CELIA PAUL VE LUCIAN FREUD’UN ANLATISAL UYUMLARI!

Yaşamının on yılını paylaştığı Lucian Freud’la sanatın anlatı bahçelerinde gezindiğini izliyoruz. Yeri gelmişken Lucian’a kısaca değinmeden geçmek olmaz. Ağırlıklı olarak portre çalışmalarıyla tanınan sanatçı Psikanalizin kurucusu sayılan Sigmund Freud’un torunu.

Gerek portrelerinde gerekse çıplak kompozisyonlarındaki gerçekçiliğin kimi zaman irkiltici oluşunu vurgulamalı. Bu açıdan bakıldığında dedesinden geçen kalıtsal özellikler mutlaka vardır kendisinde.

Portrelerinde model aldığı kişilerin ruhsal çözümlemelerini ön plana çıkarırken o benzer yapıyla ortaya koyduğu biçemin sahibi Celia’dan başkası değil. Lucian ile anlatısal uyumlarının gerisinde böyle bir bakış ortaklığının yattığı açık seçik belli. Çünkü annesini ve kız kardeşlerini model olarak ele alırken aynı bakış açısından hareket ettiği görülüyor.

Belli dönemlerde başka kentte yaşayan annesinin modellik için kızına gelmesinin özverisini anlattığı satırlar iç burkucu. Elbette bunun gerisinde yatan neden parasal zorluklar.

Ressam ve Model (solda) - Çizgili Gecelikli Kız (sağda)

ONA GÖRE RESİM KAYBETMENİN DİLİ!

Portrelerindeki yüz çizgilerinde yaşananların derinliği nasıl da ustaca anlatılmış! Hüzün ve yorgunluk bir arada. Ruhsal çöküntü, yoksulluk ve yaşamın ağır yükü okunuyor o yüzlerde. Onca yoksunluğa karşın yaşadığı zorluklar içinde sanatından ödün vermemesini daha iyi anlıyoruz sanatçının. Çalışmadığı zamanlarda müzelerdeki başka ustaların yapıtlarını izlemesini de..

Bir Rembrandt, bir Corot tablosu karşısında duyumsadıklarını anlatması, onlardaki çözümlemeleri dikkatimize sunması az şey midir? Gördüklerinin özümsenmesi sonrasında kendi resmine dönmesiyle yaşadığı anlatı sorunlarının sindirilmiş satırları orada.

Ona göre resim, kaybetmenin dili. Buradan anlaşılıyor ki yaşamla sanatın arasındaki ince çizgi hiç olmamış. İkisinin iç içe geçerek birlikte yol alması tuvalde devam eden bir gerçekliğe bırakmış yerini.

Koşulların elverişsizliği içinde tutkuyla açığa çıkan birliktelikten olan oğlunun da büyüdüğünde ressam oluşu aynı öykünün içinde. Bu anlamda sanatçımızın sahip olduğu derin tutku onu bir başka kadın sanatçıya bağlıyor.

Lucian ve Ben (solda) - Yastaki Kızkardeşlerim (sağda)

BENZER BİR YAZGIYI YAŞADIĞI GWEN’E MEKTUPLARI!

Yıllar öncesinde yaşamış Gwen John’la benzer bir yazgıyı paylaşmaları bu bağlantının nedeni olmalı. Hiç karşılaşmamış iki kadın sanatçı ve benzeyen iki yaşam. Gwen’in heykel sanatçısı Rodin’le birlikteliğini kendisiyle özdeşleştiren sanatçı bu noktadan hareketle “Gwen’e Mektuplar” başlığı altında bir dizi mektup yazıyor.

Alışılmış bir anlayışla bugün de gerçek olduğu varsayılan esin perisinin bir kadın olarak tasarlanması sanatta kadını hep edilgin bir konuma düşürmüştü. “Erkek” dünyasına eklemlenmiş bir varlık olarak düşünülen “kadın” imgesi yerine duyuşları, tutkuları ve yaratısıyla kadının öne çıkması Celia’nın satırlarında somutlaşıyor.

