Kan ve acıya düşkünlüğün kökleri!
İspanya, Yaşasın Ölüm’ün (España y Viva la Muerte) ilk bölümünde Burgos’tan Salamanca’ya, El Escorial’den Granada’ya İspanya’nın kültürel birikiminin izini sürüyor Nikos Kazancakis; Manzaneres Irmağı’nın durgun yüzeyinde Goya’nın karanlık ruhunu buluyor.
Batuhan SarıcanFotoğraf altı: Nikos Kazancakis ve karısı Eleni, Yvonne Metral ve Lucienne Fleury ile birlikte El Greco’nun Toledo’daki evindeler. (Eylül 1950)
İspanya, Yaşasın Ölüm’ün (España y Viva la Muerte) ilk bölümünde Burgos’tan Salamanca’ya, El Escorial’den Granada’ya İspanya’nın kültürel birikiminin izini sürüyor Nikos Kazancakis; Manzaneres Irmağı’nın durgun yüzeyinde Goya’nın karanlık ruhunu buluyor.
Kurtuba’daki beş uğrakta Tanrı’ya doğru yolculuğa çıkan Arap mistiklerinin peşinden gidiyor. Burgos Katedrali’nin görkemi altında eziliyor. Toledo’da El Greco’nun müze evinde sanatçının varoluş çabasının tarihi ve felsefik kökenlerini irdeliyor.
Bununla da kalmayıp Madrid’in arka sokaklarında yaralarını sergileyen “dışlanmışların” izinde İspanya’nın kan ve acıya düşkünlüğünün köklerine, İsa’nın çarmıha gerilişine kadar iniyor.
İspanya donanmasının 1898’de Küba’da yok olmasıyla bitkin düşerek kaderciliğe mahkûm bir halde kabuğuna çekilen İspanyol insanının bir mozaik halindeki portresini çıkarıyor.
KADİM İSPANYA
Miranda, Burgos, Valladolid, Salamanca, Madrid derken kendimizi İspanya’nın kadim uygarlıklara ev sahipliği yapan kentlerindeki ihtişamlı kiliseleri ve metruk saraylarında, sokaklarında, tarihi yapılarında buluyoruz; Kazancakis Don Quijote, biz Sancho Panza dolaşıyoruz. Yazarın daha önce gitmiş olduğu, yazarken belleğinden çağırdığı her bir durakta yaşadıklarının, yazarın üzerinde derin etkileri olduğunu görebiliyoruz. İspanya’nın kültürel geleneğine hâkim, İspanyol halkına güçlü bir sempati besleyen bir çift güçlü göz olarak Kazancakis işte bu kitapta, karşımızda duruyor.
Kazancakis, İspanya’yı kent kent gezdirmekle kalmıyor, aynı zamanda İspanya’yı anlamak için memleketin kültürel mimarlarını da anlamak gerektiğini düşünerek bizi İspanya tarihinin önemli kişilikleriyle de tanıştırıyor. Sözgelişi 1956’da Nobel Edebiyat Ödülü alan Juan Ramón Jiménez, Don Quijote’nin “canlı ve sadık tezahürü” olarak nitelendirdiği Don Miguel de Unamuno, 20.yüzyıl İspanyol kültür ve edebiyat rönesansının genç filozofu Ortega y Gasset ve daha nicesi; Don Quijote’nin etrafında safları sıklaştırarak Kastilya ruhunu ayağa kaldırmaya çalışan (ama birbiriyle çatışmaktan da geri durmayan) aydınları bir araya getiriyor.
UNAMUNO, LORCA, DON QUIJOTE, EL GRECO!
İspanya için biri Avrupa’ya öteki Afrika’ya açılan iki kapılı (Pireneler ve Cebelitarık) bir ev tanımlaması yapan Ángel Ganivet’e hak verdiğini de görebiliyoruz. Bununla birlikte Unamuno ve Lorca ile arkadaşlığına dair anekdotların yanı sıra Kolomb, Don Quijote ve El Greco’ya yapılan göndermeler de İspanya’yı anlayabilmek adına kayda değer.
Yazar, İspanya için bir gezi rehberi hazırlamış değil. Ancak bu eserin, onun “zihnindeki İspanya”nın bir rehberi olduğu kesin; hayalle gerçeğin, geçmişle bugünün iç içe geçtiği bir anlatı. Zihninin perdesine yansıyan İspanya anılarında gündüz düşlerine dalıyor.
“Kolay oyunlara sapmasın diye hayal gücümü zor zapt ettim,” dese de tarihi yıkıntıların arasında dolaşırken hayal gücünü zapturapt edemediğini görüyoruz.
Dahası Kazancakis, İspanya’daki insan hikâyelerini bir gazeteciye yaraşır biçimde tarafsız anlatıyor. Ama yansız değil. İnsandan ve güzellikten yana.
BEŞ DUYUYA HİTAP EDEN ANLATI
Beş duyuya fazlasıyla hitap eden anlatısında Kazancakis’in her cümlesi kahramanlığı, macerayı, yaşamı ve aşkı arzulayan İspanya’nın ruhunu tanımlamak için yapbozun birer parçası adeta.
