John Boyne'dan ‘Artık Hiçbir Yer Ev Değil’
Tarihi kurgularıyla tanıdığımız John Boyne’un, İkinci Dünya Savaşı hakkında bir çocuğun gözünden yazılmış tartışmasız en başarılı romanlardan ünlü Çizgili Pijamalı Çocuk (Çeviren: Tülin-Tayfun Törüner / Tudem Yayınları) romanını hepimiz hatırlıyoruzdur. Dokuz yaşındaki Bruno’nun, ailesiyle 1943’te onun Out-With dediği, hepimizin Auschwitz diye bildiği yere taşınmak zorunda kalan o çocuğun hikâyesini... Gerçeğin farkındaydık, olacakları tahmin edebiliyorduk, yine de bir umuttu bizimkisi... Olmadı, beklediğimiz yumruk doğrudan suratımıza iniverdi. Boyne, Artık Hiçbir Yer Ev Değil’de (Çeviren: Olcay Mağden / Tudem Yayınları) bu kez yaşananları yetişkin cephesinden, utanç çukurunun en derinlerinden, aklıyla kalbi karmaşa içinde bir genç kızın, Bruno’nun ablası Gretel’in gözünden anlatıyor ve 1946 Paris’inden günümüz Londra’sına uzanıyor. Annesiyle Polonya’dan kaçıp Paris’e sığınmalarıyla başlayan ve vicdan azabı, suçluluk duygusu, kardeş hasretiyle geçen onca yılı, İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı travmalardan, Auschwitz’in acı hatıralarından, kardeşinin ölümündeki payından kaçma çabasını aktarıyor. Artık Hiçbir Yer Ev Değil’i okumaya karar vermeden önce şundan emin olun: Sarsılacaksınız!
Olcay Mağden9 YAŞINDAKİ BRUNO’NUN
GÖZÜNDEN 2. DÜNYA SAVAŞI!
Tarihi kurgularıyla tanıdığımız John Boyne’un ünlü Çizgili Pijamalı Çocuk (Çeviren: Tülin-Tayfun Törüner / Tudem Yayınları) romanını hepimiz hatırlıyoruzdur. 2006’da yazdığı, iki yıl sonra filmi çekilen ve İkinci Dünya Savaşı hakkında bir çocuğun gözünden yazılmış tartışmasız en başarılı romanlardan biri olan kitabından bahsediyorum. Dokuz yaşındaki Bruno’nun, ailesiyle 1943’te onun Out-With dediği, hepimizin Auschwitz diye bildiği yere taşınmak zorunda kalan o çocuğun hikâyesi.
Ailenin yeni taşındığı bu yerin yıllardır yaşadığı Berlin’le uzaktan yakından ilgisi yoktur ve tel örgülerle çevrilidir. Üstelik burası çizgili pijamalar içinde yorgun, üzgün ve ürkek insanlarla doludur. Çizgili Pijamalı Çocuk, bize korku filmlerine konu olabilecek dramların yaşandığı bu kampı Bruno’nun gözlerinden anlattı, onun endişesi, merakı ve masumiyeti eşliğinde kampa adım attık.
Çocuk olanlarımız ona aynı telaşla eşlik ederken, biz yetişkinler onu utanç içinde izledik. Özellikle de kampta yaşayan Shmuel adlı arkadaşıyla kurduğu yakınlığı. Gerçeğin farkındaydık, olacakları tahmin edebiliyorduk, yine de bir umuttu bizimkisi... Olmadı, beklediğimiz yumruk doğrudan suratımıza iniverdi.
VE ABLA GRETEL’İN HİKÂYESİ:
‘ARTIK HİÇBİR YER EV DEĞİL’
John Boyne bu kez de bizlere Bruno’nun ablası Gretel’in hikâyesini anlatmaya karar verdi. Ne de olsa Çizgili Pijamalı Çocuk’un o ilk çocuk okurları da artık birer yetişkin olup çıkmıştı. Ve yaşananları doğrudan yetişkin cephesinden, utanç çukurunun en derinlerinde izleme vakti gelip çatmıştı.
Söylediğine göre John Boyne Artık Hiçbir Yer Ev Değil (Çeviren: Olcay Mağden / Tudem Yayınları) romanının notlarına Çizgili Pijamalı Çocuk’u yazdığı sıralarda başlamış ve günün birinde yazacağından ta o zamanlar eminmiş.
Dolayısıyla bu kez Bruno’nun ablası Gretel’in gözünden dinlediğimiz, 1946 Paris’inden günümüz Londra’sına uzanan romanın uzun bir hazırlık sürecinin ürünü olduğunu söyleyebiliriz.
