Hanri Benazus’un yayımlanmayan röportajı gün yüzüne çıktı: 'Bir ömür Atatürk’ü anlatmak için mücadele ettim'

O bir Atatürk aşığıydı. Ömrünü Atatürk’ün fotoğraflarını toplamaya, anlatmaya, yazmaya adamış İzmirli bir Türk evladıydı o; Hanri Benazus… 15 Ocak 2024’te aramızdan ayrıldı. Türkiye onu ‘Atatürk’ün leblebilerini yiyen çocuk’ olarak tanısa da kendisiyle 22 Ekim 2019’da Ankara kitap fuarında yaptığım, bugüne kadar yayımlanmamış o röportajda farklı yönlerini de tanıma fırsatı yakalamıştık. İşte o röportaj…

Tolga Aydoğan

Atatürk sizin için en ifade ediyor?

Ben 27 Mart 1930 doğumluyum. 500 - 600 yıllık İzmirli bir ailenin çocuğuyum. Biz Atatürk’ün devrimleriyle büyüdük. Ona minnetimiz ve sevgimiz asla bitmez çünkü Atatürk bambaşka bir insandı. Nedenine gelirsek, herkes beni "Atatürk’ün leblebilerini yiyen çocuk" olarak bilir. İşte bu hatıranın içinde önemli bir detay vardır. Atatürk, Nazilli Basma Fabrikası’nı açtıktan sonra 9 Ekim 1937’de trenle Söke’ye giderken Ortaklar Köyü’ne de uğrar. O sıra babam da karşılama heyetindeydi. Ben de onunla Atatürk’ü karşılamaya gitmiştim. Atatürk trenden inip halkla konuşurken yanına gittim, sonra büyük Atatürk’ün vagonuna geçince masadaki leblebileri yedim. Herkesin bildiği hikâye bu. Ama yaşadığım bu hatıranın içindeki o detay Atatürk’ü yüce bir konuma getirir ve bizlere büyük bir mesaj veriyor. O gün Atatürk bana adımı sorduğunda "Hanri Benazus" dedim ama o bana "dinin ne, niye adın Hanri" diye sormadı. Ayrıştırmadı beni! O yaşta Türklüğün ne manaya geldiğini öyle güzel anladım ki… Hani Atatürk’ün o meşhur bir sözü var ya "Ne mutlu Türküm diyene" diye. İşte onu benden daha iyi anlayabilecek başka biri yoktur. Din, dil, ırk, mezhep hiçbir ayrım yapmadan "Ne mutlu Türküm diyene" diyerek hepimizi birleştirdi o, ayrıştırmadı. O olmasa biz kim bilir hangi memleketin boyunduruğunda olacaktık, ona dua etmemiz, şükretmemiz gerekmez mi?

Peki 10 Kasım’da ne hissettiniz? 

10 Kasım 1938’de ailecek Aydın’ın Ortaklar Köyü’nden çıkıp İzmir’e gitmiştik. Bir tanıdığın evindeydik. Saat 11.00 gibi sokaktan bağırtılar geldi, herkes camlara çıktı. Biri "Atatürk’ümüz ölmüş" diye bağırıyordu. Onun vefat ettiğini anlayınca evin orta katındaki bir odaya kendimi kilitledim. Sekiz yaşındayım ve hayatımda o kadar üzüldüğüm bir gün olmamıştı. Ağlamaya başladım. Pencereden aşağı baktığımda bir çöpçü elindeki süpürgesini atmış, kaldırım taşına oturup hüngür hüngür ağlıyordu. Tanıdığımız bir balıkçı kaldırıma oturmuş dövünüyordu. Bulunduğumuz sokağın başında bir karakol vardı, polisler kapı önüne çıkmış onlar da ağlıyordu. O gün İzmir’de Atatürk öldü diye üzülmeyen, ağlamayan yoktu. Hani Atatürk’ün bazı devrimlerine karşı çıkan bir kesim olmuştu ya. Zamanla onlar da Atatürk’ün büyüklüğünü ve yerinde reformlar yaptığını anlamış, vefat ettiği gün onlar bile ağlayıp üzülmüşlerdi. İşte o 10 Kasım günü odaya kilitledim kendimi, sekiz yaşındaki bir çocuğun hüznü, matemi, vefatı kabul edememesi, ne ararsanız vardı. O kadar dil döktüler, çıkmadım, sonunda kapıyı kırdılar. Ağlamaktan gözlerim şişmişti. Bugün bile Atatürk’ümüzün vefatını kabul edemem. 

