Hüznün genç, direngen ve ‘bahtiyar’ yazarı; Katherine Mansfield!
Hastalıkla ve yoksullukla geçen 34 yıllık kısacık ömründe modern lirik öykünün yazın dünyasında yerleşmesini sağlamış Katherine Mansfield (1888-1923), özellikle son yıllarında mücadele ettiği tüberkülozun etkisiyle ölümün kendisini kovaladığını bilir, aklından geçenleri kayıt altına alabilmek için sürekli üretir. Öykülerinde toplumdan izole edilmiş, hayal kırıklığına uğramış, yaşamdan pek bir beklentisi olmayan kişilerin psikolojileriyle ilgilenir, duyguları katıksız yaşatır. Van Gogh resimlerinin uyandırdığı yazma isteğiyle yalnızlık, hüzün ve acıları melankolik kısa öyküler haline getirir. Hiç sevemediği annesine duyduğu öfke ve hastalığının verdiği acılar öykülerini besleyen ana damarlar olur. Kabul edilmiş gerçekliği sorgulayan ve tabulara meydan okuyan kadın kahramanlar yaratır. En sıkıntılı dönemlerinde dahi iyi bir yazar olma tutkusunu kaybetmez. İçe işleyen usta yapıtlarıyla ölümünün üzerinden 100 yıl geçmesine karşın 25 dilde geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmayı başarır. Virginia Woolf “Yazım tekniğini kıskandığım tek kişiydi” demiştir.
Z. Doğan Koreli“Bir evim olsaydı, perdeleri çekebilseydim, hoş kokulu çabuk tutuşan bir şey yakıp ısınabilseydim, ışıklarla gölgeleri seyredebilseydim katlanılabilirdi belki bu acılara ama benim gibi pansiyonlarda yaşayan biri için bu hayallerin gerçekleşmesi çok güç!” Katherine Mansfield (1888-1923)
Hastalıkla ve yoksullukla geçen 34 yıllık kısacık ömründe modern lirik öykünün yazın dünyasında yerleşmesini sağlamış Katherine Mansfield’ın (1888-1923) yapıtlarının neredeyse tamamı otobiyografik göndermelerle doludur.
Yeni Zelanda’da geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarını, yaşamında iz bırakan kişileri, aile üyelerini, korku ve travmaları, ilişkilerin hassas ve kırılgan doğasını, yükselen orta sınıfın komplekslerini, dekadan uyuşuklukları gösterir.
Kardeşiyle el ele tutuşup sömürge Yeni Zelanda’yı terk etmesi, onun keşfetmek, dünyanın nereye gittiğini anlamak, dünyaya açılmak isteğinin de göstergesidir.
‘KOYDA’
Eşi Murry ile ilişkisi ve ailesiyle hesaplaşmasından izler taşıyan ve 13 bölümden oluşan Koyda (Çeviren: Seçkin Selvi / Can Yayınları) adlı öyküsünde, Woolf’un Mrs Dalloway’i gibi sadece bir günü anlatır Mansfield.
Köyün çobanı, koyun sürüsünü puslu ve karanlık bir sabaha karşı ayın durgun sudaki son yansımasından güneşin güçlü enerjisine hareket ettirir. Fakat aydınlığın gücü, sonunda karanlığın tedirginliğine yenilir. Burnell ailesinin yazlığında geçen sıradan bir gün, uzaydaki rutin bir hareketi, yaşamın çalkantılı sanrılarıyla tüketir.
KAHRAMANLARI UZAKLARA
GİTMENİN ÖZLEMİNİ ÇEKER!
Psikolojik betimlemelerin öne çıktığı öyküde, duyguları sürekli sinir uçlarında gezen her bir kişinin mutsuzluğu ve kaygıları bir bellekten diğerine atlanarak, bir olay örgüsü verilmeden çoğunlukla iç monologlarla yansıtılır. Kahramanlar sürekli başkasının yaşamına imrenen, evliliklerinde aradıklarını bulamayan, çok uzaklara gitmenin özlemini çeken kişilerdir.
