Devrim zihinde başlar! (08.06.2022)
Cumhuriyet’in kurucu felsefesinin ardında, sosyal ve beşeri bilimler alanında Tanzimat sonrası yüz yıl boyunca birikmiş telif ve tercüme eserler vardı. Atatürk, Batı’nın bu düşün ortamından esinlendi. Yüz yıllık gelişimi süreklilikler ve kesintiler bağlamında ele alan Zafer Toprak, incelemesinde ana kaynaklara iniyor, Atatürk’ün Çankaya kitaplığının ve sofrasının çağdaş Türkiye’nin oluşumunda ne denli önemli işlev gördüğünü ortaya koyuyor.
Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Eki“Hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir. Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evlâdı kalmalıyım. Bu sebeple millî istiklâl bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menâfii [menfaatleri] icab ettirdiği takdirde beşeriyeti teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet muktezâsından [gereklerinden] olan dostluk ve siyaset münasebâtını büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan sarf-ı nazar edinceye kadar bîaman düşmanıyım.”
Atatürk - 24 Nisan 1921, Hâkimiyet-i Milliyye gazetesi yazarıyla söyleşi
‘ATATÜRK - KURUCU FELSEFENİN EVRİMİ’
Cumhuriyet’in kurucu felsefesinin ardında, sosyal ve beşeri bilimler alanında Tanzimat sonrası yüz yıl boyunca birikmiş telif ve tercüme eserler vardı.
Aydınlanma felsefesi, Fransız Devrimi, 19. yüzyılın düşün ortamı ve Üçüncü Cumhuriyet Fransası’nın pozitivist, solidarist, seküler dünya görüşü Jön Türkleri ve Kemalist kadroları derinden etkiledi.
Milli Mücadele Batı’ya karşı verilmiş, Düvel-i Muazzama alt edilmişti.
Ancak çağdaş ve laik bir yapılanma sürecinde Atatürk yine Batı’nın düşün ortamından esinlendi.
Cihan Harbi kaotik bir ortam yaratmış, savaş ertesi yeni bir çağ doğmuştu.
İmparatorluklar sona ermiş, ulus-devletler çağa damgasını vurmuştu. Osmanlı’nın küllerinden ise Atatürk’ün önderliğinde yeni bir Türkiye doğuyordu.
Yüz yıllık gelişimi süreklilikler ve kesintiler bağlamında ele alan Zafer Toprak, Atatürk - Kurucu Felsefenin Evrimi’nde ana kaynaklara iniyor, Atatürk’ün Çankaya kitaplığının ve sofrasının çağdaş Türkiye’nin oluşumunda ne denli önemli işlev gördüğünü ortaya koyuyor.
ATATÜRK’ÜN ESİN KAYNAKLARI
- Kapsamlı incelemeniz Atatürk Kurucu Felsefenin Evrimi’ni hangi temel kaynaklar ışığında kaleme aldınız?
Atatürk - Kurucu Felsefenin Evrimi Tanzimat sonrası düşün yaşamımızda Batı kökenli birikimin, Atatürk’ün uyguladığı politikalarda esin kaynaklarının izini sürmeyi amaçlıyor.
Cumhuriyet’in kurucu felsefesinin ardında sosyal ve beşeri bilimlerde Tanzimat ertesi yüz yıl boyunca yayınlanmış Osmanlıca ve yabancı dilde yayınlanmış, telif ve tercüme eserler yer aldı.
Kitabın yazımında başvurulan ana kaynak, Çankaya Kitaplığı oldu. Özel kitaplıklar son kertede kişisel zihinsel yapıları yansıtıyor. Ancak Atatürk’ün entelektüel kimliğinin izi sürülürken okudukları kadar yazdıkları, söylev ve demeçleri, halkla, basınla olan söyleşileri ve nihayet yakın çevresinin onunla ilgili anıları da yönlendirici oldu.
Çankaya Kitaplığı’ndaki eserleri bibliyofil kimliğimle taranırken beklenmedik bir durumla karşılaştım. İlk bakışta bu denli zengin ve güncel bir kütüphanenin Darülfünun dahil Türkiye’de herhangi bir çatı altında olmadığını gördüm.
Cumhuriyet Türkiyesi’nin kuruluş evresinde en güncel kitaplık Atatürk’ün kitaplığıydı. Çoğu kitap bizzat Atatürk ve yakın çevresi tarafından yurt dışına ısmarlanmıştı.
ÇANKAYA KİTAPLIĞI
Çankaya Kitaplığı, tüm reform girişimleriyle eşgüdüm içerisinde olan, o gün için Fransızca üzerinden Batı’nın izini süren bir bilgi hazinesiydi. Atatürk yurt dışına sürekli kitap siparişi vermiş bir devlet adamıydı.
Paris’teki sefaret aracılığıyla getirttiği kitaplar Batı’daki gelişmeleri yakından izlediğinin kanıtıydı. Tarihçi ve diplomat Bilal Şimşir’in Paris sefaretinde yaptığı araştırmalar, Atatürk’ün sık aralıklarla Fransa’dan kitap getirttiğini ortaya koyuyordu.
