İhtişamın ve sefaletin şairi: Baudelaire!

Victor Hugo’dan yirmi yıl sonra dünyaya gelen Charles Baudelaire (9 Nisan 1821 - 31 Ağustos 1867) kırk altı yaşında bu dünyaya veda etti. Hugo’nun uzun ve mutlu bir yaşamı oldu, oysa Baudelaire için aşk ve güzellik dahil her şey acı ve düş kırıkları ile doluydu. Yaşamı ve ölümü hüzün vericiydi. Baudelaire’in umut etmenin ötesinde, bütün duaları kabul edilmiştir. Yaşamı boyunca çok acı çekti. Bu acılar onu kendisinden sonra gelenler tarafından sevilen ve hayranlık duyulan bir şair yaptı. Kuşkusuz Baudelaire’den sonra dünya aynı dünya değildi. Yolculuk, düş, şehvet, mutluluk Kötülük Çiçekleri’nden kaynaklanan sıkıcı, büyülü, duyarsız bir şey oldu.

Zeynel Kıran

Dostum Abidin Emre’nin Anısına

Victor Hugo’dan yirmi yıl sonra dünyaya gelen Charles Baudelaire kırk altı yaşında Hugo’dan aşağı yukarı yirmi yıl önce bu dünyaya veda etti. Hugo’nun uzun ve mutlu bir yaşamı oldu, oysa Baudelaire için aşk ve güzellik dahil her şey acı ve düş kırıkları ile doluydu. Yaşamı ve ölümü hüzün vericiydi. Oysa Hugo’nun yaşamı tam bir başyapıt, ölümü bir zaferdi.. Dehasının kurbanı olan Hugo on dokuzuncu yıl Fransız şiirinin simgesi olamadı. Oysa yaşamın yıprattığı, çağdaşlarının tanımazlıktan geldiği, alay edilen, yargılanan Baudelaire, Fransız edebiyatının en büyük şairlerinden biri olarak kabul gördü; bunu da tek yapıtı Kötülük Çiçekleri ile hak etmişti.

Şiirinde müzik her zaman ön plandaydı. Baudelaire bulanık düşlerine hep mükemmel bir biçim vermek, düşüncelerini açık ve seçik dile getirmek istemiştir. Şiirinde François Renée de Chauteaubriand’nın, Lord George Gordon Byron’un melankolisi, Alferd de Vigny’nin felsefi umutsuzluğu, Gustave Flaubert ve Leconte de Lisle estetik nihilizmi duyumsanır.

Baudelaire için dünya kötü bir yerdir. Acılı ama bir o kadar bilinçli olan şair düş gücüyle gerçek ve gerçek üstü dünya arasında bir köprü kurmaya çalışarak düş gücünün, kendisinin son sığınağı olduğunu ayrımsamıştır.

Dünya ne kadar çekilmez olursa olsun, Baudelaire umudunu hiçbir zaman yitirmemiştir; çünkü gerçek ve gerçeküstü dünyanın benzeşim evrenselliğinin ayrımında olarak bir kurtuluş olabileceğini düşünmüştür. Vasatlığın arkasında her zaman fethedilecek bir ideal, her acının arkasında bir mutluluk olasılığı vardır.

İşte şairin görevi dünyanın bu iki yanı arasında, kırılgan da olsa, bir ilişkiler, çoklukta birlikler kurmaktır. Bu nedenle şair düş gücüne sığınır. “Düş gücü bir fantezi değildir. Duyarlı olmayan hayalci bir insan düşünmek zor da olsa, düş gücü bir duyarlık da değildir..

Düş gücü her şeyden önce, felsefi yöntemler dışında, içten duyguları, gizemli şeyleri çoğunlukla birlik ve benzerlik ilişkilerin sezinleyen yarı tanrısal bir yetidir” (Edgar Allan Poe’nun Öyküleri Üzerine Notlar), der Baudelaire.

Aslında, ölçü ve kullandığı sözcük dağarcığına bakılırsa, Baudelaire François de Malherbe’e hayran. İkiye ayrılmış on iki heceli dizeleri (alaxendren) ve romantiklerin terk ettiği soneyi kullanan bir şairdir.

Onu diğerlerinden farklı kılan şiirinde çok yoğun bir biçimde kullandığı imgeler ve kendine özgü dilidir. Bu imgeler, uyumlar çoğunlukta birlikler, benzetmeler ve simgelerle kendini gösterir.

