Irmak Zileli ve Eşik! Necdet Neydim'in yazısı...
Gençlik edebiyatı geçmiş yazılarımda da altını çizerek vurguladığım gibi tam anlamıyla gelişmiş bir alan olmayı yazık ki gerçekleştirememiştir. Bu, alanda yayımlanmış nitelikli eser bulunmadığı, bu yönde çaba gösterilmediği anlamına gelmiyor. Elbette hem yayıncı, hem yazar çabalarını görmek mümkün ve bu çok sevindirici; bu da sürecin daha da teşvik edilmesi ve güçlendirilmesi gerçeğini ortaya koyuyor; ancak bunun önünde öylesine çok engeller var ki, bu alanı güçlü hale getirene kadar çok çaba göstermek gerekiyor.
Necdet Neydim / Cumhuriyet Kitap EkiGençlik edebiyatı araştırması yaparken ve özellikle 68 Kuşağı’nın gençlik edebiyatı açısından sorgulanması sürecinde çıktı karşıma Irmak Zileli, Eşik isimli romanıyla. Roman, dönemsel bağlamda baba-kız; anne -kız ilişkisini süreç içinde ele alıyor ve bu ilişkileri öncelikle baba-kız ilişkisi ve iletişimleri bağlamında sorguluyordu.
Otobiyografik roman olduğu söylense de romanı kendi gerçeği içinde ele almanın eleştirel yaklaşım özgürlüğünü daraltmayacağı düşüncesiyle bu yönünü öncelemeden sorgulamayı daha doğru buluyorum.
Romanlar anlatıcının duygusal ve düşünsel iktidarında oluşur ve bu nedenle öncelikli yaklaşım kurmaca olduğu gerçeğini gözden uzak tutmadan ele almak olmalıdır.
Eşik, 68 kuşağı baba, aynı düşünce ekseninde yola çıkıp sonra babayla yolları ayrılan anne ve onun kardeşi dayıdan söz ediyor. Bir de aileye sonradan katılan babanın ikinci eşi Zeynep var.
Roman, yayımlandığı döneme değin hiç ele alınmayan bir konuyu ele alıyor. 68 Kuşağı babalar; eleştirilemez, sorgulanamaz babalar.
Batı’da 68 kuşağı mutlak baba otoritesinde sembolize edilen iktidara başkaldırırken, Türkiye’de 68 Kuşağı’nın başkaldıracağı baba otoritesi yoktu. Var olan otorite feodal otoriteydi, bir ötesi kasaba esnaf kültüründen gelen babaydı.
Bu baba türünün temsil ettiği iktidar yüz yüze yaşanan iktidardı ve bu iktidarın düşünsel otoritesi salt geleneklerdi ve ona uyduğunuz ya da uyar göründüğünüz sürece özgürlüğünüze dokunan olmazdı.
Oysa 68 Kuşağı Türkiye tarihinde gelmiş geçmiş en güçlü baba otoritesini temsil ediyordu ve onların bu otorite ve iktidarını belirleyen şey bilgiydi. Bilginin aşılamazlığı, çocuğu, babanın karşısında edilgen hale sokuyordu ve çocuk aşamayacağı dağı tırmanmayı düşünemiyordu bile.
Oysa çocuk bu otoriteleri aşabildiği ölçüde özgüven kazanabilirdi. Acımasız, buyruklar içeren, beklenen idealize figürü oluşturamayınca aşağılanan, dahası reddedilen çocuğun (ergenin) yaşamın içinde kendini bulma serüveni nasıl geçer diye düşünmek gerekir.
İdeolojik açıdan ters düştüğüne inandığı kızını reddetme, onu Frankenstein olarak tanımlayıp dışlama, modern figürlerle yaşamı sorgulama olarak düşünülebilir ama bunun töreye ters düşüp katledilmesine karar verilen kız çocuğa dönük yaklaşımla ne farkı var ki? Bir babanın, annenin çocuğunu reddetme hakkı yoktur. O sizi seçmedi ki. Karara katılması mümkün değildi…
19. yüzyıla kadar Fransa’da çocuklar doğar doğmaz süt anneye gönderilirdi. Karısını aldığı için baba, kocasını uzaklaştırdığı için anne tarafından istenmeyen çocuk bu kadere boyun eğmek zorundaydı.