O tarihlerde Çankaya’ya gelen kitapların derinliğinde bir bilim anlayışı Türkiye’de henüz yoktu. 30’lu yıllarda dil, tarih, antropoloji, arkeoloji gibi Türkiye’de gündem oluşturan yeniliklerin geri planında Türkiye’nin bu en gelişkin kitaplığı yer aldı.
Çağın en güncel sosyal ve beşeri bilim eserleri 30’lu yılların kültür devriminin yapı taşlarını oluşturacak ve Türkiye’de sosyal ve beşeri bilimlerin inşasında önemli bir rol oynayacaktı.
Kitaplık her şeyden önce Osmanlı’nın çağdaşlaşma sürecinde 18. yüzyıl Aydınlanma çağı düşünürlerini, 1789 Fransız Devrimi’ni ve 1870 ertesi Üçüncü Cumhuriyet Fransası’nı kapsıyordu.
Bu evrelerin düşünürlerinin, bir neslin, Atatürk’ün de mensup olduğu Jön Türk neslinin fikir dağarcığını ne denli derinden etkilemiş olduğunu kanıtlıyordu.
HALKIN İRADESİ VE HÂKİMİYET
- Kitabın yazımında nasıl bir yöntem izlediniz? Gördüğüm kadarıyla kitap beş ana bölümden oluşuyor. Tanzimat sonrası tarihsel bir süreç izliyor. Ve son aşamada 30’lu yıllarda gerçekleşen kültür devrimine ulaşıyor. Ama kitabın ilk üç bölümü hukuk başlığı altında yer alıyor. Hukuka neden bu denli önem verdiniz?
Belirtiğiniz gibi kitap sosyal ve beşeri bilimlerin hemen hemen belli başlı alanlarını kapsıyor. Kurucu felsefe dendiğinde kuşkusuz kapsayıcı olması gerekiyor.
Bence kurucu felsefenin omurgasını egemenlik oluşturuyor. Atatürk’ün “hakimiyet-i milliye” dediği bu yapı güçler birliği üzerine inşa edilmiş. Ana referansı ise Rousseau… Bunu söylevlerinde bariz bir biçimde görüyoruz.
Milli Mücadele’nin en kritik günlerinde, Atatürk Rousseau’nun Toplumsal Sözleşme başlıklı eserini okuyor ve orada “milli irade”nin ne denli önemli olduğunu görüyor. Meşrutiyet yıllarında ülkeyi çıkmaza sürükleyen anayasal yapıdan da ders alarak Rousseau’nun “güçler birliği” anlayışını benimsiyor. Hukuk bölümümün ilk halkasını bundan böyle “Halkın İradesi ve Hâkimiyet” fikri oluşturuyor.
Hukuk bölümünün diğer iki alt-bölümü “Şer’i Hukuktan Nizami Hukuka” geçişi, ve “Jön Türkler, Hak ve Hürriyetler”den oluşuyor. Atatürk’ün Cumhuriyet’i inşa ederken en büyük kaygılarından birini laiklik oluşturuyor. Laiklik ise ancak şer’i hukukun devre dışı bırakılarak tıpkı Fransa’da olduğu gibi egemenlik anlayışının tanrısal güçten alınarak millete intikal ettirilmesini gerektiriyor.
Süreç aslında Tanzimat ile birlikte başlamış, ama özel hukuk bir türlü şer’i normlardan arındırılamıyor. Bunu gerçekleştirecek olan Atatürk. Medeni Kanun büyük bir devrim.
Bu noktaya varabilmek için ise Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Osmanlı-Türk hukuk sistemini mevzuat ve uygulamalar dahil eni konu ele almak gerekiyor. “Şer’i Hukuktan Nizami Hukuka” geçiş başlığı altında bunu yaptık.
Yeni hukuk düzeninde diğer sorun hürriyetler… Osmanlı’da hürriyetler üzerine düşünsel süreç izlendikten sonra Cumhuriyet’te hürriyet kavramına geliyoruz.
Gene Rousseau’dan hareket ederek Cumhuriyet’in “eşitlik”e önem verirken “hürriyet”in geri planda kaldığını söylüyoruz. Bunu yaparken de kamu hukukçusu Yavuz Abadan’ın yapmış olduğu bir ayırımı öne çıkarıyoruz.
AYDINLANMA VE ZABİT MUSTAFA KEMAL!
- Kitabın başlığında yer alan “evrim” sözcüğü tarihsel bir süreci ima ediyor. Nitekim kitap her ne kadar Cumhuriyet Türkiyesi’ne odaklanıyorsa da neredeyse yüz yıllık bir süreci içeriyor. Zihinsel yapıların çok daha geniş zaman dilimi gerektiğini vurguluyorsunuz. Kurucu felsefe anlayışınız kesintiden çok sürekliliği mi ima ediyor?