Şairin düş gücünden beslenen bu imgeler, karşıtlıkları uzlaştırmayı, çelişkileri ortadan kaldırmayı, çirkinlikten güzelliği, kötüden iyiyi çıkarmayı sağlayarak onun “yeni bir dünya yaratma”sını sağlamıştır. Böylece Baudelaire modern şiirin habercisi olacaktır.

“Correspondances” (Çoklukta uyum, birlik, karşılıklı uyumlar) adlı şiirinde görüldüğü gibi tüm duygular uyum içinde birbiri ile iletişim içine girer ve ortaya adeta Richard Wagner’in çok sesli bir senfonisi çıkar: “Uzaktan söyleşen uzun yankılar gibi/ Renkler, sesler, kokular karışır birbirine” (Çev.: Sebahattin Eyüboğlu)

İnsan Baudelaire’e gelince, o Senatoda büro şefi, papz, aynı zamanda ressam olan bir babanın oğluydu. Babası ölmeden önce onu resmin büyülü dünyası ile tanıştırır. Babasının ölümünden bir yıl sonra, annesi çok önemli görevler üslenecek, büyük elçi, İkinci İmparatorluk senatörü, askeri mühendislik yüksek okulu Politeknik’in müdürlüğünü yapacak olan general Jacques Opick ile evlenir.

Baudelaire çok sıkı disiplinli üvey babasını hiç sevemez. Ama kaderin cilvesi, her ikisi de bugün Paris’te Montparnasse mezarlığında aynı mezarı paylaşıyor. Ama kimi dedikodulara göre, aynı mezarlığın bir köşesinde, bir duvar dibinde Baudelaire yatıyormuş, bunu da çok az kişi biliyormuş.

Genç Baudelaire toplumdan ve dünyadan tiksinen bir tür “dandy”di. “Yararlı bir adam olmak bana her zaman iğrenç bir şey gibi gelmiştir” diyecektir..

Paris’in hâlâ en iyi liselerinden biri olarak kabul edilen Louis –le- Grand lisesinin parlak bir öğrencisiydi, hatta Latince yazdığı şiirler için bir ödül bile almıştı. Ama nedendir bilinmez okuldan atılır; sonunda söke söke lise diplomasını alacaktır..

İlk sevgilisi Sarah la Louchette adlı çirkin bir sokak kadınıydı. Üvey baba bu ilişkiden hiç hoşlanmayarak onu Kalküta’ya gidin ilk gemiye bindirip ondan kurtulmak ister. Şair ise Maurice adasına uğrayan gemiden kaçarak üç ay boyunca bu adada yaşar, sonra da Paris’e döner. Bu yolculuk onun düş gücünü geliştirecek, egzotizme ve denize karşı büyük bir ilgi duymasına neden olacaktır.

Paris’te onu esrar ve haşhaşın acılarını azaltacağını sandığı bir bohem hayatı beklemektedir. Bu arada sıradan bir vodvil oyuncusu, melez bir kadın, siyah Venüs “simsiyah gözlü, heykel tunç alınlı melek” Jeanne Duval ile tanışır. Bu kadın onun tüm yaşamını ve yapıtının bir bölümünü derinden etkileyecektir.

Kuşkusuz Jeanne Duval ne ilk ne son olacaktır. Şair Thédore de Banville için kendini terk edecek yeşil gözlü, oyuncu Marie Daubrun’e aşık olur. Yine bu dönemde Belçikalı bir bankacının metresi Başkan lâkaplı, evinde dönemin sanatçı ve yazarlarını ağırlayan Apollonie Sabatier’yi unutmamak gerekir.

Şair Théophile Gautier’nin kızı Judith Guathier’nin dediğine göre, “Apollonie o muzaffer edasıyla etrafına ışık ve mutluluk saçıyordu.” Bu sevgili de Baudelaire’in yaşamında ve şiirlerinde çok etkili bir rol oynayacaktır:

“Neşe, ışık ve mutluluk dolu bir melek/ Esin perisiyim ben, koruyucu Meryem’im” diyecektir.

Bu arada ailesi Baudelaire’e avukat Narcisse Ancelle’i vasi olarak tayin eder. Buna çok öfkelenen şair bıçakla canına kıymayı deneyecektir. Neyse ki bu girişim gerçekleşmeyecektir, ama okura Fransız edebiyatının en saf ve en unutulmaz dizelerini armağan edecektir.

Baudelaire, 1864’de Belçika’ya yerleşir. Fransa’ya dönmeyi düşündüğü sırada bir felç geçirir. Brüksel’de neredeyse bitkisel hayata girer. Kalp krizi geçirdikten sonra da Paris’e getirilir. Felçli ve konuşma yeteneğini yitiren şair 1867 yılında, kırk altı yaşında hayatını kaybeder.