Ve sütü yetişmeyen süt annenin onlara yedirdiği haşlanmış kestanenin midelerinde şişmesi sonucu çatlayarak ölüyordu o çocuklar. Beş çocuğunu yetimhaneye terk eden Rousseau bunu değiştiren kişi oldu, Emil isimli eğitim kitabında “çocuklarınızı sevin onlarla gurur duyun” diyerek.
Tüm bu süreçler 2. Dünya Savaşı sonucu çocukların yaşadığı korkunç katliamların ve sonsuz sıkıntıların ardından “Çocuk Hakları Sözleşmesi”ni ortaya çıkarmış ve onun hakları evrensel haklar olarak tanımlanmıştır. İdeolojiler insanı değer olarak tanımlamak zorundadır. Öncelikle de çocuğu. Bunu içselleştirmeden, insan adına karar vermek ulaşılır bir amaç mıdır ki?
Bir kuşağın ve onun ardıllarının o kuşağı sorgulanamaz ilan etmesi ne kadar doğrudur bilemiyorum. Her şeyi sorgulama ve reddetme hakkını kendinde görürken kendine yöneldiğinde bu hakları yok saymak adil midir diye sorduruyor roman, baba-kız ilişkisinde kızın babaya eleştiri hakkını kullandığında yaşadığı gerçeklerle.
Romanda edilgen gibi görünen ama dış dünyada adanmış bir ideolojik mücadele içinde olan annenin bu hali anlayışla karşılanırmış gibi görünüyor; ama anne, babaya karşı kızını bir başına bırakmaktan çekinmiyor.
Bu yaşananlar hem geçmişte hem de günümüzde ‘ebeveyn çocuk ilişkisini biz nasıl ele alıyoruz?’u sorgulatma zorunluluğu getirmiyor mu acaba?
Fotoğraf: Kaan Sağanak
Modern ya da feodal, kentli ya da köylü, inanç ya da ideoloji düzleminde çocuk ve ebeveyn ilişkimiz nasıl ve kendi aralarında mutlak benzerlikler ve ayrışmaları nerede başlayıp bitiyor acaba?
İstediğimiz çocuk figürünü tanımladığımızda çizilenin hepsinin aynı olduğunu ama renklerinin farklı olduğunu söyleyebilir miyiz? “Bize (babaya) mutlak biat eden çocuk makbuldür.”
Eşik romanı, her ne kadar otobiografik roman olarak öznellikler yansıtsa da, dönemsel tanıklıklar içermesi nedeniyle öznellikleri toplumsal bir sorunu görünür kılmakta ve bu sorunu hem dönemi yaşayanlar, hem de o dönemi edebiyat sosyolojisi açısından inceleyecekler açısından ilginç kılmaktadır.
Türkiye’de (belki de dünyada) baba-kız ilişkisi nasıl bir seyir izlemektedir diye düşündüğümde yaptığım bir araştırma çalışmasında (Babaya Mektuplar) elde ettiğim sonuçları anımsadım.
Kızlar babalarını sevmeyi ve onlar tarafından bir değer olarak algılanıp sevilmeyi çok istiyorlar. Babalarsa geleneklerin, yetiştirilme tarzlarının, ya da onları biçimlendirdiklerine inandıkları inanç ve ideolojilerinin kuşatması altında kızlarını sevme konusunda çekinik davranıyorlar.
Romanın, ideolojik olarak yanlılıktan daha çok buna dönük eleştiriler içerdiği düşüncesindeyim. Üstelik bunu babaya dönük bir meydan okuma olarak değerlendirebiliyorum. Ancak tüm bunların yanında hem cins olarak korunuyor görünse de annenin de bu süreçte taşıdığı sorumluluklara üstü örtülü de olsa değinmesi onu değerli kılıyor.
Ben, Irmak Zileli’nin gençlik edebiyatına bir armağan olduğunu düşünüyorum. Burada daha çok kalması dileğiyle...