‘İşçiyim Haksızım’

Türkiye’de sendikal hakların gelişimi açısından 1961 Anayasası, tam anlamıyla bir ‘milat’ olmuştur. Bu özgürlük ortamında filizlenen Türk-İş ve DİSK gibi konfederasyonlar, Türkiye işçi hareketinin temel dayanak noktaları kimliğini kazanmışlardır. 12 Eylül sonrası her alanda yaşanan toplu yıkımdan sendikal hareket ve işçi-emekçi hakları da payına düşeni almış, kazanımlar yerini piyasanın insafına bırakmıştır. Şükran Soner ve Önder Aker’in birlikte kaleme aldıkları ve ilk kez 1989’da yayımlanan İşçiyim Haksızım (Cumhuriyet Kitapları) adlı kitapta, Türkiye’de işçi haklarının günden güne nasıl budandığının öyküsünü yazarların birinci elden tanıklarıyla okuyacaksınız.

Fazıl Sağlam

‘BEN DEVLETİM KÖLELEŞTİRİRİM’

Şükran Soner’in Önder Aker’le birlikte seksenli yılların sonuna doğru yaptıkları o ilginç çalışma, iş hukuku ve işçi çevrelerine hiç de yabancı değildi. Çalışmaların başlıkları, içeriğini çarpıcı bir biçimde yansıtıyordu: Ben Devletim Köleleştiririm / İşçiyim Haksızım.

Bu çalışmalar İşçiyim Haksızım (Cumhuriyet Kitapları) başlığı altında yeniden yayımlandı. Kitap “Önsöze Önsöz” ile başlıyor. Bu önsözde eski çalışmanın yapısına dokunmadan o dönem anlatılanlara bugün edinilen yeni bilgiler ekleniyor.

1961 Anayasası ile gelen hak ve özgürlükler, çalışma yaşamını canlandırdı ve işçi hareketine yeni bir ivme kazandırdı. Kitapta bu yükselişin aynı anayasal süreç içinde nasıl geriletildiğinin hüzünlü hikayesini izliyoruz.

Önümüzde bir dönemin “resimler geçidi” sergileniyor. Seyfi Demirsoy Başkanlığında Türk-İş’in ilk dönemleri, “Ankara’da Türk-İş var” sloganının inandırıcı yaygınlığı...

Okurken belli bölümler, kendi yaşamımdan paralel çağrışımlar yarattı. İlk çağrışımla başlayayım:

Yüksek öğrenimimin ikinci yılında 1961 Anayasası’nın yürürlüğe girmesiyle ufkumuzu açan ve zenginleştiren bir aşamaya girmiştik. O zamana dek ancak kitaplarda okuduğumuz kavramlarla burun buruna geldik.

Sosyal devlet, sosyal haklar, emeğe saygı, hukuk alanında hissedilir bir varlık kazanmaya, grevli ve toplu sözleşmeli sendikal haklar da bunun motoru işlevini yerine getirmeye başlanmıştı. Bu atmosfer, beni iş hukukunda doktora yapmaya özendirdi.

Doktoramı Köln’de tamamladığım sırada araya 12 Mart girdi. Artık 1961 Anayasası’nın büyülü atmosferi dağılmış, demokrasi ve sosyal hukuk devleti ilk darbelerini almıştı. Bunun ilerideki 12 Eylül’ün habercisi olduğunun o sıralarda tam ayırdında değildik. Bu gelişme, ilgi alanımı anayasa hukukuna çevirdi.

Ama işçilerin böyle bir seçeneği yoktu. Onlar için anayasal ve yasal kayıplar yaşamsal bir önem taşıyordu. DİSK’in Türk-İş’den kopması, dışarıdan iç çatışma izlenimleri, ama baskı yoğunlaştıkça karşılıklı dayanışma ve destek...

15-16 HAZİRAN 1970 BÜYÜK İŞÇİ DİRENİŞİ!

Kitapta 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişiyle ilgili anlatımlar, bir başka çağrışım kaynağı oldu. Bu direnişin ana motifi, DİSK’in bir yasa ile saf dışı bırakılmasıydı. Yasanın belli maddeleri TİP tarafından Anayasa Mahkemesi (AYM) önüne taşındı, Mahkeme, 1972 yılında ilgili maddelerin iptaline karar verdi. Sonuçta “büyük işçi direnişi” haklı çıkmıştı.

DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK!

On yıl sonra gelen 12 Eylül, hiçbir ayırım yapmadan işçi hareketine ve sol düşünceye darbesini vurdu. Kitapta Aker bunu şöyle açıklıyor: “Demokrasi ve özgürlük, kazanılan şeylerdir, verilen değil. Öyle olsaydı, 1961 Anayasası hâlâ yürürlükte olurdu. Verilen şey geri alınır. Ama kazanılan şey, kolayca geri alınamaz.”