92 YILA YAYILMIŞ BİR ÖMRÜN
SON HİKÂYESİ
O korkunç olayın üstünden üç yıl geçtiğini bilmesek, Bruno’nun yaşadıklarının aileyi dağıttığını tahmin etmesek, belki de ilk bölümün adının neden “Şeytanın Kızı” olduğunu anlayamazdık. Hatta belki de elimizdekinin doksanlarındaki bir kadının sıradan yaşamı hakkında yazılmış sıradan bir kitap olduğu yanılgısına düşerdik.
Ne de olsa kitabın anlatıcısı yaşlı kadının söylediği gibi doksan iki yıla yayılmış bu ömrün son hikâyesi falçata kadar önemsiz bir şeyle başlayıp sona eriyor ve yine aynı kadının alt katına kimlerin taşınacağına dair merakıyla derinleşiyor. Gerçi yeterince dikkatli gözler için ilk paragraf kısa da olsa bir ipucu veriyor sanki:
“Voltaire’in dediği gibi her insan, yapmadığı tüm iyiliklerden suçluysa o halde ben koca bir ömrü, yaşanan tüm kötülükler karşısında masum olduğuma kendimi ikna etmeye çalışarak geçirmişim demektir. Onlarca yıl kendimi geçmişimden sürgün etmek ve tarihsel hafıza kaybının kurbanı olarak görmek, suç ortaklığından aklanmanın, suçlamalardan beraat etmenin iyi bir yoluydu.”
Fotoğraf: Penguin Books
VİCDAN AZABI VE KARDEŞ HASRETİYLE
GEÇEN YILLAR!
Boyne bu kez bize Gretel’in yaşadıklarını anlatıyor. Annesiyle birlikte Polonya’dan kaçıp Paris’e sığınmalarıyla başlayan ve vicdan azabı, suçluluk duygusu, kardeş hasretiyle geçen onca yılı, İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı travmalardan, Auschwitz’in acı hatıralarından, kardeşinin ölümündeki payından kaçma çabasını aktarıyor.
Duyguları iç içe geçmiş, aklıyla kalbi karmaşa içinde bir genç kızın anıları bunlar. Gerçeği göremeyen, görmeyen ya da görmemeyi tercih eden bu kız yıllar içinde haksızlığa karşı sessiz kalmanın da bizzat haksızlığın kendisi kadar yıpratıcı olduğunu fark ediyor.
Anıların zorbalığına tahammül edemeyip alkole sığınan bir anneyle Polonya’dan Paris’e, Paris’ten Sidney’ye ve oradan da Londra’ya kaçan, ancak gittiği her yere kardeşi Bruno’nun hayaletini de götüren Gretel.
Oysa şu ilk paragraf olmasa Gretel’in bize alt katına taşınan garip aileden bahsedeceğini düşünebilirdik. Film yapımcısı Alexander Darcy-Witt, onun bir zamanlar aktrislik yapan ev hanımı karısı Madelyn ve oğulları Henry. Ana hikâyenin yanında onların yarattığı karmaşa da giderek genişliyor. Derken tüm evren iç içe geçiyor ve hepsi birleşip Gretel’i köşeye sıkıştırıyor.
“Kardeşim. En sevdiği şortu, beyaz gömleği ve mavi süveteriyle hâlâ dokuz yaşındaydı. Kalabalığın ortasında durmuş, tüm yaşananlar boyunca beni izliyor gibiydi ve şimdi yüzünde hiçbir duygu olmadan bana yaklaşıyordu. Sol elinde o çok sevdiği kitap duruyordu: Define Adası.
Bedenimi ona doğru sürükledim, adını haykırdım, acaba ölmüştüm de beni öbür dünyaya götürmek için mi gelmişti? Elimi ona uzattım, onu tutmasını ve nereye götürüldüyse ya da ne tür bir yere dönüyorsa beni de oraya almasını istiyordum. Ama elim kanla kaplıydı, öylece bakıp kafasını iki yana salladı, kendimi tüm dünyanın, onun ve Tanrı’nın önünde böylesine rezil etmemden dolayı hayal kırıklığına uğramış gibiydi.”
Fotoğraf: Rich Gilligan
DÜNYANIN DÖRT BİR YANINA
SAVRULAN GRETEL İÇİN ARTIK
HİÇBİR YER EV DEĞİL!
“Ve sen Gretel, şeytanın kızı!”... Bu sözler, Gretel’in Fransa’daki yaşamının sonunu getirirken günümüze döndüğümüz anlarda dokuz yaşındaki Henry’nin, doksan iki yaşındaki kadına kardeşi Bruno’yu hatırlattığına tanık oluyoruz. Bir yandan da anneliğini sorgulamasına neden olduğuna.
Böylece geçen yıllar içinde Gretel’in anne olduğunu da öğreniyoruz: Dördüncü kez evlenmek üzere olan Caden. Ana karakterlerin yanı sıra yan karakter yaratma becerisine de hayran kaldığımız Boyne’un evreni bu kadarla da sınırlı kalmıyor. Hikâyenin Londra’da geçen kısmında bizlere bir de yavaş yavaş hatıralarına veda eden, demans hastası yan komşu Heidi Hargrave ve onun hayırsız torunu Oberon eşlik ediyor.