Kurucu felsefeyi anlayabilmek için sürece Aydınlanma Fransası’yla, 1789 Fransız Devrimi’yle ve Üçüncü Cumhuriyet Fransası’yla başlamak, Atatürk’ün de mensup olduğu Jön Türk düşünce ortamını görmek gerekiyor.
Özellikle 1908 İlân-ı Hürriyet sonrası, 1919 öncesi zabit Atatürk’ün yaşadığı zihinsel ortamdaki gelişmeler ele alınıyor.
Aydınlanma devriyle filizlenen ve Fransız Devrimi’yle somutlaşan milli egemenlik anlayışı, 19. yüzyılla yaşanan inişli çıkışlı devrimsel süreç, ardından gelen Üçüncü Cumhuriyet Fransası’nın pozitivist, solidarist, laik dünya görüşü Cumhuriyet’e damgasını vuracaktı.
Fransız Devrimi’nin “hürriyet, müsavât, uhuvvet” ilkeleri Jön Türk hareketinin yolunu çizdi.
Cumhuriyet’in laiklik anlayışı Napolyon kodları ve Üçüncü Cumhuriyet Fransası Radikal Partisi’nin politikalarından esinlendi. Dönemin düşünce birikimi, kuşkusuz son kertede tarihsel boyutu yanı sıra, yaşanan gerçekliğin sonucuydu.
Zaman içerisinde kırılma noktaları, fay hatları düşünceyi farklı anlayışlara yönlendirmişti. Nitekim Balkan Harbi’yle başlayan ve Millî Mücadele ile sonuçlanan ülke insanının yaşadığı uzun Cihan Harbi (1912-1922), kurucu kadroların dünyayı algılayışlarında derin izler bıraktı.
Osmanlı’da Harb-i Umumi diye de bilinen savaş tüm dünyayı kaotik bir evreye sokmuş, 18. yüzyıldan beri gelişen Aydınlanma sürecine ket vurmuştu.
19. yüzyılda edinilen değerler, Batı’da “liberal” sıfatıyla nitelenen ve “terakki” ya da “tekâmül” sözcüklerinde ifadesini bulan anlayış bundan böyle sorgulanıyordu. Toplumsal yapının dibe vurduğu Cihan Harbi yıllarında ülke aydını zihinsel yönden farklı yönlere savruldu.
İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e yaşananlar, salt bir siyasal yapılanma olmanın ötesinde, toplumsal ve psişik duruşların sil baştan şekillenmesine neden oluyordu.
ENTELEKTÜEL BİR ARKEOLOJİ
- Tanzimat sonrası düşün yaşamımızda Batı kökenli birikimin, Atatürk’ün uyguladığı politikalarda izini sürmeyi amaçladığınızı ifade ettiğiniz ve kurucu felsefenin evrimi yolunda, Atatürk’ün entelektüel yaşamını, kişisel entelektüel evrimini mercek altına aldığınız incelemeniz için “entelektüel arkeoloji” tanımlamasında bulunuyorsunuz. Açar mısınız?
Bu kitap yazım süreci içerisinde bir tür entelektüel arkeoloji anlayışını benimsediğini söylüyorum . Atatürk’ün - bir devlet kurucusunun - gerçekleştirdiği reformlarda esin kaynağı olan yazılı kültürü sorguluyorum.
Yaptığı konuşmalardan, söylevlerinden, basına verdiği demeçlerden, okuduklarından, yazdıklarından, genelge ve telgraflarından, aynı zamanda Atatürk üzerine yazılmış anı ve benzeri yüzlerce kitabın satır aralarından iz sürerek onun düşün dünyasına yöneliyorum.
Son kertede Atatürk’ün bilgi dağarcığını, bilgi birikimini sorgulayan arkeolojik bir çalışma yaptığım kanısındayım.
Bugüne kadar siyasi ve askeri yönü üzerine sayısız değerli araştırma yapılmış olmasına karşın, Atatürk’ün entelektüel kişiliği üzerinde çok az duruldu.
ON İKİ YILLIK BİR ÇALIŞMA
Oysa O’nun düşünce yapısındaki evreler günlük siyasi ve askeri olayların ötesinde, günümüz Türkiyesi’nin toplumsal ve kültürel yapılanmasında derin izler bıraktı.
Laik Türkiye’nin kurucusu Atatürk’tü. Kitabın yazımında son derece farklı türden kaynakları bir araya getirme çabasını arkeologların çalışma yöntemine benzetiyorum.
Bu bir tür inşa süreci… Epey meşakkatli bir süreç… Öncelikle Osmanlı Türkçesi bilmeniz gerekiyor. Osmanlı literatürü yanı sıra Atatürk’ün başvurduğu kitapların neredeyse tamamı Fransızca. Fransızcanızın olması gerekiyor. Ve de geniş bir kitap bilgisi…
Beni şaşırtan unsurlardan biri Atatürk’ün satın almış olduğu tuğla renkli tarih kitaplarının benim de daha gençlik yıllarında Fransa’ya gittiğimde satın alıp Türkiye’ye getirdiklerim oluşu…
Kısaca arkeolojik çalışma yapmak için bir dizi unsur denk düştü diyebilirim. Tabii bu çalışmanın gerisinde tam on iki yılın olduğunu da belirtmem gerekiyor.
