Başka bir dostluk öyküsü! Y. Bekir Yurdakul’un yazısı...

Her gün yeni bir gün ve bir ömürdür aslında. Ve kendimizi keşfetmek, yeniden keşfetmek için asla geç değildir. Yaşlı bir adam ve sıska bir köpeğin sıcacık öyküsü olarak kapımızı çalan “Kemik”; doğa-insan ilişkilerine aynalar tutarken aslında unuttuklarımızı bir derenin sakin akışınca huzurlu bir yaklaşımla anımsatıyor.

Y. Bekir Yurdakul / Cumhuriyet Kitap Eki

 

“Bu hikâye otuz bin yıl önce başladı.” Kitabın ilk tümcesini okuyunca uzun bir süre geçmedim sonraki satıra. Nereye doğru bir çağrıydı bu? Geniş bir sessizlik, dinginlik, doğanın kendi seslerinin ötesinde, kendi türüne bile büyük zararlar veren insana ilişkin, insan kaynaklı herhangi bir gürültü, o dinginliği bozacak bir dalaş söz konusu değil.

Sakin bir derenin akışında, bir salkımsöğüdün alçakgönüllü bir salınımla sulara bakışında buldum kendimi. Cıvıltılar, uğultular, hışırtılar arasındayım.

Olay örgüsü bağlamında birbirinden farklı, birbirini bütünleyen istasyonlara çıksa da yolumuz, yolculuk boyunca beni hiç terk etmeyecek dinginlik, duruluk, sakinlik konusunda yanılmamışım.

ALKIŞLAR, ALKIŞLAR...

Çeviri bir yapıtsa okuduğunuz, elbette yazarın kurduğu dünya önemlidir ne ki bir o kadar da çevirideki imzanın anlatıya kattığı değer karşılar sizi. Yazarın derdine, bizim için çoğalttığı sorulara varmadan, öncelikle yapıtı dilimizde dupduru bir anlatımla var eden Esma Fethiye Güçlü’yü alkışlamak isterim. Bir alkışım da yapıtı anlatımın duruluğuna denk bir incelikle resimleyen sanatçı Alessandro Sanna’ya. Öylesine yumuşak dokunuşlarla yol almış ki fırçası; köşeli, keskin, hapseden, metnin önüne zıplayan anlayıştan eser yok. Aksine bütün ayrıntıları, o sakinliğin gereği neyse hepsini kendi imgeleminizde var etmeniz için elinden geleni yapmış.

Dönelim ilk tümceye...

Ve yazarın esiniyle söyleyelim: ne anlatırsak anlatalım, hikâyemiz biz onu anlatmadan çok önce başlamıştır. Ve her anlatı, kendisinden önceki binlerce hikâyeyle ondan sonra anlatılacaklar arasında bir yerde durur. Dahası yazarın kendisi için de böyledir bu. Bugün yazdığı hikâye, daha onun çocukluk yıllarında birikmeye durmuştur.

KENDİMİZE BAKABİLMEK...

Bir dostluk ve kendini keşfetme/ tanıma ve yeniden tanıma öyküsü olarak akan ana anlatının arasında yine o derenin sakinliğince arada görünen ikinci öykü arasında coşkulu, yer yer hüzünle kesilen anlar yaşıyorsunuz.

Yığım yığış yapıların bomboz ve sıkışık dünyasının bittiği bir yerde, sırtını o boğucu betona, yüzünü sakin ne ki gizlerle dolu ormana dönen yaşlı adam, torunu Lucilla ve adını hali vakti kalmamışlığından alan “sahipsiz” köpek Kemik’in öyküsüdür Bu. Ve her iyi metin gibi adım başı bambaşka, yepyeni dünyalar açıyor önümüzde.

Dünya denen şu gezegende nasıl başladı öykümüz, ne oldu da bir parçası olduğumuza bunca yabancılaştık? Nedendir bunca köşeli hallerimiz? Ne kadar kolay kabullenip gözümüzü, gönül rızamız varmışçasına kendimize bile nasıl bu denli kolay kapatıveriyoruz?

Anlaşılan o ki doğaya asla yadırgı gelmeyen kendinden bir doğallıkla davranan çocukları izlesek bulacağız yolu.

Şair Ercan y. Yılmaz’ın, son yapıtı “Altı Üstü İstanbul”u konuşurken sıkça altını çizdiği saptamayla koyalım noktayı: “İnsan, kaybedeceğini bile bile sürdürürse doğayla kavgasını, her şeyinin olduğu yerden hiçbir şeyinin olmadığı bir zamana varacak.”

Kemik / Michele Serra / Resimleyen: Alessandro Sanna / Türkçeleştiren: Esma Fethiye Güçlü / Timaş Yay. / 133s. / 10+ / 2022.