Kitabın adına da atıfta bulunarak dünyanın dört bir yanına savrulan Gretel’in bir yandan kendine yeniden bir yuva aradığını, öte yandan hiç durmadan kan kokan esas yuvasından kaçtığını söyleyebilirim.
1943’ten sonra Gretel için artık hiçbir yer ev değil, çünkü en başta kendi aklı ve kalbi pişmanlıkla, suçlulukla dolu. Nereye giderse gitsin başta kardeşi Bruno ve onun arkadaşı Shmuel’in, sonra da kampta canlarına kıyılan onca insanın hayaleti peşinden geliyor.
BİR YOLCULUK, KAÇIŞ VE YÜZLEŞME
HİKÂYESİ!
Babası karargâh komutanlığına terfi ettirilip Auschwitz’e gönderilirken, ailesi refah içinde yaşarken ve kendisi genç subay Kotler’le flörtleşirken hemen yakınlarında birilerine işkence edilmesine sessiz kaldığı gerçeği hortlak gibi her şehir, her ülke ve her kıtada karşısına dikiliyor.
Artık Hiçbir Yer Ev Değil, aynı zamanda bir yolculuk, kaçış ve yüzleşme hikâyesi. Gretel, gittiği her şehirde yüzleşmek zorunda kalıyor. Paris’te bunu son derece vahşi bir şekilde yaşıyor ve yaşatılanların bedelini bedeniyle ödüyor. Sidney’de ise aklı ve kalbiyle.
Nereye giderse gitsin, istediği kadar uzaklaşsın geçmişinden kaçamıyor. Kaçamadığı gibi onunla tekrar tekrar karşılaşmak zorunda kalıyor.
“Dünyanın öbür ucundan Sidney’ye gelirken geçmişi geride bırakmak için elimden gelen her şeyi yapmıştım, ama artık bunun imkânsız olduğunu biliyordum. Fransa, Avustralya, İngiltere ve hatta Mars, nerede olursam olayım Kurt’un bahsettiği o güzel yara izleri beni hep o diğer yere sürükleyecekti. Ondan asla kaçamazdım.
İçimde bir duygu karmaşası hissettim. O kadar uzun zamandır kendimi masum olduğuma ikna etmeye çalışıyordum ki... Oysa söylediklerinde haklıydı. Orada yaşadığım süre içerisinde sadece Pavel değil pek çok Yahudiyle karşılaşmıştım ve onlara nasıl davranıldığına ve hayatlarının nasıl sona erdiğine dair pek çok şey biliyordum. Tüm bunları yetkililere anlatabilirdim. Ama olur da beni yakalarlarsa Kurt’un o gün Berlin’de yaptığının aynısını yapacağımdan emindim. Kaçardım.”
TARİHİN EN KARANLIK DÖNEMİNE
PUSLU BİR IŞIK!
John Boyne, bu devam kitabında tarihin en karanlık dönemine puslu bir ışık tutuyor ve okuru bir an bile rahat bırakmıyor, ister istemez kendini sorgulamak zorunda bırakıyor. Ben olsam ne yapardım? Gretel, çocuk yaşta şahit oldukları nedeniyle suçlanabilir mi? Sessizliği onun da işlenen suçta parmağı olduğunun kanıtı sayılabilir mi?
Ya hayat, hep oyun mu oynar? O yüzden mi Gretel en son Londra’ya kaçtığında bir Yahudiye âşık oldu? Ve yine hayat, hep mi sürprizlerle dolu?
SARSILACAKSINIZ!
Artık Hiçbir Yer Ev Değil’i okumaya karar vermeden önce şundan emin olun: Sarsılacaksınız! Tepeden tırnağa sarsılacak ve bugüne kadar doğruluğuna inandığınız ne varsa sorgulayacak, belki siz de tüm pişmanlıklarınızla yüzleşeceksiniz.
Son olarak John Boyne’un kitap hakkında kendi sözlerine yer vermek istiyorum:
“Yaratıcı yazarlık atölyelerinde konuşma yaparken öğrencilerime hep şu soruyu sorarım: Bana olay örgüsüne hiç değinmeden, sadece birkaç cümleyle romanınızın konusunu söyleyebilir misiniz?
Aynı soruyu Artık Hiçbir Yer Ev Değil için yanıtlamam gerekseydi bu romanın suçluluk duygusu, suç ortaklığı ve yas hakkında olduğunu söylerdim; etrafını saran tarihi olaylar karşısında genç bir insanın ne kadar kusurlu sayılabileceği hakkında yazılmış, böyle birinin sevdiği insanlar tarafından işlenen suçlardan kendini sıyırıp sıyıramayacağının cevabını arayan bir kitap olduğunu söylerdim.”