Tarihi birikimi, atmosfer yaratımı, yerelliği tüm gerçekliğiyle metne aktarmasıyla röportaj türünün teamüllerine uyan bir tarzı var. Bu haliyle söyleşiyle röportajın farkını ortaya koyan iyi bir örnek olarak nitelendirilebilir.
Kazancakis, İspanya gezisi için tüm mutluluk ve mutsuzlukları içinde barındıran, onları aşan ve mistik, ihtişamlı bir senteze ulaşan anların içinde olduğunu söylüyor.
Önsözde belirttiği gibi “Dünyayı dolaşmak; yeni toprakları, denizleri görmek, insanlarla fikirleri bulmak; hepsine ilk defaymış gibi bakmak (bakmak ve doymamak) ve zamanla bunları özümsemek.”
İnsanın kendini ancak böyle tanıyabileceğini söylüyor. Bu gezi onun için bir nevi içsel bir yolculuk aslında: “Tanrı’ya yaklaşmakta olduğumu o zaman anladım.” Buradaki tanrısal güç, sadece İsa olmadığı gibi Allah’tı da onun için ve hiçbiriydi, kendi içindeki tanrıydı.
RUHUNUN KORSANLIKLARI
“Ruhunun korsanlıkları” olarak adlandırdığı gezilerinde yaşadıklarını birer hafıza kaydı olarak nitelendirebileceğimiz eserde, İspanya’nın tüm renklerine, siyasi safsata ve önyargıdan uzak, tarafsız yaklaştığını hissediyorsunuz.
Endülüs’te Araplara, Madrid’de İspanyol entelektüellerine, Ávila’da azizlere duyduğu saygı hemen anlaşılıyor. Zira İspanya’nın zenginliğinin onu sarhoş ettiği de ortada.
İspanya’ya yer yer lirik ve romantik bir coşkuyla yaklaşıyor. İnsanın yeryüzünün güzelliklerini haykırmadan övemeyeceğini savunan yazar, coşku ve umut dolu, okuru İspanya’ya çeken güzelleme niteliğinde bir anlatı ortaya koyuyor.
Kitabın ikinci bölümü; yani Yaşasın Ölüm, Kazancakis’i yıllar sonra tekrar İspanya’ya götürerek Franco’nun kralcıları ile faşizme karşı omuz omuza veren Cumhuriyetçi cenahı karşı karşıya getiren cephenin ardına yerleştiriyor. Böylelikle kendimizi bir anda savaşın ortasında buluyoruz.
Birileri için zafer diğerleri için hezimetin kapıda olduğu tarihi eşikte, ölüm tüm gerçekliğiyle orada, İspanya’da karşısına çıkıyor.
Cumhuriyetçilerin elinde bulunan Madrid’in bombalanma anına da tanıklık ederken cephe ardındaki insan hikâyelerini, yazarın samimi üslubuyla okuyoruz. Bu haliyle ilk bölüme göre daha hareketli ve -kaba tabirle- sürükleyici olduğunu söylemek mümkün.
Önce bir yazar olarak iç savaştan yıllar öncesine dayanan İspanya gezisi, ardından Eleftheros Logos gazetesinin dış haber muhabiri olarak yıllar sonra gittiği İspanya’daki iç savaş anlatısı olarak iki bölüme ayrılan kitap için yazarın insanlıktan yana tavrını açıkça gösteren, romantik İspanya güncesi diyebiliriz.
Kazancakis’in mimariden tarihe, edebiyattan felsefeye derin entelektüel birikimini açıkça gösteren eserde, yazarın savaşın ve kaosun ortasında insanlık için kaygılandığını da görüyoruz.
Kazancakis’in de söylediği gibi “hayatının en büyük iki zevki” gezmek ve itirafta bulunmak ise bundan bize düşen pay, bu iki zevkin bir araya geldiği “İspanya, Yaşasın Ölüm” oluyor.
Yunanlı yazar Emmanuel Hatzantonis, bu eser için “İspanya’nın Yunan edebiyatçılar tarafından geç de olsa keşfedilmesini sağlayan kitap” olduğunu dile getirmişti.
Türkiye’deki okurlar için de bir geç keşif niteliği taşıdığını söylesek çok ileri gitmeyiz sanıyorum. Keşif dediysek yanlış anlaşılmasın; kitabın ilk baskısı 1968’de Habora Kitabevi tarafından yapılmıştı. Ancak sahaflarda unutulup gitti.
1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Kazancakis’in Zorba başta olmak üzere Yeniden Çarmıha Gerilen İsa, Günaha Son Çağrı, El Greco’ya Mektuplar ve Homeros’un Odysseia destanına yazdığı 33.333 dizelik devam yapıtının yanında bugüne kadar esamesi okunmayan İspanya, Yaşasın Ölüm; Ahmet Angın’ın çevirisi ve Can Yayınları etiketiyle yeniden hatırlanmaya değer.