Halid Halife: ‘Savaşta her şey değişiyor, düşünme tarzımız bile!’

Çağdaş Arap edebiyatının öne çıkan Suriyeli yazarlarından Halid Halife, Ölmek Zor İş (Çeviren: Mustafa İsmail Dönmez / Delidolu Yayınları) adlı romanında, devrimci öğretmen Abdullatif Salim ile çocukları Bülbül, Hüseyin ve Leyla’nın çevresinde 2011’de başlayan Suriye İç Savaşı’nı odağa alıyor. “Savaşta her şey değişiyor, düşünme tarzımız bile” diyen Halid Halife, Ölmek Zor İş’te herkesin ölüm karşısında eşit olduğunu, trajik hikâyelerin savaşın kırılgan ortamında nasıl sıradanlaşabileceğini gözler önüne seriyor ve savaşın toplumda açtığı derin yaraları “içeriden” bir gözle aktarıyor.

Mustafa İsmail Dönmez

Fotoğraf: EKKO VON SCHWICHOW

Halid Halife, çağdaş Arap edebiyatının öne çıkan Suriyeli yazarlarından. 2020’de dilimizde yayımlanan ilk romanı Bu Şehrin Mutfaklarında Bıçak Yok, yazara 2013’te Necib Mahfuz Kitap Ödülü'nü kazandırmıştı ve 2014'te Uluslararası Arap Edebiyatı Ödülü'nde (IPAF) finale kalan yapıtlardan biri olmuştu.

Birçok televizyon dizisinin senaryosunu da kaleme alan yazar, romanlarında son 50 yılda Suriye’deki rejiminin politikalarını eleştirdi, yaşanan trajedileri, sosyal ve psikolojik yansımaları ele aldı. Bazı romanları yasaklanarak toplatılan Halid Halife, gerek son dönemde yaşanan Suriye İç Savaşı’nda gerekse önceki dönemlerde uğradığı baskılara karşın ülkesini terk etmedi.

Halid Halife, Ölmek Zor İş (Çeviren: Mustafa İsmail Dönmez / Delidolu Yayınları) adlı romanında, devrimci öğretmen Abdullatif Salim ile çocukları Bülbül, Hüseyin ve Leyla’nın çevresinde 2011’de başlayan Suriye İç Savaşı’nı odağa alıyor.

Aralarında esen soğuk rüzgârlara karşın 3 kardeş, ölmeden önce cenazesinin Şam'dan, köyü İnnabiye'deki kız kardeşi Leyla'nın küllerinin yanına götürülmesini vasiyet eden babalarının son dileğini gerçekleştirmek için yola çıkar. Farklı gruplarca sürekli kesilen travmatik yolculuk boyunca kardeşler; kendileriyle, birbirleriyle ve ülkeleriyle hesaplaşmaya başlar.

“Savaşta her şey değişiyor, düşünme tarzımız bile” diyen Halid Halife, Ölmek Zor İş’te herkesin ölüm karşısında eşit olduğunu, trajik hikâyelerin savaşın kırılgan ortamında nasıl sıradanlaşabileceğini gözler önüne seriyor ve savaşın toplumda açtığı derin yaraları “içeriden” bir gözle aktarıyor.

 

Fotoğraf: MAURICE HAAS

“‘KİMSE NAMAZLARINI KILMADI’ ROMANIMI YARIDA BIRAKARAK ‘ÖLMEK ZOR İŞ’E BAŞLADIM’

- Ölmek Zor İş, Suriye’de ölümün heybetini yitirdiği, her Suriyelinin başına gelebilecek hale dönüştüğü bir savaş anlatısı. Savaşlarda ölüm, genellikle sıra dışı gerçekleşen bir olguyken siz hikâyenize doğal bir ölümle başlıyorsunuz.

Bu romanın hikâyesi nasıl oluştu? Neden savaşın ortasındaki bir anlatıda doğal bir ölümü tercih ettiniz?

