Cumhuriyet’i incitmek! Feridun Andaç’ın yazısı...

Edebiyat zamana ayna tutar çoğunlukla. Gören, gösteren, düşündüren sorgulayandır da. Gizli ve örtük olanı değil, açık saydamı seçmeli çağdaş insanlık bilinci / bakışı. Yurt olma bilinci, yurttaşlık bilincini var eder. Hakikat olandır bu. Eğer “illüzyon” diyorsanız; yalanlara inanmaya, ötekileşmeye de hazır olmalısınız.

Feridun Andaç / Cumhuriyet Kitap Eki

Edebiyat zamana ayna tutar çoğunlukla. Gören, gösteren, düşündüren sorgulayandır da. Romanda, şiirde, öyküde, denemede, her bir anlatı biçiminde karşımıza çıkandır… Size bir zamane bakışı yaratandır üstelik. Bazen bir araya gelen anlatılarda bunu görür gözleriz de. İşte o ânda sorularınız, sorgularınız başlar…

“Göksel tek” e bağlanarak, “yersel tek” i çoğaltmak… Üstüne üstlük “vahdaniyet” düşüncesi bunu gerektiriyor, diyerek kutsayıcı edadaki prototipleri çoğaltmak…

“Yüce” tutmak başka bir şeydir; kıymetli ve değerli olma yanını belirtmek başka... Ve bunun nedenselliğinin hakikatini görmek de bambaşka şeydir.

Oysa, “ululamak” yani körü körüne birtakım ritüellerle yapılan şakşakçılık zamane ideolojisinin, “büyük birader”in ülkenizin kuşatılıp yağmalanmasına biçtiği bir projenin söylenişi eylemidir olsa olsa…

“Kurtuluştan”tan “kuruluş”a giden süreci göremeyen, yaşadığı her bir şeyi “hazırlop” bulan bir güruhun anlamayacağı şey ulusal dirlik / bütünlük denebilenin öyle hamasetle olamayacağıdır.

Sevgi ve nefret arasına sıkıştırılmak istenen toplumun şakşakçıları her dönem olagelmiştir. Bu yeni bir argüman değildir. Kışkırtıcılık içerdiği mâlum!

Karşımızda iki gerçeklik durmaktadır: “toplumsal uzlaşma bilinci”, “içsel yaşantı / duygusal eğitim bilinci.” Bunları da “tutku” ve “haz”la karıştırmadığımız sürece; “yüce” veya “ulu”, kutsanan veya kutsal görünenin “hakikat”inin ne/ler olabileceğinin ayrımına varabiliriz ancak.

Demem o ki; gizli ve örtük olanı değil, açık saydamı seçmeli çağdaş insanlık bilinci / bakışı. Yurt olma bilinci, yurttaşlık bilincini var eder. Hakikat olandır bu. Eğer “illüzyon” diyorsanız; yalanlara inanmaya, ötekileşmeye de hazır olmalısınız.



İSTİLÂ BAŞKA NASIL OLUR?

Çoğaltarak azaltmak… Cehalet “kolay hedef”tir. Küçük bir avunç gösterisi, hatta adımıyla hemen fethedebileceğiniz bir arenadır. Üstelik hiçbir kimliğe bakılmaksızın enjekte edebildiğiniz “hormon”un neyi / neleri silip yok kıldığınızı biliyorsunuz çünkü…

Bir toplumu içten içe kemiren bir güve gibi çökertme hamleleri günümüzde öylesine çok ki… Dilde düşüncede, eğitimde siyasette, üretimde ekonomide, ailede kültürde… Yaratılan taleplerle veya ötelenen arz’larla tükeniş iklimini yaratabilecek körleşme halini sağlamak… Bir tür çağın hastalığı denen “salgın” gibi toplumların bilincini dumura uğratılabilecek siyasal erk iklimini yaratmak…

“12 Eylül 1980” askeri darbesi nasıl bir “hakikat”e kapı aralamıştı, şimdi bunun sonuçlarıdır yaşanan.

Isabel Allende’nin Denizin Uzun Taçyaprağı romanını okurken düşündüm bunları sevgili okur. Bir de “paralel okuma” yaptığım Kitap, Hitap, Hakikat ( Adonis) ile Anneler: Sevgi ve Zulüm Üzerine Bir Deneme’yi (Jacqueline Rose) göz göze olmuş düş ve gerçekliğin “hakikat” penceresindeki yansımalarını yudum yudum sindirerek / yazarak yol alırken hissettiklerimi paylaşmak istedim.

Adonis bir şair, bir düşünür. Günübirlik söylemlerin savunucularının, kirli siyasetlerin avcıların onu anlaması pek de mümkün değil! Tam da şimdi, şu ânda okunması gereken bir kitapla karşılıyor bizi Adonis: Kitap, Hitap, Hakikat… Kitabın açılış sayfasındaki şu düşünceleri sizinle paylaşmak isterim:

“Nietzsche’nin, yine Akdeniz sahillerinden ödünç aldığı ‘Tanrı’nın ölümü’ ifadesi gerçekten uzak görünmelidir. Gerçek şudur ki geçmişte ölen ve şu anda ölmekte olan yalnızca insandır.

Tanrı, şu anda Akdeniz sahillerinde hiç olmadığı kadar dilde, fikirde ve eylemde ‘hayat’ bulmaktır. Ve insan, bugün dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar Akdeniz sahillerinde ölmeye devam etmektir.

Tarihi tecrübeye dayanan gerçekler gösteriyor ki tek tanrılara iman, insanlığın ahlâkını- beklentilerin aksine çok tanrılar inananlarınkinden daha yüksek bir seviyeye yükseltememiştir.”

Ötede ise Jacqueline Rose şunları söylüyordu: “Toplumda hiçbir fırsatı kaçırmayan, meşrulaşmış tuhaf bir saldırganlık türü işlemektedir.”

Tüm bu altüst oluşları, tapınma hoyratlığını, yağmayı, savaşı ve yok edişi, şiddeti ve kötülüğü anlayabilmek için edebiyata yüzümüzü dönmek, yazıdan bize taşınan bilincin ışığına bakmak gerekiyor.

Isabel Allende ise Şili’yi anlatıyordu bize. Salvador Allende’li Şili’yi …İzleyen, gözleyen, yaşananlara tanıklık eden bir anlatıcının bakışıyla yurdunun nasıl yağmalandığını gözler önüne seriyordu. Tarihin akışı insanın ve ülkenin yazgısını nasıl belirliyordu bunu gösteriyordu...

Bir sürükleniş öyküsüydü anlatılan, bir ülkenin nasıl kan kaybettiğinin, kendine dönüşünün öyküsü… Oraya bakınca, o trajedinin öyküsünü okuyunca ister istemez kendi ülkenizin sürüklenişini de düşünüyordunuz sevgili okurum…