Bin yıllık bilmece… Ülker İnce’nin yazısı…
Endülüslü İslam Filozofu İbn Tufeyl’in (1105-1185), Mehmet Hakkı Suçin’in Arapçadan çevirdiği Hayy bin Yakzan (Çeviren: Mehmet Hakkı Suçin / Kapı Yayınları) adlı kitabı neredeyse bin yıl önce yazılmış bir kitaptır. Kitapta Ekvator altı olarak anılan bölgede, Doğu Hint adalarından birinde, ıssız bir adada bir antilopun annelik edip büyüttüğü bir oğlanın, tam anlamıyla bilimsel yöntemle -sistemli bir şekilde yapılan gözlem, deney ve akıl yürütme yoluyla- kendi kendine akli bilgilere ulaşmış Hayy bin Yaksan’ın alegorik öyküsü anlatılmaktadır. Bu kitabın kesinlikle felsefi bir kitap olduğunu söyler çevirmen Mehmet Hakkı Suçin, “çünkü felsefi bir gerekçeyle yazılmıştır,” der. İbn Tufeyl, Hayy bin Yaksan metnini “zayıf karakterli, bilgisi yetersiz kişilerin ilgi gösterdiği sözde felsefi fikirlere karşı, insanları sorgulama zeminine çekerek yanlışa sapmalarını önlemek” için yazmıştır.
Ülker İnceÇEVİRİYİ SAHİPSİZ BIRAKMAYAN BİR ÇEVİRMEN; MEHMET HAKKI SUÇİN!
Endülüslü İslam Filozofu İbn Tufeyl’in (1105-1185) Hayy bin Yakzan* adlı kitabını Mehmet Hakkı Suçin’in Arapçadan çevirdiğini fark etmeseydim okur muydum acaba, bilmiyorum.
Suçin’in daha önce (İşte Budur Benim Adım başlıklı) Adonis çevirisini okumuş ve onu güvenilir bir çevirmen olarak bellemiştim çünkü hiç de basit olmadığı anlaşılan Adonis’in şiirlerinin karmaşıklığını korurken şiirliğini de yok etmemiş, ayrıca okuru bu karmaşık şiirleri okumaya hazırlamak için çeviriye Adonis’in kendisinin yazdığı “Okumanın Poetikası” adlı yazıyı da çevirip eklemişti.
Bu çeviride de kitapla, yazarla, kendisinin kitabı çevirirken izlediği yöntemle ilgili okura bilgi veriyor, kitabı değerli kılan özelliklerine değiniyor, okurda merak uyandırmayı beceriyor, ayrıca kaynak olarak kullanılabilecek birden fazla metin bulunduğu için hangisini kaynak olarak kullandığını belirtmeyi ihmal etmiyordu. Kısacası çeviriyi sahipsiz bırakmayan, yaptığı işin sorumluluğunu açık açık üstlenen bir çevirmendi.
Çevirinin bir ayağını metnin yazarına karşı sorumluluk oluştururken bir ayağını da olası okuruna karşı sorumluluğun oluşturduğunun farkındaydı çünkü farklı bir dilin ve kültürün okuru için okunur ve anlaşılır, aynı zamanda derinlikli bir çeviri üretme kaygısını örneklerle dile getiriyordu.
Uzun yıllardır, okunmaz ve anlaşılmaz çevirilere rastladıkça çevirinin bu ayağının tamamıyla göz ardı edildiğini düşünmeye başlamıştım, ancak sonuçta erek kültür okuruna karşı sorumluluğunu yerine getirmeyen bir çevirmen nasıl olur da yazara karşı sorumluluğunu yerine getirebilirdi?
GERÇEK DOĞADA KENDİ KENDİNE AKLİ BİLGİYE ULAŞMIŞ YAKZAN!
Bazı çevirmenler çevirmek üzere seçtikleri metinlerle de okurun güvenini kazanırlar. Bir metni çeviriyorlarsa boşuna çevirmiyorlardır, bir nedenleri vardır, diye düşünürüz. Hayy bin Yakzan’ı okuyunca ben de Suçin’in bu kitabı hangi nedenle çevirdiğini anladığım duygusuna kapıldım. Anlatayım:
Ekvator altı olarak anılan bölgede, Doğu Hint adalarından birinde, ıssız bir adada bir antilopun annelik edip büyüttüğü bir oğlanın alegorik hikayesi anlatılır kitapta. Hiç insan görmeden, hiç kimseden hiçbir şey öğrenmeden gerçek doğada, yalnızca hayvanlar ve bitkiler arasında tek başına yaşayan Yaksan, çevirmenin deyimiyle, “kendi kendine akli bilgiye” ulaşmış biridir. Kitabı okuyunca bu saptamanın hiç yanlış olmadığını siz de görürsünüz.
