Erdil Yaşaroğlu: 'Sihirli bir el beni yukarı itti'

George Miller’ın yeni filmi “Üç Bin Yıllık Bekleyiş” bu hafta vizyona girdi. Türk oyuncuların da yer aldığı filmde önemli bir rol üstlenen Erdil Yaşaroğlu ile filmi ve kamera arkasında yaşadıklarını konuştuk.

Emrah Kolukısa

Tilda Swinton, Idris Elba gibi dünya yıldızlarının başrolünü üstlendiği, yönetmenliğini “Mad Max” efsanesinin yaratıcısı George Miller’ın üstlendiği “Üç Bin Yıllık Bekleyiş” (“Three Thousand Years of Longing”) dünya prömiyerini Cannes’da yaptıktan 3 ay sonra vizyona girdi.

Burcu Gölgedar, Ece Yüksel, Zerrin Tekindor, Oğulcan Arman Uslu gibi Türk oyuncuların da rol aldığı filmde bir de beklenmedik bir isim var: Erdil Yaşaroğlu. Beklenmedik diyorum zira Erdil çok uzun bir süredir çizer olarak tanınan, heykel çalışmalarıyla da çağdaş sanatın içinde üretimler yapan ama oyunculuk konusunda neredeyse sıfır deneyime sahip bir isim.

Hal böyle olunca onunla bu meseleyi enine boyuna konuşmak da şart oldu elbette…

- Çizer, heykeltıraş derken şimdi de oyuncu olarak karşımıza çıktın, hem de George Miller gibi çok önemli bir ustanın filminde... Nasıl oldu bu iş, nereden kesişti yollarınız?

Bu benim için de sürpriz oldu açıkçası. Üç sene kadar önce temsilcim Gülsüm Akşit aradı ve bana bir filmde oyunculuk teklifi olduğunu söyledi. Ben de oyuncu değilim ki diye direkt reddettim. Sonra Gülsüm karar vermeden önce yönetmenin adını söyleyeyim, George Miller dedi. Ben de yüzümde salakça bir sırıtmayla, bizim Corç Milır mı dedim ve görüşmeye gitmeye karar verdim. Mad Max’in ilk filminden beri hayranı olduğum bir insandı. Lorenzonun yağı, Babe ve Happy Feet serisi, hele de son filmi Fury Road’a bayılıyordum. Amaaan, olmasa bile tanışmış olurum diye gittim. Canlandırdığım Profesör Günhan rolü için Türkiye cast’ını yapan Ezgi Baltaş’a bir karakter analizi gelmiş. Ezgi ile o zamanlar hiç tanışmıyoruz. Beni karikatürlerimden ve konuşmalarımdan biliyormuş. George Miller’a bu adam oyuncu değil ama tam istediğin tarife uyuyor diye benim fotoğraflarımı ve konuşma videolarını göndermiş. Sonra da seçmelere çağırdılar beni. Yazar ve dramaturg Nico Lathourakis ile birlikte bütün gün oyunculuk workshop’u gibi bir şey yaptık.

Oyunlar, doğaçlamalar, İngilizce ve Türkçe. Zor ama eğlenceliydi. Bunlar filme alındı ve George Miller’a gönderdiler. İkinci toplantım yönetmenleydi. Saatler sürdü. Bana bütün filmi storyboard’dan anlattı. Bunun sonunda ben, artık benle çalışmasan da olur. Bu kadarı bile beni çok mutlu etti dedim. Güldü ve bu rolü bana vermek istediğini söyledi. Ben oyuncu değilim dedim, seçmeleri izledim çok iyisin dedi. Utanç ve mutluluk arasında gittim geldim o an. Sen bana inanıyorsan, ben de çalışmaya inanıyorum. Çalışır yaparım dedim ve başladık.

- George Miller sevdiğin bir sinemacıydı yani?

Çok severim. Çocukken ilk Mad Max ile başladı onun işlerine sevgim. Ayrıca distopik maceralardan sevimli çizgi filmlere kadar uzanan dünyası beni hem şaşırtıyor, hem de hayranlık uyandırıyor. Ayrıca tanıdıktan sonra insan olarak da çok sevdim. Öncelikle acayip tatlı, mütevazı ve zeki bir insan. Mükemmelliyetçi. Bir sahneyi en az 20 kere çekiyor. 15 çekimden sonra koşarak gelip, “Erdil, harika oldu, elimde en az 4-5 harika çekim var ama bir 5 tane daha çekelim mi?” diye sorar hep. Ben de kendi işlerimde böyle olduğum için kanım kaynadı tabii haha. Ayrıca işine olan sevgisi ve bitmeyen enerjisi de beni etkiledi. Onunla geçirdiğin her dakika, her saat, yeni bir şey öğreniyorsun.

- Filmin uyarlandığı öyküyü okumuş muydun ? (Bülbülün Gözündeki Cin - A.S. Byatt)

Hayır. George özellikle okumamamı istedi. Tabii ki çekimler biter bitmez okudum ayrı. Nefis bir kitap. Pınar Kür’ün çevirisiyle de ayrı bir güzel.

- Nasıl bir çekim oldu? Yönetmen, diğer oyuncular ve yapım hakkında nasıl gözlemlerin var?