Suriye’de devrimin başlaması ve ardından meydana gelen iç savaşla birlikte yazarlar günlük olaylardan hikâye devşirerek belirgin bir yazma rekabetine girişti. Bu tufan beni ürküttü ve bu koşullarda yazmanın pek iyi olmayacağını düşündüm. Olayların hemen sonrası yazmak için doğru zaman olamazdı. Bu nedenle Kimse Namazlarını Kılmadı adlı romanımı yazmaya devam ettim.

Daha sonra kalp krizi geçirerek hastaneye kaldırıldım ve iki gün yoğun bakımda kaldım. Hastanedeyken kendime şu soruları sordum: Şimdi ölürsem ne olacak? Cenazeme ne olacak?Cenazemin nasıl defnedileceğini tüm ayrıntılarıyla hayal ettim. Yarım saat geçmeden romanın birçok ayrıntısı zihnimde oluşmuştu.

İçimden, “Çeyrek asırdır romanlarında yer aradığın baş karakterin Bülbül’e sonunda bir yer buldun” dedim. Bu roman Bülbül karakterini yazmam için bir vesile olacaktı. Taburcu olunca bu yeni hikâye zihnimi meşgul etmeye başladı ve Kimse Namazlarını Kılmadı’yı yarıda bıraktım ve Ölmeden Ölmek Zor İş’i yazmaya başladım. Tam da düşündüğüm gibi küçük bir kitap, cümleleri kısa ve yoğun. Bana göre tam bir Bülbül romanı.

‘SAVAŞTA HER ŞEY DEĞİŞİYOR, DÜŞÜNME TARZIMIZ BİLE”

- Romandaki olay örgüsünün ana unsurunu oluşturan baba karakterinin son arzusu, köyünde kız kardeşinin yanına gömülmek. Bu son arzu, savaşın insanların günlük yaşamda yaptıkları sıradan birçok şeyi ne denli değiştirdiğinin, güçleştirdiğinin de bir yansıması mı?

Bu vasiyetin ne kadar basit olduğuna, yaşamda ve ölümde aileyi kutsal sayan kültürlerde olağan kabul edilişine katılıyorum. Ancak, savaş koşullarında her şey zorlu bir işe dönüşüyor.

Banyo yapmak için sıcak su bulmanın ne kadar değerli olduğunu tahmin edemezsiniz. Yiyecek bir şeyler bulmak ve güvende olmak da öyle. Savaşta her şey değişiyor, düşünme tarzımız bile. Anı düşünmeye başlıyorsunuz ve bir sonraki gün için plan yapamıyorsunuz.

Her sabah uyandığınızda ölmediğinize inanamıyorsunuz. Cenaze merasimleri kimsenin hayal edemeyeceği bir lüks haline geliyor. Defnedilecek mezar bulabilmek bile değerli bir armağan gibi. Evet, savaşta ölüm dahil yaşamın her ayrıntısı akıl almaz bir şekilde değişiyor.

‘ABDÜLLATİF’İN ÇOCUKLARI BİRER KURBAN. TIPKI 50 YILDAN FAZLA SÜREDİR REJİM SİYASETİNİN KURBANI OLAN SURİYELİLER GİBİ.’

- Hikâyedeki Abdullatif Salim’in çocuklarının farklı kişilikleri, geçmişleri, hayalleri ve düşünceleri var. Babalarının ölümü birbirinden kopuk olan bu üç kardeşi istemeksizin bir araya getiriyor.

Ülkedeki kanlı olaylar gölgesinde çılgın bir yolculuğa çıkıyorlar. Ancak, bu çetin yolculuk dahi kardeşlerin birliğini sağlayamıyor. Bu durumda savaşın gerçek kurbanları Abdullatif Salim’in çocuklarıydı diyebilir miyiz?

Aslında Abdullatif’in çocukları Hüseyin, Fatma ve Bülbül’ün sorunları babalarının ölümüyle başlamıyor. Uzun zamandır görmezden gelinen, sümen altı edilen doğal sorunlar bunlar.