ATATÜRK’ÜN KİTAPLIĞI VE UYGARLIĞI EVRİMİ DİZİSİ
- Atatürk’ün düşün dünyasını, siyaset, sosyoloji, psikoloji, antropolojiye kadar etkisi altına almış yazar ve yapıtlara birkaç örnek verir misiniz?
Atatürk’ün bu çok yönlü kültür dünyasına atılımı 1928 Harf Devrimi’yle başlıyor. O güne kadar siyasal ve hukuksal yapıyla bilfiil ilgilenmiş, ulus devlet için gerekli alt yapıyı oluşturmuş. Ama alt yapının oluşması yüzyılların birikimi bir zihniyeti değiştirmeye yetmemiş. Bu nedenle kültüre önem veriyor.
Otuzlu yıllar aslında Türkiye’nin bir kültür devrimi yaşadığını gösteriyor. Aslında tüm Batı dünyasında Cihan Harbi’yle birlikte bir çöküntü yaşanmış. Türkiye’de bu çöküntüyü 20’li yıllarda bilfiil yaşamış. Daha önce yazmış olduğum Türkiye’de Yeni Hayat - İnkılap ve Travma adlı kitabımda gündeme getirmiştim. 1929 Dünya Buhranı ile birlikte sorunlar daha da derinleşmiş.
Atatürk kolu kanadı kırılmış Avrupa’ya artık kuşkuyla bakıyor, uygarlığın kökenleri farklı coğrafyalarda arıyor. Bu arayış bir süre sonra Avrasya’ya, Orta Asya’ya uzanıyor.
Bir yandan tarihe derinlik kazandırılarak tarih öncesine, neolitik, paleolitik dönemlere, Osmanlı ve İslam öncesine gidiliyor, öte yandan tarihe “total” bağlamda bakma gereği duyuluyor.
Tarih biliminin diğer bilimlerle ve özellikle sosyoloji, coğrafya, nüfusbilim, dilbilim ve antropoloji ile bağı kuruluyordu. Nitekim 20’inci yüzyılın ilk yarısında köktenci bir nitelik taşıyan sosyal bilim anlayışı, Henri Berr’in başlattığı “tarihsel sentez” Türkiye’de de yankı bulmuş.
Kıta Avrupası’nın en önemli tarihsel sentez dizisi Uygarlığın Evrimi [L’évolution de l’humanité] “yeni tarih”in temsilcisi. O tuğla renkli kitaplar işte bu eserler.
Atatürk’ün kitaplığında Uygarlığın Evrimi [L’évolution de l’humanité] dizisinden hatırı sayılır sayıda kitap var. Türkiye’de 30’lu yılların kültür politikalarını yönlendiren temel başvuru eserleri bunlar.
TÜRKİYE’NİN YENİSİ, KENDİ ‘AYDINLANMA’SI
- Cihan Harbi, Mütareke ve Milli Mücadele evresinde oluşan düşün ortamından herkes gibi derinden etkilenen ve ulus-devlet inşa sürecine ve “yeni insan”ımıza adanan Atatürk’ün düşünce yapısında yaşanan kırılma anlarını nasıl çözümlediniz?
Türkiye Tanzimat’tan beri sürgit bir arayış içerisinde olagelmiş. Cumhuriyet’in ilanına kadar sürekli tökezleyen bu arayış Cumhuriyet’le birlikte bir senteze ulaşıyor.
Cihan Harbi sonrası Kıta Avrupası karanlık bir çağa adım atıyor. Türkiye ise Atatürk’ün öncülüğünde kendi modernitesini, “yeni insan”ını arıyor.
30’lu yıllarda Türkiye artık farklı beklentilerle geleceğe yöneliyor. Zira Cumhuriyet’le gemiler yakılmış, geriye dönüşü olmayan bir yola girilmiş.
Harf Devrimi sonrası Cumhuriyet “yeni insan”ını inşa etmeye koyuluyor. Halkevleri bu amaçla kurulmuş.
Cumhuriyet, o sırada Avrupa’da birçok ülkede gündeme gelmiş olan, kendi “yeni insan”ını yapılandırma sürecine girmiş. Bunun en başta gelen yöntemi ise yeni bir kimlik oluşturmak.
Bilim, kültür ve sanat alanlarının hemen her yönünde Cumhuriyet “yeni”yi arayacak. Atatürk bu süreçte bilime, kendi terimiyle “scientism”e tutkuyla bağlanacak.