İBN TUFEYL’İN FELSEFESİ
İbn Tufeyl, bu yazdığı alegorik romana bir kılıf da bulmuş, güya kendisinden İbn Sina’nın bir kitabı üzerine şerh yazmasını isteyen bir arkadaşına, İbn Sina ve Gazali’de okuduğu şeyler üzerine şerh yazmak, onların metinlerini açıklamak yerine kendi felsefesini açıklayan bir kitap yazdığını söylemektedir. O bakımdan bu alegorik romanı İbn Tufeyl’in kendi felsefesinin açıklaması olarak okuyabileceğimizi anlarız.
Romanda Yakzan’ın adadaki hayvanları, bitkileri ve kendisini, farklı türler olarak nasıl sınıflandırdığına tanık oluruz ilkin. Yaptığı gözlem, başvurduğu akıl yürütmeler ve vardığı sonuçlar arasında hiç akla aykırılık, mantıksızlık ya da boşluk yoktur.
Sağlam ve sistemli gözlemlerden sonra Yaksan, sistemli bir şekilde akıl yürüterek bazı bilgilere ulaşıyordur, ama siz kuşkulanabilir, bu acaba doğru olabilir mi, gerçekten de insan gözlem yaparak, akıl yürüterek doğru bilgilere ulaşabilir mi diye merak edebilirsiniz.
YAKZAN’LA YERÇEKİMİNDEN GÖKYÜZÜNE!
Ancak Yakzan çıplak gözlemlerine dayanarak cisimlerin iki özelliğinin bulunduğundan dem vurup bazı şeylerin “ya duman, alev ve suyun altındaki hava gibi yukarı doğru çık[tığını] ya da su, toprak parçası, bitki ve hayvan parçaları gibi tersi yönde yani aşağıya doğru in[diğini],” ve bunun hafiflik ve ağırlıkla ilgili bir şey olduğunu söylediği zaman onun açıkça yerçekiminden söz ettiğini anlarsınız.
Newton’ın ortaya çıkıp yer çekimini keşfetmesine daha yıllar vardır ama zaten on yedinci yüzyıl ortalarında yer çekimini keşfeden Newton da (1643-1727) Yakzan’dan farklı bir şey yapmamıştır, (doğruysa eğer) başına düşen bir elmadan esinlenerek yer çekimini bulmuştur. Pek çok büyük keşfin basit gözlemlere, basit sorulara dayandığını biliriz. Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir.…
Yaksan daha sonra gökkubbeyi, yıldızları, güneşi ayı inceler, “gökkubbenin küre şeklinde olduğunu” fark eder, hatta sonunda gök kubbenin kesinlikle “küre şeklinde” olduğu kanaatine varır. Pekiyi, yıllar sonra, gözleme dayanan astronominin babası olan ve dünya yuvarlaktır diyen Galileo (1564-1642) farklı bir şey mi yaptı, o da önce teleskopla gözlem yapıp daha sonra akıl yürütmedi mi?
EVRENİN FAİLİ; ‘ZORUNLU VARLIK’
Bu gözlemlerin sonunda Yakzan “bir evren varsa mutlaka onu var eden biri, bir fail olmalı”dır düşüncesine ulaşır. Bir fail olmadan hiçbir şeyin var olamayacağını düşündüğü için de o faile Zorunlu Varlık adını verir. Daha sonra o Zorunlu Varlık’ın ne olup ne olamayacağı konusunda düşünceler üretir.
Ancak öykü burada bitmez, dahası vardır. 10 bölümden oluşan kitabın 9. bölümünün başlığı “Salaman ve Asal”dır. Yani kitap bitmek üzereyken Salaman ile Asal’ın öyküsüne atlar.
‘SALAMAN VE ASAL’
Salaman ile Asal, yine Doğu Hint adalarının birinde yaşamakta olan iki yakın arkadaştır ama kalabalık nüfuslu bir adada yaşamaktadırlar ve bu adada yaşayanlar, “kadim peygamberlerden birinin … öğretilerine dayanan sahih bir dinin mensupları”dırlar.
Asal, “dinin şeriatındaki bazı sözler[in] dünyadan el etek çekmeyi ve yalnız başına tefekkür etmeyi” teşvik ettiğini düşünerek ıssız bir adaya gitmeye karar verir ve Yaksan’ın adasına gider. Orada Yakzan ile tanışır. Asal, Yakzan’a kendi dinini anlatır, Yakzan da Asal’ın anlattıklarıyla kendi gözlemlerinin çelişmediğini, fazlasıyla uyuştuğunu görür.