Dışarıdan bakıldığında çoğunlukla aile bireyleri arasında anlayış, dayanışma ve birlik varmış gibi görünür. Oysa her bireyin dışa vurmadığı birtakım sorunlar vardır. Hüseyin’in hem babasıyla hem de Bülbül ile ilişkisi çocukluğundan beri sorunluydu.

Bu zahmetli yolculuk kardeşlerin konuşup tartışarak birbirleriyle ve kendileriyle barışmaları için bir fırsattı aslında. Ancak, hepsi içlerinde biriken nefret duygusunun ne kadar büyük olduğunu büyük bir şaşkınlıkla fark etti.

Evet, Abdullatif’in çocukları birer kurban. Tıpkı 50 yıldan fazla süredir rejim siyasetinin kurbanı olan Suriyeliler gibi.

- Abdullatif Salim, kız kardeşi Leyla’nın kabrinin yanına gömülmek istiyor. Leyla feci şekilde ölen, mezarı aşıkların buluşma noktasına dönüşen bir aşk efsanesi. Onun anne babasının ya da sevdiğinin yanına gömülmek varken kız kardeşinin yanına gömülmek istemesinin sembolik bir yönü var mı?

Abdullatif kız kardeşine destek olamadığı için büyük bir suçluluk duyuyor. Onun yanına dönmek istemesi bir tür kefaret ödemek gibi. Bunu çok iyi bildiğim için değil, bir okur gözüyle bakarak değerlendirmeye çalışıyorum. Özellikle yaşamında hep problemler olan karakterler hakkında her şeyi bilmek ve açıklamak pek olanaklı olmuyor.

Fotoğraf: FRANCESCO ALESİ

‘BU SAVAŞTA SURİYE BÜYÜK BİR YIKIMA UĞRADI VE KAYBEDEN HERKES OLDU!’

- Ölmek Zor İş gerçekçi bir roman. Hikâyenin sonunda karakterlerin hiçbiri hayalini gerçekleştiremiyor. Hatta cenaze bile arzusuna tam olarak erişemiyor.

Bu durum Suriye halkının savaştaki gerçeği diyebilir miyiz? Savaşın insanların yeri ve yurduyla, hayallerini de yok ettiğini, psikolojilerini değiştirdiğini söyleyebilir miyiz?

Evet, bu savaşta Suriye büyük bir yıkıma uğradı ve kaybeden herkes oldu. En büyük kaybı yaşayan da zafer elde ettiğini sanan rejim oldu. Hak ve adalet yerini bulmadan Suriye’de bir barıştan söz etmek olanaksız. Bu nedenle tüm kesimler kaybetti diyebiliriz.

Romandaki karakterlerin de hepsi kaybetti. Bu kaybı en az düzeyde yaşayan belki de Bülbül oldu. Çünkü bu yolculuğa çıkma kararlılığını gösterdi ve yaşamı boyunca yaşadığı büyük korku bariyerini kırmayı başardı.

‘SURİYELİLERİN ÇOĞU KEYFİ DEĞİL MECBUR KALDIKLARI İÇİN ÜLKEYİ TERK ETMEK ZORUNDA KALDI!’

- Bülbül, üzerine düşen görevi yaptıktan sonra hayallerini gerçekleştirmek üzere Türkiye sınırının eşiğine gelmişken ülkesini terk etmekten vazgeçip eve dönüyor.

Bunu gençlerin savaş zamanında ülkelerini terk etmemesi gerektiğine dönük bir mesajınız olarak okuyabilir miyiz? Siz de bir yazar olarak tüm zorluklara karşın ülkenizi terk etmediniz ve edebiyatınızı üretmeye devam ettiniz.

Kitaplarımda bahsettiğiniz gibi mesajlar verme konusunda pek iyi değilimdir. Evet, herkesin ülkede kalmasını istiyorum. Çünkü ülkemizi yeniden inşa etmek için mücadelemizi burada, içeride vermeliyiz.

Bir yandan pek öğüt de veremiyorum çünkü Suriyelilerin çoğu keyfi olarak değil mecbur kaldıkları için ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.