Baudelaire deyince insanın aklına hem hüzünlü hem romantizmin sonunu belirten büyülü sözcükler hem de uzun zaman kapalı, endişe verici ve lanetlenmiş alanlara açılışı dile getiren dizeleri akla getirir:

O akşamlar kömür aleviyle aydınlanan!/

Ya pembe buğulu akşamları, balkonda geçen

Başım göğsünde, ne severdin beni o zaman!

Ne söylediysek çoğu ölmeyecek şeylerden!

 

O akşamlar, kömür aleviyle aydınlanan!

 

Ne güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları!

Kainat ne derindir, kalp ne kudretle çarpar

Üstüne eğilirken ey aşkımın pınarı,

Sanırdım ciğerimde kanımın kokusu var.

Ne güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları

(“Balkon”, çev. Cahit Sıtkı Tarancı)

 

Ünlem işaretlerinin çokluğu ve “akşam” sözcüğünün yinelenmesi esenlikli bir ortamda hüznün egemenliğini vurgulamaktadır.

 

Sana adıyorum ben bu dizeleri, ismim

Eğer uzak çağların kıyısına vurursa,

Beyinleri bir akşam düşlerle doldurursa

Poyraza yakalanmış bir gemi gibi, ismim,

 

O zaman düş ürünü masal gibi, anın da,

Okuru bir telli saz gibi yorsun isterim,

Yüce uyaklarıma asılıp kalsın, derim,

Gizemli bir zincirin kardeş halkalarında

(“Bu Dizeleri Sana Adıyorum”, çev. Erdoğan Alkan)

 

Baudelaire tek bir kitapla geleceğe kalır. Şiirlerinde lanetlenmiş kadınlar, vampirler, divanlar, kumaşlar, çiçekler, dağınık saçlar, limanlardaki gemiler üstünde sanki bir büyü dalgalanır. Tropikal güneşin altında köleler, uyuşuk tembel gençler düşlere dalarlar.

Tıpkı Hugo’da olduğu gibi, Baudelaire’de de kimi yaldızlı dizeler, ani çökmeler, oldukça yavan, hatta bazen bayalığa kaçan dizeler gözlemlenir. Ama bu sanatsız dizelerde bile bir parıltı algılanır; tıpkı “İçe Kapanış” şiirinde olduğu gibi.

“Derdim yeter, sakin ol, dinlen biraz” dizesiyle başlayan “Geceyi dinle, yürüyen tatlı geceyi” dizesiyle biten bu şiir konusunda Paul Valéry şunları söylemiştir: Bu şiirin ilk ve son dizelerinin öyle büyüsü vardır ki, şiirin kalan bölümünü kaldırsak bile şiir anlamından bir şey yitirmeyecektir.”

Kötülük Çiçekleri, 1857 yılı haziran ayında yayımlanır. İkinci İmparatorluk döneminin toplumsal ahlak kuralları hüküm sürmektedir. Ağustos ayanda Gustave Flaubert’in Madame Bovary’sini ahlak kurallarına aykırı bulan savcı Ernest Pinard Kötülük Çiçekleri’ne de dava açıp kitabın içinden altı şiirin çıkarılmasına karar verir.

Günümüzde savcı Pinard’ın adını anımsayan yok. Ama Baudelaire, Flaubert, Kötülük Çiçekleri ve Madame Bovary’i edebiyat severler saygıyla anıyor. Bu savcının adı ancak bu iki yazarla anılabilmektedir.

Stendhal, Flaubert gibi Baudelaire de can çekişen romantizme eşlik edern sanatçılardan biridir. Ama can çekişin bedende hâlâ kıpırtılar vardır. Kuru bir romantik olan Stendhal’in tersine Baudelaire şatafatlı ve büyüleyici bir romantiktir.

O şehvet ve çürümüş leşlerin de romantik şairidir. Hastadır, yaşam mücadelesi verir, kâbuslar görür, ölecektir. Sonunun farkındadır, isyan çığlıkları atar: “Ey şeytan bu uzayıp giden sefaletime acı”, der ya da;

 

Hem bıçağım hem de yara

Hem yanağım, hem tokat

Hem kurbanım, hem cellât

Ezen ve ezilen çarkta.