YARATMA SÜRECİNDE VIRGINIA WOOLF’UN ‘KENDİNE AİT BİR ODA’ METAFORUNU BİRLEŞTİRDİ!

Onun bu düşüncelerine kaynaklık eden başka adlar yok değil. Örneğin, sanatçının yaratma sürecinde kapanıp dış dünyayla bağlarını olabildiğince kesmesiyle Virginia Woolf’un “kendine ait bir oda” metaforunu birleştirmesini bu bağlamda ele almalı. Hiç kuşkusuz kapalı oda kavramını dışarının içe ulaşımı bakımından bir engel gibi kullanmasına karşın bir de olayın öteki boyutu var.

Otoportre’de sanatçı, kapalı dediği dünyasının duygusal ipuçlarını izlememize izin veriyor sanki. Tutkularının dalgalanıp yalpaladığı anlar, günlük ruhsal dönüşümlere bağlı resim çalışmaları boyayla olduğu denli yazıyla da ortaya dökülüyor. Bunu yaparken zaman boyutunu ortadan kaldırıp karşılıklı hesaplaşma yöntemi seçilmiş denilebilir.

1987, Lucian’ın yaptığı Ceila portresinden sonra ilişkilerinin sona erdiği yıldır. 2011 yılında sanatçının ölümünden bir yıl sonra Ceila o portreye bir gönderme anlamında “Ressam ve Model” adlı kendi portresini çalışacaktır. Burada yapılmak istenen şey kadınca bir duyuşla biten bir sevginin anısına saygı duruşundan başkası değil.

İKİLİ ANLATIM DİLİ VE ÖZDEŞLEYİM!

Kolayca anlaşılacağı gibi ressam / yazarımız tuvallerini boyarken dış dünyanın gerçeklikleri yanında içinin kadınca yönelişlerini eş zamanlı bir anlayışla yazıya dökmüş. Birbirini yedekleyen ikili bir anlatım dili.

Yaşadıklarını kendinden önceki aynı rolü paylaşmış bir başka sanatçıya -Gwen’e- anlatarak zamanlar arasında köprü kurmak isteği. Adına özdeşleyim dediğimiz kendini bir başkasının yerine koyarak bir tür rahatlama yoluna kaçış sayabiliriz yaptığını.

Fotoğraf: Gautier Deblonde

HEM RESSAM HEM MODEL BİR KİMLİK

Kitap, resim sanatı alanında ilerlemeye çalışırken kendini bireysel tutkuların tuzağında çabalayan, günlük sıradanlıktan kurtulamayan bir kadının yaşamına ayna tutuyor. Üstelik aynayı tutan el kendi içini dışarıya yansıtmaktan kaçınmayan bir kimlik. Hem ressam hem model olan kimlik.

Sanatın temel öğelerinden olan özne ile nesnenin aynı yerde buluşması. En önemli modeli saydığı annesinin ölümünden sonra yalnızca kendini konu seçmesini bu bağlamda daha iyi anlamak olası.

Otoportre’nin kısa bir yaşam öyküsü olmasının ötesinde daha geniş bir perspektif çizdiğine inanıyorum. Sanatçının yaratı dünyasının yalnızca kendi işiyle sınırlı olmadığının kanıtı.

Tuval üzerinde izlenen bir süreç olduğu doğru. Ama o yol alış sırasında şiirden müziğe, oradan romana, farklı anlayışta ressamların yapıtları ile heykele değin uzanan geniş bir yaratı alanını özümseyerek zenginleşmek sanatçı için olmazsa olmazların başında geliyor.

Galiba bizde görmezden gelinen en büyük eksiklik bu. Oysa hangi alan olursa olsun onun dışında kalan sanat alanlarıyla ilişkisi kurulamayan her alan yalnız başına ve kurak kalacaktır. Birbirlerini besleyerek çıkılan sanatın büyük yolculuğunun zenginleşerek insanlığı aydınlatacağı kesin.

En azından yazdıklarıyla kişisel yaşamının bir bölümünü bizlere aktarırken değinilen zenginliğe okurlarını da ortak etmek gibi bir görevi üstlendiğinin ayrımındadır mutlaka!