Bülbül sınırı geçeceğinde ne yapacağını bilmiyordum. Ancak, göç etmekten vazgeçip odasına dönmesine de şaşırmadım. Bu benim mesajım değil, onun kararıydı.

‘BİR SAVAŞ VE AŞK ROMANI OLMASININ YANI SIRA BÜSBÜTÜN BÜLBÜL’ÜN ROMANI’

- Üç kardeş arasında Hüseyin daha güçlü bir karakterken babanın son arzusunu yerine getirmesi için neden zayıf bir karakter olan Bülbül’ü tercih ettiniz?

Daha önce de söylediğim gibi bu roman büsbütün Bülbül karakterini yazmak için bir vesileydi. Bülbül bir insan tipini temsil ediyor. O sadece Suriyeli değil; Türk, ABD’li ya da Pakistanlı. Her şeyden korkan bir adam: Aşktan, boşanmaktan, evlenmekten, bir ilişki yaşamaktan, muhalefetten ve rejimden.

Bu roman bir savaş ve aşk romanı olmasının yanı sıra büsbütün Bülbül’ün romanı.

- Romanda aşk temasının farklı karakterlerde ele alındığını görüyoruz. Savaş, ölüm ve kederle dolu bir hikâyeye farklılık katmak için mi aşka yer verdiniz yoksa başka bir amacınız mı vardı?

Bu soruya verebileceğim tam bir yanıt yok. Ancak, ben yazarken karakterlere kendi yollarını çizmeleri için olanak tanıyorum.

Evet, aşk bu romanda temel bir unsur. Aslında bu tam bir savaş ve aşk romanı diyebilirim. Bülbül, Abdullatif ve Leyla hepsininki birer aşk hikâyesi ve ölüme çok yakın.

Fotoğraf: YAMAM ALSHAAR

‘BELKİ DE İLK KEZ DÜNYA BÜSBÜTÜN BİR HALKIN UMUTLARINI BU KADAR GÖRMEZDEN GELİYOR!’

- Abdullatif Salim’in defin yolculuğu normal şartlarda yaklaşık 6 saat sürecekken günlerce süren uzun ve zorlu bir hal aldığını görüyoruz. Karakterler yolculuk boyunca farklı engellerle karşılaşıyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, bu cenazenin yolculuğu aslında birçok trajik işkenceye maruz kalan tüm Suriye halkının yolculuğu. Kıssadan hisse almak için anlatılan bir menkıbeye benziyor. Bugün Suriyeliler hâlâ trajik bir yaşam mücadelesi veriyor. Belki de ilk kez dünya büsbütün bir halkın umutlarını bu kadar görmezden geliyor.

- Romanlarınız sıra dışı ve ilgi çekici isimleriyle dikkat çekiyor. Ölmek Zor İş için de bu durum geçerli. Romanlarınızın ismini nasıl seçiyorsunuz? Buna romanı yazmaya başlamadan önce mi yoksa bitirdikten sonra mı karar veriyorsunuz?

Romanlarımın ismine karar vermek benim için sıradan bir şey değil. Hatta her kitabım için anahtar konumunda diyebilirim. Çoğunlukla romanlarımın adına son kararı verebilmek için çok çabalar, birçok isim denerim ve hakkında fikirler alırım. Karar verince onun artık benim adım olduğunu bilirim. Sonra o eserimin adı artık unutulmayacağı bir aşamaya geçer. Yapıtlarım için isim bulmak benim için çok eğlenceli bir oyun gibi. İsim, romanın önemli bir parçası, asla hafife alınacak bir şey değil.

‘UMARIM ROMANIM TÜRK HALKININ SURİYELİLERİN İÇİNDE BULUNDUĞU KOŞULLARI DAHA İYİ ANLAMASINA YARDIM EDER!’