*Hanri Benazus Ankara kitap fuarında kitap imzalarken

'SATIN ALDIĞIM İLK ATATÜRK FOTOĞRAFININ ARDINDAN DAYAK YEDİM'

Atatürk fotoğraflarını biriktirme merakı nasıl ortaya çıktı?

17 yaşında İzmir Atatürk Lisesi’nde okuyordum. O yıl lise sondaydım ve öğlenciydim. Bu yüzden de sabahlarım boş olurdu. Sabahları da haldeki bir kabzımalda çalışırdım. Sabah beşte uyanır, meyve sebze halinde işleri yaptıktan sonra öğlen de okula geçerdim. Sabah erkenden zerzevat kabzımala gelince çevredeki esnaf yüklenir kendi dükkânına taşırdı. Benim işim hesap kitap işlerini yürütmekti. Nereye, kime satış yapılmış kaydını tutar, faturalarını keserdim. Bu işleri yaparken de esnafa sattığım her malın iyilerinden kendime ayırırdım. Patates, patlıcan, domates, biber ne varsa bunları mahalle aralarında küfeyle para kazanmak için satardım. Çünkü babam hastaydı ve eve ben bakıyordum. Hem kabzımaldan haftalık alırdım hem mahalle arasında küfeyle meyve sebze satardım ve tahsilime devam ederdim. Kazandığım paraları da anneme verirdim. Haftalığımı aldığım bir gün İzmir’deki bir dükkânda Atatürk’ün fotoğrafını gördüm. Dayanamadım, satın aldım. Haftalığımı bir Atatürk fotoğrafına yatırmıştım. Mutluydum ama bir yandan da endişeliydim. Eve döndüğümde annem bir güzel dövdü beni, kulaklarımı çekti, "Baban zaten hasta evi nasıl geçindireceğiz" diye çok kızdı bana! Sonra üzüldü tabi, sevip okşadı ama paralar bir fotoğraf için gitmişti. Satın aldığım ilk Atatürk fotoğrafının ardından dayak yemiştim. Sonra annem evdeki çarşafları sattı. O parayla bir haftalık erzak aldı. İşte o gün İzmir’de satın aldığım Atatürk fotoğrafıyla bu sevdam başladı. Bugün nerede ve ne zaman çekildiği belli olan 5 bin Atatürk fotoğrafım var. Fakat yeri ve zamanı belli olmayan Atatürk fotoğraflarını da sayarsak toplamda 9 bin 800 fotoğraflık bir arşivim oluştu.

Sizin için en değerli fotoğraf hangisi?