Anlatı boyunca ister çocuklarını sevmeyen anne Linda ister düşüncesiz ve sert baba Stanley ister sevgiye muhtaç çocuklar olsun hepsi yalnızlığı tercih eder. Yaşamın anlamını sorgulayıp günlük rutinleri sıkıcı bulan ve düşsel dünyalara sığınanlar da vardır elbet. Bakıldığında tümü, özgürlüğü özler ne var ki içlerindeki korku, onları hep başkalarına köle kılar. Okyanusun gelgitlerine uyum sağladıkları gibi hayatın gelgitlerine de uyum sağlarlar, yaşamı zorlamazlar. Ayrıca okyanus, sonsuzluğu imleyen ana metafor olarak gösterilir. Sudan çıkmak demek fantastik dünyadan uzaklaşıp gerçek dünyaya dönmek demektir onlar için.
KALABALIK METROPOLLERE KARŞI
KIRSALI ODAĞA ALIR!
Anlatıda kırsal huzurdan kent yaşamının karmaşasına giden ve bundan keyif alan biri de vardır. Mansfield burada Baudelaire ile başlayan kalabalık metropol bilinci kavramını bir anlamda altüst eder, kentten çok kırsalı odağa alır. Trout üzerinden kentlerin çarpık ilişkilerini doğanın dinginliği ile yan yana getirir. Yeni Zelanda kırsalından bir yazar olarak özlediği pastoral huzuru, suyun ve emresyonist görüntülerin dinginliğinde arar.
‘BAHTİYARLIK’ VE İKİLEMLER...
Katherine Mansfield yalnızlık, mutsuzluk ve güvensizliği anlattığı yapıtı Bahtiyarlık’ta (Çeviren: Nihal Yeğinobalı / Can Yayınları) yine olaydan çok karakterlerin iç dünyalarına dikkat kesilir.
Öykü, 30 yaşındaki Bertha Young’ın tanıtımıyla başlar. Bertha, günlerini önceleri çılgınca bir mutluluk içinde geçirir. Bertha, gerçekten kendini kaybedercesine mutlu mudur yoksa bir iç kargaşayı, her şeyin yolunda olmadığına ilişkin rahatsız edici bir kuşkuyu mu saklar içinde?
Çocuklar gibi sevinmesi ya da hıçkırıklarla ağlamasına sebep olan bipolar uçlar, sürekli boğuluyormuş duygusundan mı kaynaklanır?
Tüm bu sorular, bir gün Londra’daki evlerinde verdikleri akşam yemeği davetiyle biraz olsun çözümlenir. Fulton ailesi de davetlidir. Gecenin sonunda Bertha, eşi Harry ile Bayan Fulton’u holde çok samimi bir biçimde görür ve aralarında bir ilişki olduğunu anlar. Anlatının sonunda yazar, gerçekleri kurcalamayıp mutlu bir biçimde yaşamanın mı yoksa aldatılmaya gözlerini kapayıp sahte bir mutluluğu mu yaşamanın, en iyisi olduğu ikilemi arasında bırakır okuyucuyu.
SOSYOEKONOMİK SINIFLAR ARASI
İLİŞKİLER VE ÖLÜM!
Mansfield ölümünden çok kısa bir süre önce kaleme aldığı kitabı Bahçede Eğlence’de (Çeviren: Oya Dalgıç / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları), ölüme yaklaştığının verdiği farkındalıkla yaşam-ölüm, acı-keder gibi zıtlıkları gözler önüne serer. Bu zıtlıklardan yola çıkarak sosyoekonomik sınıflar arasındaki ilişkilere ve derin farklara dikkat kesilir:
Zengin Sheridan ailesi gökyüzünün sakin ve masmavi olduğu bir gün malikanelerinde bir bahçe partisi düzenler. Bu sırada yakınlarda oturan ve işçi sınıfından Bay Scott’ın ölüm haberi gelir. Bu haber, Sheridan ailesinin kızı Laura’yı çok etkiler.
Farklı sınıftan da olsa komşu bir aile, babalarının ölümü nedeniyle yas tutarken nasıl olur da müzikli, kahkahalı bir parti düzenleyebiliriz diye tepki gösterir ve partiyi iptal ettirmek ister ama annesi ölüm haberinin partisini mahvetmesine izin vermeyeceğini belirterek partiden artan yiyecekleri, kızı Laura ile dul kalan Bayan Scott’a gönderir.