Bilim yuvası üniversiter yaşamda sil baştan yola çıkılırken, kültür ve sanatın hemen her yönü alışılmadık açılımlara sahne olacak. İki dünya savaşı arası Batı’nın katastrofik çağında Türkiye kendi “yeni”sini, kendi “aydınlanma”sını yaşayacak.
STRAVINSKI’NİN ‘BAHAR AYİNİ’ VE 20’İNCİ YÜZYIL
- Atatürk Türkiyesi, kurucu felsefesinin evriminde; sarsıntılar, değişim, başkalaşım, ilerleme ve arayışlarıyla süratli çağ 20’inci yüzyılın sanat ile siyasetteki hangi yansılardan nasıl esinlenmiştir?
Kitabın ilk satırlarında buna değiniyorum. 29 Mayıs 1913 günü Champs-Elysées Tiyatrosu’ndaki ilk gösteriminde Stravinski’nin “Bahar Ayini” ile başlıyorum.
“Bahar Ayini” Paris’in seçkin opera-bale müdavimleri tepkisiyle karşılaşıyor, basında büyük protestolara neden oluyor. Ünlü besteci Debussy de bu alışılmadık müziğin yavan ve sığ bir anlayışı yansıttığını söylüyor.
Oysa “Bahar Ayini” yeni bir yüzyılın, 20’inci yüzyılın doğum sancılarını içeriyor. Bir anlamda 20’inci yüzyıl kendi sanat anlayışını beraberinde getiriyor.
Fütürizm, Dadaizm, kübizm, konstrüktivizm, endüstrializm Cihan Harbi ve onu izleyen yıllarda bilimde, sanatta ve edebiyatta köklü dönüşümlere neden oluyor.
Gelişmelerden Türkiye de kendi payına düşeni almakta gecikmiyor. 20’li yıllarda Muhsin Ertuğrul’un Darülbedai’de sahne kurguları modern Rus tiyatrosunun öncüleri Stanislavski ve Meyerhold’dan esinleniyor.
Nâzım Hikmet, Fütürist ve konstrüktivist Mayakovski’ye özenerek 1923’te yazdığı “Makinalaşmak istiyorum” adlı şiiriyle edebiyatta yeni bir çığır açıyor.
1914 ekolü ressamlarımızdan Avni Lifij, 1927’de ölüm döşeğindeyken plastik sanatlarda empresyonizm ve realizm devrinin kapandığını ilan ediyor.
Geleceğin estetiği non-figüratif, soyut anlayış ve kübizm. Keza İkinci Meşrutiyet’te tasarlanan Birinci Ulusal Mimari son demlerini yaşıyor. Cumhuriyet’in mimarisi Türkiye’ye özgü Bauhaus anlayışı. Bu yeni mekan anlayışının öncülerinden Bolşevik mimar Bruno Taut Nazi Almanyası’ndan kaçıp Ankara’nın davetini kabul etmiş.
Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni inşa ederken Atatürk’ün bilim anlayışını, “Hayatta En Hakiki Mürşit [yol gösterici] İlimdir” özdeyişini görkemli binanın alnına kazımış. Türkiye, Cumhuriyet’le birlikte bilimde, kültürde, sanatta yeni bir beyaz sayfa açıyor.
ÇAĞDAŞ YURTTAŞIN İNŞASI VE HUKUK!
- Sanat ile siyasetteki tüm bu etkileşim ve yansıların kökleştirdiği ülkülerin, iki dünya savaşı arası büyük dönüşümler geçirmiş ülkemizde, çağdaşlık ve özgürlük alanlarındaki ülkülere katkıları nasıl ortaya koyuyorsunuz?
Yurttaşlığın temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alan hukuk. Çağdaş yurttaşın inşasında hukukun ayrı bir yeri var.
20’li yıllarda Cumhuriyet’in hukuk reformları işte bu işlevi hakkıyla görecek. Dinden arındırılmış, laik hukuk normları yurttaşa geniş bir özgürlük alanı açacak, kadın erkek eşitliği Medeni Kanun ile perçinlenecek.
Cumhuriyet Fransası’nda 1905 ertesi gelişen laiklik anlayışı Cumhuriyet Türkiyesi’nin hukuk reformlarında etkin rol oynayacak.
İkinci Meşrutiyet yıllarında “lâ-dinî” şeklinde gündeme gelen din ve dünya işlerinin ayrımı, iktidarın Tanrı katından “halk”a indirilmesi, Cumhuriyet kadrolarınca aynen Fransızca terimi değişikliğe uğratmaksızın “laiklik” olarak benimsenecek ve önce Cumhuriyet Halk Partisi programına, ardından 1937’de, anayasaya konacak.
II. Meşrutiyet yıllarında siyasal partiler hürriyetin ilanı ertesi sık aralıklarla bir diğerinin ardından kurulmuş. Kamuoyu, o günkü dille “efkâr-ı umumiyye” her geçen gün mevzi kazanmış. Siyasetin bu denli kitlelere ulaşması okuryazarlığı da yukarı çekmiş.