Atatürk’ün olduğu her fotoğraf çok değerlidir, çünkü Atatürk vardır onun üzerinde. Ama iki tanesi vardır ki onun hikâyesini anlatmam gerek. 1984’te işlerimin iyi olduğu dönemde Amerika’dan bir telefon geldi. Arayan kişi hiç bilinmeyen Atatürk fotoğraflarının elinde olduğunu söyledi. İlgilenip ilgilenmeyeceğimi sordu. Amerikalının elinde Atatürk fotoğrafı ne gezer diye düşündüm ve adamı dolandırıcı sandım. "Ben size dönerim" deyip telefonu kapattım. Ama kafama takıldı, beni ta Amerika’dan arayıp bulmuştu. O sıra işlerim gereği New York’ta bir şubem vardı. Oradaki temsilcimi arayıp "O adamı bir araştır, neyin nesiymiş" dedim. Gitti buldu. New York’un 42. Caddesi’nde bir fotoğraf stüdyosu! İşin aslı çıktı ortaya. Fotoğrafları bana satmak isteyen kişinin babası 1921’de Ankara’ya gitmiş, Atatürk’le röportaj yapmış. Şaştım kaldım. Clarence Streit adındaki bu Amerikalı bey bir gazeteciymiş, o yıllarda da Philadelphia’da muhabirlik yapıyormuş. Çalıştığı gazete haber yapması için onu Anadolu’ya göndermiş. Atatürk’le 3 Mart 1921’de röportaj yapmış ve o esnada fotoğraflarını çekmiş. Telefonda Clarence Streit’in oğlu dedi ki "Hem fotoğraflar hem de cam negatifleri elimde"! Aklım tutuldu birden. "Kaç para istiyorsun" diye sordum. Yüksek bir meblağ söyledi. Eğer bugün o para elimde olsaydı İstanbul’da köşküm olurdu. O kadar büyük bir paraydı yani. Hemen uçak biletini aldım, Amerika’ya gittim. Fotoğrafları alıp Türkiye’ye döndüm. 24 saatlik bir yolculuk sonunda hiç kimsenin sahip olmadığı iki önemli fotoğrafı arşivime koyabilmiştim. Atatürk’ün hiç bilinmeyen ince demir çerçeveli gözlüklü fotoğrafı artık bendeydi. 

*(Solda) Benazus’un satın aldığı fotoğraf. Clarence K. Streit fotoğrafı 3 Mart 1921’de Ankara istasyonundaki direksiyon binasında Mustafa Kemal Paşa ile yaptığı röportajdan sonra çekmiştir. Streit fotoğrafın arkasına şunu yazmıştır: "Onu gözlükleriyle ve kalpaksız görün, profesöre benzer bir edası var." [1] (sağda) Aynı gün Streit’in çektiği diğer fotoğraf. 

Fotoğrafı Türkiye’de yayımladığınızda tepkiler nasıl oldu?

Aslında jest olsun diye bir kopya yaptırıp dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren Paşa’ya gönderdim. Bir kopya da kendime yaptırıp ofisime astım. Aradan dört beş gün geçti. İşyerindeyim telefon çaldı, eşim arıyordu. Allah rahmet eylesin hastaydı ve son zamanlarını yaşıyordu. Ürkek bir sesle "Evi paşalar bastı!" demez mi! Eve gelen komutanlardan Ege Ordu Komutanı İsmail Hakkı Akansel, eşimin elinden telefonu alıp konuşmaya başladı: "Paşamın emri var, sizde iki fotoğraf varmış, parasını verip alıp gideceğiz!" Ne diyeceğimi şaşırdım. "Paşam, bende satılık fotoğraf yok. Evren Paşa’ya hatıra olsun diye bir kopya yaptırıp makamına yolladım. Ama kendisi Cumhurbaşkanı! Emrederse fotoğrafı da veririm ama beni de alıp gidersiniz!" dedim. Yani vermek istemediğimi ifade ettim. Sonra da latife olsun diye "Gördünüz hanımın halini, onu bırakın, ne varsa alın bari!" dedim. Bu karşılık İsmail Hakkı Akansel Paşa’da yankı uyandırdı, birkaç gün geçti. Kenan Evren’in basın danışmanı Ali Baransel aradı, fotoğrafın aslını almaktan vazgeçmiş Evren Paşa. Ama o sıra kapalı olan Ankara Halkevi’nde bir sergi açmamı istedi. Kabul ettim. Halkevi, resim heykel müzesi olarak yeniden açıldı. Açılışa eşimi de götürdüm, hatta Evren Paşa da geldi ve Atatürk sergisini o fotoğraflarla açtık.

*Hanri Benazus 

Atatürk’ün en büyük devrimi hangisiydi?