Laura ölen işçinin evine giderken cennet bahçesi olarak düşündüğü korunaklı ve izole yuvasından uzaklaşır; karanlık, puslu sokakları ve gerçek yaşamı tanır. Gerçek yaşamda sürekli bir kahkaha ve masumiyet yoktur. Bu noktada yazar alt metinde ölümün, her iki sınıf için çok yakınlarda bir yerde olduğunu da sezdirir.
‘ÇOCUKSU BİR ŞEY’
Çok genç yaşta ölen Mansfield, ne var ki Çocuksu Bir Şey (Çeviren: Oya Dalgıç / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) adlı öyküsünde kahramanı Edna gibi kendini hiç de genç hissetmez. Edna da henüz 16 yaşında olmasına karşın duygusal çalkantıları nedeniyle kendini 20’lerinde hisseden bir kızıdır.
Anlatı, adını şair Samuel Taylor Coleridge’e ait bir şiirden alır. Henry bir tren yolculuğu öncesi kitapçıda rastgele bu şiiri okur. Sonra trende Edna ile karşılaşır ve aşık olur. Onun için aşkın gözü kördür, rayları önceden döşenmiş tren yoluna benzetir duygularını; Edna ile birlikte yaşama hayalleri kurar.
Edna ise aşkını platonik tutmak ve bağlanmamak ister. Çocuksu masumiyetini ve özgürlüğünü kaybetmekten korkar. Ayrıca gerçekçidir. Şu an bir işleri ve paraları olmadığını, çok genç olduklarını, ailesine bağlı olduğunu söyler ve Henry’le yaşamayı reddeder.
Mansfield, Çocuksu Bir Şey’de bir gençlik ve terk edilme öyküsü anlatmasına karşın yer yer büyük bir olgunlukla ayakları yere basmaz gençlik tavırlarıyla adeta dalga geçer.
‘AH BU RÜZGÂR’
Yine genç bir kızın olgunlaşma sürecindeki duygusal çalkantılarını merceğe aldığı Ah Bu Rüzgâr’da (Çeviren: Şadan Karadeniz / Kırmızı Kedi Yayınevi) Mansfield, gerilim ve kaçış atmosferi üzerinden çocukluk ve olgunluk arasında kalan Matilda adlı kızın ergenlik dönemindeki duygusal kaosunu yaşatır.
Matilda, Mansfield’ın iç sesi olan, otoriteye ve aile yaşamının sınırlarına karşı çıkan bir gençtir. Çocuksu Bir Şey’deki Edna gibi aile bağları güçlü değildir. Annesiyle anlaşamaz ve onun koyduğu sınırları zorlar. Evdeki karmaşadan kaçmak için çoğunlukla soluğu müzik derslerinde alır.
Bir gün ders dönüşü kardeşi Bogey ile sahilde yürüyüşe çıkar. Ve birden o sırada limandan ayrılmak üzere olan gemiye atlar ve Yeni Zelanda’yı sonsuza dek terk eder. Artık özgürdür. Bu gemi onu, sadece memleketinden değil, çocukluğundan da alıp götürür.
‘BİR HÜZÜN GÜNCESİ’
Genellikle düşünceli ve dağınık bilinçli bir halde yazan Katherine Mansfield’ı Bir Hüzün Güncesi’nde (Çeviren: Şadan Karadeniz / Can Yayınları) belirttiği üzere, çocukluğunun geçtiği Yeni Zelanda yılları psikolojik olarak çok yorar.
Hiç sevemediği annesine duyduğu öfke ve hastalığının verdiği acılar öykülerini besleyen ana damarlar olur. Kabul edilmiş gerçekliği sorgulayan ve tabulara meydan okuyan kadın kahramanlar yaratır, psikolojik derinliklerine iner.
İçe işleyen usta yapıtlarıyla ölümünün üzerinden 100 yıl geçmesine karşın 25 dilde geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmayı başarır.