Bu satırlar bana Mümtaz Soysal’ın 1969’da yayımlanan “Dinamik Anayasa Anlayışı”nı çağrıştırdı: Umut vaat eden bir anayasanın hangi koşullarla ayakta kalabileceğini daha o tarihte yazmış:

“Burjuvazinin klasik özgürlüklere ya da iş hayatında liberalizmi sağlayan ilkelere yapışması gibi, işçi sınıfı da eninde sonunda sosyal adalet ilkesinin, ekonomik hak ve özgürlüklerin savunucusu olacaktır. Anayasa’nın ayakta duruşu da ancak böyle bir ‘sosyal güçler dengesi’ sayesinde olur”...

“Türk toplumunun tarihsel gelişme çizgisi açısından bu anayasanın ‘daha sağlam temellere oturmaya yönelmiş bir devlet düzeni’ yaratmak amacı güttüğü aşikârdır. ‘Daha sağlam temeller’ ise anayasadaki ilkelere sahip çıkacak örgütlenmiş sosyal güçler demektir.”

SALTIK’TAN CEMAL’E: “TRİBÜNLER BOŞ KALDI!”

Ama Türkiye’nin sosyal güçleri bu anlayışa erişebilmiş değildi. Sosyal güçlerin TİSK kanadına egemen olan görüş, Başkanı tarafından şöyle dile getirilmişti: “Yirmi yıl bizim anamız ağladı. Şimdi sıra onlarda.”.

Kitapta, çalışanların anayasal haklarının 1982 Anayasası’nda TİSK talepleri doğrultusunda nasıl budandığı örnekleriyle açıklanıyor.

12 Eylül Darbesi, TİSK’in taleplerini anayasaya aktarırken, karşı sosyal güçlerden biri olan DİSK’in yöneticilerini idam talebiyle yargılamaya başlamıştı.

24 Aralık 1981 günü başlayan duruşmalarla ilgili çarpıcı bir pasajı kitaptan aktarıyorum: İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Haydar Saltık’tan Hasan Cemal’e: “Haberi manşetten verdiniz. Biz de çok büyük hazırlıklar yaptık. Ama tribünler boş kaldı.”

YALNIZ BIRAKILAN DİSK, DÖNEMİN AĞIR KOŞULLARI VE HÜZÜNLÜ HİKAYELER...

Yüz binleri sokağa döken DİSK’in nasıl yalnız bırakıldığı ima ediliyordu. Doğrusu bu imada gerçek payı da yok denemezdi. Ama o dönemin ağır koşullarını, duruşma salonunun dondurucu soğukluğuna eşlik eden hüzünlü hikayelerini Soner’in kaleminden okumanız daha doğru olur.

DİSK yöneticileri sıkıyönetim mahkemeleri tarafından yüksek cezalara mahkûm edildiler. Ama yıllar sonra 1991 yılında Askeri Yargıtay kararıyla aklandılar.

DARBE, PARTİ KAPATMALAR, AYM, HİZMET BİNALARI VE ÇAĞRIŞIMLAR...

Bu bağlamda ekleyeceğim son bir çağrışım var. SBF’de doktor asistan olarak görev yapıyorum. AYM’den bir öneri aldım.

Lozan’da yapılacak Avrupa AYM’leri Konferansı için Almanca hazırlanması gereken ulusal bildiriyi, Mahkemeye yöneltilmiş sorular çerçevesinde metne dönüştürmem isteniyordu. Onur duyacağımı belirterek bildiriyi tamamladım. Lütfedip beni de birlikte Lozan’a götürdüler.

O dönemde AYM’nin hizmet binası, artan gereksinimlerini karşılamaktan uzaktı. Bu arada Mahkeme’ye, kapatılan Adalet Partisi’nin yeni binası önerilmiş. Başkan Şevket Müftügil yolculuk sırasında fikrimi sordu.

“Aman Sayın Başkan, sakın böyle bir şey yapmayın, Parti kapatma sizin münhasır yetkinizdeyken, tüm partiler 12 Eylül Askeri Darbesi’nce kapatıldı. Sizin oraya geçmeniz, Darbeyi bu yönüyle meşru kılar” diye cevap verdim. Zaten Başkan da aynı düşüncedeydi.

AYM, Adalet Partisinin yeni binasına geçmedi. AYM üyeliğine atandığımda, Mahkeme, Simon Bolivar Caddesindeki Hizmet Binasında görev yapıyordu. Göreve başladıktan sonra o binanın DİSK’e bağlı Genel İş Sendikası’nın eğitim merkezi olarak inşa edildiğini öğrendim.

Gerçi bina AYM’ye doğrudan tahsis edilmedi. Kayyum yönetimindeyken, DPT için kamulaştırılmış, DPT’nin ihtiyacını karşılamayacağının anlaşılması üzerine, başka kamu kuruluşlarına aktarılmıştı.

Sonunda 1983’te AYM’ye tahsis edildi. Ama inşaatın tamamlanması 1989’u bulmuş. Mahkeme 2009’a kadar orada görev yaptı. Her hatırladığımda içim burkulmuştur.

Biliyorum, bendeki çağrışımlar olayların canlılığını tam yansıtmıyor. O canlılığı ve buruk hüznü ancak kitabı okurken hissedebilirsiniz. Eminim her okuyanda kendi yaşamıyla bağlantılı benzer çağrışımlar uyanacak.