Abdülhamid döneminde yayın dünyası hatırı sayılır bir atılım gerçekleştirmişse de Osmanlıca kitap, risale, gazete türü basılı matbuat II. Meşrutiyet döneminde geçmişe oranla büyük artış göstermiş.
200 yıllık eski Türkçe matbu literatürün hemen hemen yüzde 30’u 1908-1918 gibi on yıllık kısa bir sürede üretilmiş.
ÖZGÜRLÜK VE CUMHURİYET!
Bu gelişmeler İkinci Meşrutiyet’in Osmanlı’yı bir “aydınlanma” evresine soktuğunun kanıtı. Ama Cumhuriyet kuruluş evresinde kişi özgürlükleri konusunda aynı heyecanı gösterdiği söylenemez.
Yukarıda belirttiğim gibi “hürriyet” Cumhuriyet’in “zayıf halkası”… Bunun nedenleri paradoksal olarak son kertede “milli hakimiyet” anlayışında yatıyor.
Atatürk’ün “hürriyet” anlayışının da geri planında Rousseau’nun hâkimiyet ve hürriyet anlayışı yatıyor. Rousseau her türlü yönetimi kişi özgürlüğü için tehdit gören liberal özgürlük anlayışına mesafeli.
Toplumsal sözleşme ve halkın egemenliği anlayışı son kertede Fransız Devrimi’nde Jakobenlere yaramış, Robespierre’in Fransız devriminde yol arkadaşlarını giyotine göndermesine neden olmuş. Rousseau için kişi özgürlüğü ortak iradenin muhafızı devletin yurttaş için öngördüğü özgürlük alanıyla çevrilmiş.
Hürriyet bireye devlet tarafından bahşedilmişti ve devlet tarafından ona “borç” verilmiş. Her an devlet ona farklı bir tanım verebiliyor, değiştirebiliyor, hatta gerektiğinde geri alabiliyor, ilga edebiliyor.
Oysa klasik liberalizmin özünde özgürlükler devletten kaynaklanmıyor. Bilakis liberal düşünce devleti karşısına alıyor. Nitekim Rousseau’nun egemenlik anlayışının bir yorumu otoriter ve de totaliter yapılanmaların da yolunu açacak.
DİNİ FANTEZİ: ‘SİYASİ TANRI’!
Kimi siyaset felsefecisi Lenin’in Rousseau’dan esinlendiğini söyleyecek. Fransız Devrimi’yle ilgili gözlemlerde bulunan Tocqueville, toplumları eşitliğe götüren hareketin özgürlüklerin yitirilmesine neden olabileceğine dikkat çekiyor.
Tocqueville’e göre Fransız Devrimi’nde çelişik, ters yönde iki hareket var: Bunlardan ilki özgürlüğe çıkarken, diğeri despotizme yöneliyor.
Rousseau’da halkın egemenliği, son kertede her şeyi bilen ve kusursuz konumuyla asla hak yolundan ayrılmayan “siyasî tanrı” kavramına odaklanan dini bir fanteziden kaynaklanıyor.
Böyle bir Tanrı’nın hükümranlığı altında her türlü “uyumsuz” kişisel tavır, siyasi kutsala küfür demek. İnsanlar ortak iradenin yorumunda yanlış yapabilirler. Halk çoğu kez yanıltılabiliyor. Ama ortak iradenin kendisi herhangi bir yanlış yorumdan etkilenmeksizin yoluna devam ediyor.
Zaman zaman rotada yanılsa bile, tıpkı yoldan çıkmış Yahudilerin sonunda Yahova’yı bulmaları gibi, ortak irade de doğru yolu buluyor.
Bu spekülatif anlayıştan yola çıkan Rousseau, devletin alanı içindeki her türlü bağımsız örgütlenmeyi reddediyor. Böyle bir örgütlenme Rousseau’ya göre açıkça ortak iradenin oluşumunu gölgeliyor. Türkiye’de de Tek-Parti döneminde benzer gelişmelere sahne oluyor.
‘CUMHURİYET BİR AN ÖNCE BİRLEŞTİRİCİ OLMAYI HEDEFLEDİ’’
- Sivil, asker, devlet adamı ve kültür insanı Atatürk’ün 1930’lu yıllarda siyasetten çok kültürle uğraştığını, siyasetle de kültür bağlamında ilgilendiğini vurguluyorsunuz. İncelemenizin ayırıcı bir diğer özelliğine işaret eden bu bağlama ilişkin neler söylersiniz?
Cumhuriyet devrimleri iki ana evrede gerçekleşti.
İlki kısa sürede dönüşümleri gerekli kılan, siyasal yapı, hukuk gibi alanlara hasredilebilen devrimlerdi. Osmanlı’nın çok unsurlu, çok dinli haritası Osmanlılık bilincinin oluşumunu bir türlü sağlayamamış, ülke giderek değişik milliyetçilikler adı altında parçalanmıştı.