Ancak Yakzan o dinde “zekattan”, “hırsızlığa karşı el kesme cezası”ndan söz edilmesine şaşar. İnsanlar dini gerçekten anlasalar zaten bu batıl şeylerden uzak durmazlar mı, cezaya ne gerek var der. “Oysa insanların aptallıkları ve yetersizlikleri, muhakeme eksiklikleri, zayıf karakterleri ve nasıl “koyun sürüleri gibi doğru yoldan hiç haberli olmadıkları” konusunda fikri yoktur.
Bunun üzerine Yakzan, Asal’ın adasına gidip insanları uyarmaya karar verir. Giderler. Hayy bin Yakzan gece gündüz insanların gönlünü kazanmaya çalışarak onlara hakikati anlatmaya başlar ama o anlattıkça insanlar ondan nefret eder.
Çünkü “Birkaçı dışında insanların hepsi dinin dünyevi yönüyle ilgileniyordu. …Maddi dünya için dinden faydalanıyordu… Bunlar mal mülk biriktirmek zevk ve şehvetlerini tatmin etmek, öfkelerini dışa vurmak, makam elde etmek, dindarlığını teşhir etmek” peşindeydiler.
Yakzan da bu insanlara sözünü dinletmesinin olanaksız olduğunu anlayınca çaresiz kendi ıssız adasına döner.
AKIL İLE NAKLİN YANİ FELSEFEYLE VAHYİN BULUŞMASI!
Neredeyse bin yıl önce yazılmış bir kitaptır ve kitapta tam anlamıyla bilimsel yöntemle -sistemli bir şekilde yapılan gözlem, deney ve akıl yürütme yoluyla- kendi kendine akli bilgilere ulaşmış Hayy bin Yakzan’ın öyküsü anlatılmaktadır ve bu öykü aynı zamanda İbn Tufeyl’in felsefesinin de özünü yansıtır.
İbn Tufeyl zamanında çok etkili olmuş bir filozoftur, romanı Robinson Crusoe’ye örneklik ettiği gibi Aydınlanma filozoflarının, görgül bilim yanlılarının da çok işine yaramıştır.
Şimdi gelelim, okurların “Metni hak ettiği biçimde alımlayabilmesi” için çevirmenin okurlara vermeyi ihmal etmediği bilgiye. Bu kitabın kesinlikle felsefi bir kitap olduğunu söyler çevirmen, “çünkü felsefi bir gerekçeyle yazılmıştır,” der.
İbn Tufeyl, Hayy bin Yakzan metnini “zayıf karakterli, bilgisi yetersiz kişilerin ilgi gösterdiği sözde felsefi fikirlere karşı, insanları sorgulama zeminine çekerek yanlışa sapmalarını önlemek” için yazmıştır. Ayrıca bir yerde de çevirmen Yakzan ile Asal’ın buluşması için “Akıl ile naklin yani felsefeyle vahyin buluşması”dır demiştir.
Akıl ile naklin buluşmasıysa, kimin neyi simgelediği de bellidir. Yakzan’ın, aklı, gözlemi, sorgulamayı, akıl yürütmeyi, bilimsel bilgiyi simgelediğine kuşku yoktur, Asal’ın vahyi simgelediği de çok açıktır.
AKIL MI? CAHİLLERİN FERASETİ Mİ?
Şimdi ben de kitabı okuyacak olanlara bir soru soracağım: Bir yana Yakzan’ı koyun; öteki yana da Asal’ın adasında yaşayan, kendilerine vahyedilmiş bir dinleri bulunan ama akıllarını kullanmaktan uzak oldukları için dinlerini anlamaktan da çok uzak olan, bu yüzden mal-mülk biriktiren, zevk ve şehvetlerini tatmin eden, öfkelerini dışa vuran, makam elde etmeye çalışan, dindarlıklarını teşhir eden insanları öteki yana koyun.
Aklını kullanana mı güvenirsiniz yoksa kullanmayanlara mı? Yoksa cahillere, cahillerin ferasetine (bilgeliğine) güvendiğini söyleyen akıllılara mı?
İnsan, İbn Tufeyl’in bin yıl önce ve Endülüs’te yaşamış olmasına seviniyor. Bin yıl sonra, cehalete övgülerin düzüldüğü, aklını kullananların yok edilmesi gereken bir tehdit olarak görüldüğü bir akılsızlık çağında yaşamaktan mutlu insanların arasında yaşasaydı işi çok zordu.
* Hayy bin Yakzan / Çeviren: Mehmet Hakkı Suçin / Kapı Yayınları / İstanbul-Eylül 2021.