Atatürk’ün en büyük devrimi eğitim devrimiydi. Osmanlı’da halk yoksuldu, eğitim görmemişti. İşte Atatürk evvela buna bir son vermek istedi. Bilhassa kız çocuklarını okutmaya çalıştı. Okullar açtı, yurtdışına talebe gönderdi, eğitim seferberliği başlattı. Ben 1930 doğumlu olduğum için o günlerin ruhunu gayet iyi yaşadım. Bu seferberliğin tanığı oldum. Benim okuduğum Aydın’ın Ortaklar köyündeki okul binası dediğiniz yer aslında hayvanların konulduğu, kerpiçten bir gecekonduydu. Zemin toprak, çatısından sular akar, camları kırık… Bir gün okula geldik kapısını bile söküp götürmüşler; su yok, soba yok, tuvalet yok, masa sandalye bile yok. Bütün sınıflar birlikte ders görürdü. Çünkü tek bir öğretmen vardı. Biz o kötü şartlarda okuduk ve bu ülke için faydalı olmak için mücadele ettik. En büyük devrimi eğitimde yaptı ve bu ülke bugünlere kolay gelmedi. Atatürk’ün kurduğu Türkiye, Osmanlı’nın borçlarını ödüyor, elliye yakın fabrika açıyor, dört bin kilometre demiryolu yapıyor, baraj inşa ediyor, uçak yapıyor ve çağdaş bir ülke inşa ediyor. Bunlar hep onun eğitim reformunun sonucudur. 

Peki sizin eğitim hayatınız nasıl devam etti?

Ben zor okudum. İzmir Atatürk Lisesi’ni bitirdim. Üniversite tahsili yapmak istedim. Büyük amcam İstanbul’daydı "Gel seni okutacağım" dedi. O zaman telefon yok, imkânlar kısıtlı, büyük amcam beni okutur diye güvendim, sınava girip tıbbiyeyi kazandım. İzmir’den İstanbul’a gittim amcamın kapısını çaldım, yok… Öğrendim ki Milano’ya taşınmış ve haberimiz olmamış. Ben de ona güvenip tıbbiyeyi kazandım. Neticede on beş yıllık uzatmalı bir tıbbiye eğitim sürecim oldu. Askere gittim, iş hayatına atıldım, özel bir şirkette memur olarak çalışmaya başladım. Bizim devrimizde kendinden önce memlekete faydalı olma isteği vardı. Her genç bu ülküyle yetişti. 15-16 yaşlarındayken yazmaya, okumaya büyük merak sarmıştım. Şu an yayımlanmış 96 kitabım bulunmaktadır. Bunun arkasında o yaşlarda aşılanan okuma yazma sevgisinin olduğunu düşünüyorum.

Gençlerin Atatürk sevgisini nasıl görüyorsunuz?

Müthiş. Onu seviyor ve anlıyorlar. Ama daha çok okumamız, Onu öğrenmemiz lazım. "Bu dünyadan bir Atatürk geçti" adıyla bir kitabım yayımlandı hem Türkçe hem İngilizce olarak. Dünya protokolüne dağıtıldı, büyük ses getirdi. 14 Mart 2018’de Londra’da Avam Kamarası’nda bir sergi açtım ve İngiliz milletvekillerine Atatürk’ü anlattım. Ardından Fransa’ya geçtim. 18 Mart 2018’de Fransız Akademisi’nde ve Fransız Meclisi’nde Atatürk’ü ve Çanakkale’yi anlattım. Hem mutlu oldum hem de üzüldüm. Emin olun bazıları benden daha iyi tanıyorlar Atatürk’ü. Şaşırdım. Türk halkı olarak biz tanıyor muyuz peki? Bugüne kadar sayısız sergi açtım, Türkiye’de ve yurtdışında bir ömür Atatürk’ü anlatmak için mücadele ettim. Bu yaşımda hâlâ yazıyor, sergiler açıyor, konferanslar veriyor ve Atatürk’ümüzün yolunda nefes alıp veriyorum. 

Kaynak: 

[1] Heath W. Lowry, Clarence K. Streit, Bilinmeyen Türkler Mustafa Kemal Paşa, milliyetçi Ankara ve Anadolu'da gündelik hayat, Ocak-Mart 1921, Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları, 2012.