Cumhuriyet bir an önce birleştirici olmayı hedeflemiş. O nedenle laiklik esası üzerine kurulu birlikteliği ülke çapında uygulamaya koymuş, “tevhid” ya da birlikte olmayı ilke edinmiş.
‘HARF DEVRİMİ HER AÇIDAN ANLAMLI’
Harf Devrimi pratik yönlerinin yanı sıra sembolik açıdan da anlamlı. Yaşanan diğer devrim süreçlerinde olduğu gibi, Türk devrimi de geçmişle bağları koparma gereği duyuyor.
Hilafet ve saltanatı kaldırmak siyasal anlamda yeni yapılanma için gerekli. Ancak geçmişin zihniyeti kültür normlarının derinliklerinde saklı.
Alfabe, dil, tarih ve benzeri öğeler yüzyılların birikimi sonucu toplumda yer etmiş ve bu tür kültür normları kaldığı sürece geçmişi sorgulamak o denli güç bir uğraşa dönüşmüş. Harf devrimi bu anlamda bir kopuşu, bir kırılma noktasını simgeliyor.
Cumhuriyetin ilk evresinde Harf Devrimi hedeflenen kültür değişiminin yolunu açacak. Başlangıçta her ne kadar Latin harflerinin basitliği gibi pratik nedenler gündemde tutulmuşsa da geri planında kültürel eksen bulunuyor.
Türkiye’nin Batı ile ilişkisi 18. yüzyıldan beri inişli çıkışlı bir çizgi izlemiş. Asrileşmek, muasırlaşmak, çağdaşlaşmak, modernleşmek ve benzeri başlıklar altında Batı’ya yönelen Osmanlı aydını, aynı zamanda Batı’nın yayılımcılığına da karşı koymak zorunda kalmış.
Türkiye’nin siyasi alanda Batı ile olan sorunları büyük ölçüde Lozan’la birlikte çözüm bulmuş. Bundan böyle uluslararası camiada en azından kâğıt üzerinde eşit bir konum elde edilmiş. Batı’ya daha önyargısız bakılabiliyor.
‘HARF DEVRİMİ, BATI’YA AÇILAN PENCERE’
Son kertede Doğu-Batı ikileminde bir tercih gündeme geliyor. Atatürk ve yakın çevresi çağdaşlığı Batı’da görüyor. Gelecek için “muasır medeniyet” olarak Batı gösteriliyor. Bu nedenle uygarlık olarak Batı ekseni izleniyor, Batı kültür normlarına geçişin topluma yeni bir ivme kazandıracağı bekleniyor. Bu bağlamda Harf Devrimi, Batı’ya açılan pencere...
Harf Devrimi semboller yüklü oluşu nedeniyle görselliğiyle de ön plana geçmiş. Osmanlı’yı grafik anlamda simgeleyen büyük ölçüde Arap alfabesi.
Yazı toplumun her kesiminde, her katmanında belirli bir kimlik unsuru. Öte yandan İslam dünyasında dinle alfabe bir bütün. Kur’an Arap harfleriyle indirilmiş olduğu varsayılıyor.
Osmanlı’da figüratif resmin İslami gerekçelerle geri planda tutulduğu düşünülürse, yazı ya da hat hemen hemen her türlü görselde etkin olmuş. Osmanlı güzel sanatlarında hat sanatının ayrı bir yeri olmuş.
Laikliğin gündeme gelişi ile birlikte harf devrimi kaçınılmaz... Dinle devlet işleri ayrışırken dinle bütünleşmiş bir yazı türü de terk ediliyor.
HALK VE BİR DÖNEME DAMGASINI VURAN HALKÇILIK
- Batı’yla bütünleşirken, ulus-devlet inşa sürecini başlatırken İkinci Meşrutiyet’ten kalan hangi tohumları seçerek yeşertmiştir de Atatürk? Halkçılık ve Milliyetçilik’in bu açıdan bağıntısına ilişkin yorumunuz?
Ulusal egemenliğin toplumsal tabanı halkçılık olarak tanımlandı. Halkçılık İkinci Meşrutiyet’te doğdu. Halk ve halkçılık, Gökalp’in düşün sisteminin önemli bir boyutu.
İttihatçı düşünür, birçok meşrutiyet aydını gibi evrimden yana; “tekâmül”ü ilke edinmiş. Toplumsal yaşamın aşamalarının ancak evrim yasalarının ışığında izlenebildiğini söylüyor.
İkinci Meşrutiyet “ictimaiyyat”ı, yani sosyolojisi evrimci pozitivizmin bir uzantısı. Ancak Jön Türk Devrimi’yle gündeme gelen gelişme-ilerleme ya da “terakki”, “tekâmül” sorunsalı ulus-devlet inşası dönemindeki iç çelişkileri de ortaya çıkaracak.
Osmanlı’nın kabuk değiştirdiği, yeni yapılanma sürecinde var olan değerlerin sorgulandığı bir evrede, Cihan Harbi ve onu izleyen bunalımlı yıllarda millet olgusu ve milliyetçilik düşüncesi Osmanlı ve Cumhuriyet aydınını sürekli bir ikilem içerisine sokacak.