 

Ve devam eder:

 

Hey ölüm, yaşlı kaptan, demir almanın zamanıdır

Bu ülke artık beni sıkıyor, hey ölüm, demir alalım

Gökyüzü ve deniz mürekkep gibi siyah olsa da

Bildiğin kalplerimiz ışıkla dolu.”

(çev. Ahmet Necdet)

Baudelaire sadece şehvetin, sarhoşluğun, bıkkınlığın ve ölümün şairi değildir. O aynı zamanda olağanüstü zekâya sahip bir sanat eleştirmenedir. Wagner’i keşfeden ve ona övgüler yağdıran bir müzikseverdir.

Kendine çok yakın bulduğu Amerikalı şair Poe’nun şiirlerini ve öykülerini Fransızcaya çeviren odur. Eugène Delacroix’dan Gusteve Courbet’ye, Édouard Manet’den Paul Cézanne’a dek pek çok ressamı koruyan, onlara içten bir hayranlık duyan bir resim eleştirmenidir de. “Fenerler” şiiri bunun en güzel örneğidir.

Bütün bunların yanında Baudelaire olağanüstü bir düzyazı şairidir Hatta 1960 yıllarından sonra Baudelaire araştırmalarında düzyazı şiirlerinin Kötülük Çiçekleri’nden daha üstün olduğunu söyleyenler az değildir.

Gerçekten de düzyazı şiirleri, şiirlerin karalaması değil, lirik ruhun hareketleri, düşün dalgalanmaları, bilincin ani sıçrayışları için karşıt, esnek, uyaksız, dizemsiz ama son derece müzikal bir düzyazı şiiri yaratma isteğinin ürünüdür.

Küçük Düzyazı Şiirleri, Paris Sıkıntısı, Yapay Cennetler, Fransız edebiyatında yeni bir alan açarak gelecekteki şairlere esin kaynağı olmuştur.

“Her zaman sarhoş olmalı. Her şey bunda: Biricik mesele bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken zamanın korkunç ağırlığını duymamak için, durmamacasına sarhoş olmalısınız [...] Ama neyle? Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun.”

Ya da;

“Tanrım ne olur, acıyın bize, kadınlı, erkekli delilere acıyın! Ey yaratıcı, bunların neden var olduklarını, nasıl oluştuklarını, nasıl oluşmamış olabileceklerini bilen biricik Varlık için canavar diye bir şey bulunabilir mi?”

Ya da; “Bulutları severim...İşte şu...şu geçip giden bulutları...Eşsiz bulutları!” (Paris Sıkıntısı, çev. Tahsin Yücel). Bu düşüşün dibinde, hem kendi gözünde hem de diğerlerinin gözünde sağlığına kavuşmak ister: “Ulu tanrım, izin verin, birkaç dize daha yazayım da insanların en aşağılığı olmadığımı, hor gördüklerimden daha aşağı olmadığımı kanıtlayayım kendime” (a.g.y.).

Güzellik arzusu ile sıkıntının cazibesi, ideal ile leş, Tanrı ile Şeytan arasında kalan şair ölüme karşı mücadele etmek için coşkuya ve sarhoşluğa, düşe ve şiire başvurur:

 

Bu sesleniş ki bin nöbetçi yineler,

Bir buyruğun, bin ses borusundan çıkışı

Bir kalenin burcunda yakılmış bir fener

Sık ormanlarda yitmiş avcılar çığrışır.

 

Şurası gerçek ki Tanrım, onurumuzdan

Verebildiğimiz en iyi kanıt, bu tutkun

Hıçkırıktır hep, çağdan çağa akaduran

Varır, kıyısında diner sonsuzluğunun!

(“Fenerler”, çev., Erdoğan Alkan)

 

Acılar üstün gelince acıya acıyla karşı koymaktan başka çaresi kalmaz:

 

İffetsizliğe karşı, şükürler olsun Tanrım,

Acıyı verdin bize, en iyi ilaç olan

O acı ki en güzel cevherdir inanırım

Güçlükleri, kutsal şehvetlere hazırlayan!

(çev., Erdoğan Alkan)

Umut etmenin ötesinde, bütün duaları kabul edilmiştir. Baudelaire, tüm hayatı boyunca çok acı çekti. Bu acılar onu kendisinden sonra gelenler tarafından sevilen ve hayranlık duyulan bir şair yaptı. Kuşkusuz Baudelaire’den sonra dünya aynı dünya değildi. Yolculuk, düş, şehvet, mutluluk Kötülük Çiçekleri’nden kaynaklanan sıkıcı, büyülü, duyarsız bir şey oldu.