Başlarken George Miller’a ne yapacağız şimdi diye sordum. Okuyacağız dedi. Bana 3-4 kitap verdi. Anlatıbilimi ve mitoloji üzerine kitaplar. Joseph Campbell kitapları, naratoloji kitapları. Sonuçta bir anlatıbilim profesörününü canlandıracaktım. Kitapları okudum ve bunlar üzerine George Miller ve Nico Lathourakis ile uzun uzun tartıştık. Mitoloji, anlatıbilim, karakterim, senaryo konularımızdı. Sonra provalar başladı. Ve tabii ki de pandemi. Provalar yüz yüze ve zoom üzerinden devam etti. Benim sahnelerim İstanbul’da çekilecekti ama pandemi yüzünden bütün set Avustralya’ya taşındı. Ben de geçen sene 2 aya yakın orada kaldım ve çekim yaptık. Harika bir ekiple çalıştım. Sanırım Oscar’ı olmayan bir ben vardım. Bütün bu çekim öncesi ve çekimler sırasında o kadar çok şey öğrendim ki.

- Çok güzel geçmiş anladığım kadarıyla…

Evet.. Hayatım boyunca yaptığım karikatür, heykel, yazarlık gibi işlerde o kadar çok mücadele ettim ki. Binbir zorlukla yavaş yavaş, duvarlara çarpa çarpa geçtim bu kariyerlerden. İlk defa yaptığım bir iş bu kadar pürüzsüz, kolayca aktı gitti. Bir sihirli el sürekli beni yukarı doğru itiyor, daha iyisini yapmama yardım ediyordu. Sonra farkettim ki bu sihirli el dediğim şey aslında ekip. Herkes işinde o kadar iyi ki ve birbirine o kadar destek ki, zaten kötü bir şey yapma şansın olmuyor.

- Oyunculuk zor muymuş peki?

Oyunculuk, hikaye anlatıcılığın bir başka yolu. Benim yaptığım karikatür, heykel ve yazarlıktan tek farkı, başkasının hikayesini anlatıyor olman. İlk başta zor gibi geliyor ama çalıştıkça, öğrendikçe git gide kolaylaşıyor. Tabii sana çalışmak denen şey zor geliyorsa, her iş zor gelir ayrı. Tilda Swinton’ın yakın arkadaşını oynadığım için benim bütün sahnelerim onunla oldu. Göründüğünün aksine, acayip sıcak bir insan. Birbirimizi çok sevdik, bu sayede de sahnelerimiz çok güzel aktı gitti. Zaten onunla birlikteyken kötü oyunculuk yapma gibi bir şansın yok.

- Cannes’da kırmızı halıda bir hayli sükse yaptınız. Nasıl geçti Cannes, neler kaldı aklında?

Bütün bunlar hiç benim hayalim değildi ama harika bir hayalmiş. Orada İdris Elba Cannes’a ikinci kere geldiğini söyledi. İlkinde yirmili yaşlarında genç bir oyuncu adayıyken ve iyi bir oyuncu olma hayalini kurarkenmiş. Gariptir ki ben de 20’li yaşlarımda ilk kez Cannes’a gitmiştim. O zaman benim hayalim de iyi bir karikatürist ve heykeltraş olmaktı. İkinci gidişim ise oyuncu olarak oldu. Hayat çok sürprizli ve neşeli. Filmi izlememiştim festivale giderken. Bu beni geriyordu açıkçası. Nasıl oldu, ben nasıldım hiç bir fikrim yoktu. Sonra gösterime gitmeden önceki kokteylde George Miller ve Tilda Swinton ile konuştum. Nasıl oldu, ben nasıldım diye sordum tabii. Güzel övgüleri üstüme boca ettiklerinde süper rahatladım. Çünkü bana güvenen insanları mahçup etmemiştim. Bunun rahatlığıyla kırmızı halıya gidip keyfini çıkarttım. Cannes’da seni çok onore ediyorlar. Kıymetli hissettiriyorlar. Salona girerken isminle anons ediyorlar, biraz utanmadım dersem yalan olur. Salondaki izleyicilere bakınca da heyecanlandım açıkçası. Dünya sinema sektörü oradaydı ve bizi izleyecekti.

- Oyunculuğa devam etmeyi düşünüyor musun? Cannes’da teklifler gelmiştir diye düşünüyorum..

Bu benim işim değil. Ama bunu son söylediğimde George Miller’dan teklif gelmişti ve hemen lafımı yutup, çalışmaya başlamıştım. O yüzden büyük konuşmak istemem. Eşim Begüm oyuncu, çok oyuncu arkadaşım var, yakın ailemde de oyuncular var. O yüzden benim yaşadığım tecrübenin çok sıra dışı olduğunu biliyorum. George Miller standartları ile çalışmak büyük bir lüks. Yine böyle bir şans olursa düşünebilirim. Olmazsa, zirvede bırakayım diyorum haha.

- Şu sıralar neler yapıyorsun bu arada? Yeni bir sergi var mı ufukta?

Contemporary İstanbul’da sergilenmek üzere yeni heykeller yaptım. Kışa doğru da bir kişisel sergi yapacağım, ona hazırlanıyorum. Ayrıca 7 senedir yayımladığım Süper Penguen isimli bir çocuk mizah dergimiz var. 6-13 Yaş gurubu çocuklar için mizah ve genel bilgi öğreten bir dergi. Onunla ilgilenmeye ve çizmeye devam ediyorum. Kısacası bulabildiğim ve becerebildiğim alanlarda hikayelerimi anlatmaya devam ediyorum.