- Savaştaki acıların ve felaketlerin boyutlarını en iyi onu yaşayanlar kavrayabilir. Suriye’de uzun süredir yaşanan savaş, basında ve medyada farklı yönleriyle ele alınıyor. Fakat bu haberlerde insanların günlük yaşamlarındaki sorunlara ilişkin ayrıntılar pek yer almıyor. Romanın Türk okurların Suriye halkının savaşta maruz kaldığı birtakım insani gerçekleri daha iyi anlamasına ışık tutacağını düşünüyor musunuz?

Umarım romanım, bu savaşı bütün ayrıntılarıyla bizimle paylaşan Türk halkının Suriyelilerin içinde bulunduğu koşulları daha iyi anlamasına yardım eder. Bu savaş, coğrafyası, tarihi, halkı ve hükümetiyle Türkiye’yi de ilgilendiriyor.

Çünkü biz komşuyuz ve tarihi, kültürel, sosyal ve siyasi bağlarımız var. Başkalarının çektiği acılara anlayış göstermek için önceden buna hazır bulunmak gerekiyor. Bu trajik savaşın bir sonucu olarak kaderimizin ortak olmasa da birbirine bağlı olduğu gereceğini anlayacağımıza inanıyorum.

Deve kuşu gibi başımızı kuma sokmamamız, geçmişimiz ve şu anımız hakkında bütün sorularla yüzleşmemiz gerekiyor. Son dönemdeki siyasi projelerin Türkler ve Suriyeliler arasındaki ortak kültürü ve menfaatleri yıkması olanaklı değildir.

- Romanın Arapça baskılarının farklı kapaklarında mermiler, evsizlik ve çeşitli göstergeleri olan plastik silahlı asker gibi görseller var. Farklı dillere yapılan çevirilerin kapaklarında da hikayedeki yıkımı temsil eden duman, yıkık binalar, minibüs ve yol gibi imgeler görüyoruz. Türkçe çevirinin kapağında ise bir fanusun içinde, gösterişli renkleriyle bir kelebek yer alıyor. Türkçe çevirideki kapağı nasıl buldunuz ve nasıl okudunuz?

Türkçe çevirinin kapak tasarımını ve fikrini gerçekten beğendim. Bu romanın diğer dillere çevirileri daha çok yine beğendiğim İngilizce nüshanın kapağından esinlenmişti. Ancak, Türkçe çevirinin kapağı orijinalliğiyle dikkat çekiyor. Yayınevine, kapak tasarımcısına ve çeviri için size teşekkür ederim.

‘KALBİM HEM TÜRKİYE’DE HEM DE SURİYE’DE DEPREMZEDELERLE’

- Haleplisiniz ve yapıtlarınızın birçoğunda şehrinizi ele aldığınızı görüyoruz. Yıllardır şehrinizden uzakta olmanıza karşın söyleşilerinizde oraya ne kadar tutkuyla bağlı olduğunuzu ifade ediyorsunuz. Bu romanda da Halep’in bir köyüne dönüşü anlatıyorsunuz. Sorum şu: Halid Halife’nin Abdullatif Salim gibi son yolculuğunda Halep toprağında olmaya dönük bir dileği var mı?

Açıkçası vasiyetimi yıllar önce yazdım. Güvendiğim bir kişiye teslim ettim ve şu anda güvenli bir yerde. Şartlar elverirse cenazemin annemin yanına defnedilmesini vasiyet ettim. Evet, son kez anamın sıcak kucağına, bebekliğimin ilk anlarına dönmek istiyorum.

- Ülkemizde meydana gelen depremlerden Suriye de etkilendi ve orada da büyük bir yıkım yaşandı, pek çok kişi yaşamını yitirdi. Siz de kız kardeşinizi maalesef yitirdiniz... Neler söylemek istersiniz?

Bu günlerde ölümün gerçekten zor bir iş olduğunu anımsamamak olanaklı değil. Hem Türkiye hem Suriye büyük bir depremle yıkıldı. Bu vesileyle kalbimin hem Türkiye’de hem de Suriye’de depreme maruz kalan her evdeki depremzedelerle olduğunu ifade etmek istiyorum.