Gelişme bir açıdan eski “değerler”in yitirilişi anlamına geliyor. Oysa milliyetçilik birçok vasfı yanı sıra geçmişte edinilmiş değerleri de içeriyor.
Cihan Harbi’yle birlikte Osmanlı’nın kendine özgü “ahlâk” normları sorgulanmaya başlıyor, görece geleneksel eşitçi bir evrenin kenara bırakılarak, toplumsal katmanlara ya da sınıflara açık, sermaye birikimini gözeten bir döneme geçiliyor.
İşte böyle bir ortamda solidarizm doğuyor, bölüşüm sorunu ön plana çıkıyordu.
Servetin adil dağıtımı ya da “imtiyazsız, sınıfsız bir kitle” özlemi giderek ağırlığını koyuyor. Diğer bir deyişle, eşitsizliği sorun edinen ahlak anlayışı Meşrutiyet’i ve Cumhuriyet’i solidarizme yönlendiriyor ve halkçılık bir döneme damgasını vuruyor.
ATATÜRK’Ü DİL DEVRİMİ’NE CESARETLENDİREN YAZARLAR
- Göçlerin ve Türk dili üzerindeki etkileri konusunda ana hatlarıyla vardığınız sonuçlar neler? Cumhuriyet’in bu konuda benimsediği yolu ve aldığı tedbirleri nasıl açımladınız? İncelemenizde Carl Brockelmann ve Sadri Maksudi nasıl bir bağlamda yer aldı?
Atatürk’ü dil devrimi konusunda cesaretlendiren yazarların başında Sadri Maksudi [Arsal] geliyor. Rusya Müslümanlarından olan Sadri Maksudi bir bilim insanı olmanın ötesinde önemli bir siyasi kimlik taşıyor. Paris günlerinde o sırada Paris’te bulunan Yusuf Akçura ile yakın arkadaş olacak ve her ikisi de ileriki yıllarda Atatürk’ün sofrasında hazır bulunacaklar.
Sadri Maksudi hukukçu kimliğinin yanı sıra kısa sürede dil konusunda yetkin bir bilim insanı olacak. Melez birer ulus olan Fransızlarla İngilizlerin dışındaki ulusların, Almanların, Rusların, Finlerin, Arapların, hatta İtalyanların dillerini inceleyecek.
Bu dillerin sürekli sözcük üreterek, uygar birer dil ortaya koyarak ulusal kimlik edindiklerini görüyor. Aynı yöntemi Türk dili için de öneriyor. Arapça ve Farsça sözcükler atılarak öz Türkçe sözcüklerden oluşan bir dilden yana. Türk Dili İçin adlı kitabında bu konuyu işliyor.
Carl Brockelmann’ın Sadri Maksudi’nin kitabına yazdığı sekiz sayfa tutan önsözü, siyasi mesajı güçlü bir metin. Dilin sadece edilgen bir ileti aracı olmadığını, dilin aynı zamanda bir inşa işlevi gördüğünü söylüyor.
Brockelmann dil aracılığıyla ulus-devletin doğuşuyla ulusal kimlik arasındaki bağı kuruyor. Brockelmann’a göre, dil bir ulusun özelliklerinin sadık aynası.
Ulus, ulusal benliğini, ulusal saygınlığını bilinçli bir şekilde idrak etmedikçe, siyasal ya da manevi açıdan kendisinden üstün olan yabancı ulusların kültürel etkisine ve bu kültürlerin aktarıcısı olan yabancı sözcüklerin kuşatmasında kalıyor.
- Üzerinde çalıştığınız yeni incelemenizi sorarak bitirelim söyleşimizi.
Tabii çağdaş Türkiye’yi anlamak için çok şey yapılması gereken çok şey var. Ben büyük ölçüde Türkiye’nin son 200 yılına odaklanıyorum ve disiplinler arası çalışmaya önem veriyorum.
II. Meşrutiyet üzerine çok şey yazdım. Şimdi Cumhuriyet’in değişik evrelerini çalışıyorum. İktisat tarihçisi kimliğim ağır bassa da son zamanlarda kültüre daha bir ağırlık veriyorum. Ama her ikisinde de önemli boşluklar var. Onları doldurmaya çalışacağım.
Atatürk - Kurucu Felsefenin Evrimi bana cesaret verdi. Olanaklar ölçüsünde farklı disiplinleri bir araya getirmeye çalışıyorum.
Son söz olarak, her zamanki gibi çalışmalarıma ayrı bir yer veren Cumhuriyet Kitap’a şükranlarımı sunmak isterim. Bir önceki Türkiye’de Yeni Hayat - İnkılap ve Travma da aynı ilgiyi görmüştü. Bana bu fırsatları verdiğiniz için çok teşekkürler.
Atatürk - Kurucu Felsefenin Evrimi / Zafer Toprak / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları / 528 s.