Ahmed Arif’li günler… Adnan Binyazar’ın yazısı...
Yaşadıkları şiirini, şiiri yaşadıklarını aşan Ahmed Arif (21 Nisan 1927-2 Haziran 1991), olay anlatımında halk ozanları kadar hoş söylemliydi. Anlatısı, Anadolu bilgelerini anımsatıyordu. Törelerine öylesine bağlıydı ki, konuşulacak yerde konuşur, susacak yerde ağzını bıçak açmazdı. Bu yazımda bir iki olayla onu anmak Ahmed Arif'e kardeşlik borcumdur...
Adnan Binyazar / Cumhuriyet Kitap EkiBİR AKŞAM YEMEĞİ
Yıl 1979 olmalı. CHP iktidarda. Başbakan Bülent Ecevit kabinesinin Bayındırlık Bakanı Şerafettin Elçiy’di. Ahmed Arif gibi aşiret terbiyesi almış; töre bilir bir kişidir. Ankara’da yerini herkesin kolayca arayıp bulamayacağı bir lokantada, aralarında Ahmed Arif'in, Talip Apaydın'ın, İlhami Soysal'ın, Dursun Akçam'ın da olduğu yazarları akşam yemeğinde bir araya getirmişti.
Ahmed Arif, sevdiğini taparcasına sever, sevmediğini, izine tozuna yaklaştırmazdı. Derin sezgiliydi, çok kişinin ayırdına bile varamayacağı davranışlardan dolayı onu defterinden silerdi. Makam sahiplerini ziyaret etmekten kaçınırdı.
Sanırım devlet adamı olarak, hayatı boyunca Şerafettin Elçi’den başka kimseyi makamında görmeye gitmemiştir. Belki sofrasına oturduğu tek kişi de odur. Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı'nın Kültür Bakanlığı döneminde Yayınlar Dairesi Başkanı ben de davetliler arasındaydım.
DOST SOFRASI
Sofrada, konuşurken ağzından söz yerine inci dökülen İlhami Soysal, Gazi Eğitim Enstitüsünde aynı sırada oturduğumuz, yüzünden eksik olmayan gülüşünde Ardahan'ın kızıl çamlarının yeli esen kırk yıllık dostum Dursun Akçam onun sağında, yazdıklarında Anadolu bozkırlarının türküsü ışılayan ilk Köy Enstitülü Talip Apaydın, "Hasretinden Prangalar Eskittim" adlı şiir kitabını "Peygamber bakışlı gözlerinden öperim," diye imzalayan Ahmed Arif'in Diyarbakır doğumlu hemşerisi ben de varım.
Ahmed Arif'in bin kilitli ağzının bin anahtarı vardı; “ejderha olsan” hangi kilidin hangi anahtara uyacağını bilemezdin. O yapıdaki Şerafettin Elçi sanki onun ikiziydi...
Soylu duruşundan, kırk düğmeyle iliklenen yeleğinin kumaşından anlaşılıyor Ahmed Arif’in hem konuk, hem konuk çağıran olduğu. Şerafettin Elçi’yle dostluğu var ama o masada Elçi devlet adamı. Aşiret terbiyesi ona saygıda kusur etmemeyi gerektirir. Konuşmaktan çok susuyor.
Gelinini, oğlunu, torunu Filinta'yı görmeye gittiğimde anasının üstünde yüzyıllar öncesinin sırmalarla ışılayan giysisi vardı. Ahmed Arif, önemli ziyaretlerde giydiği kırk düğmeli yeleğiyle karşılamıştı beni.
DAVETSİZ MİSAFİRLER
Elçi'nin masasında sohbet başlamıştı. O sırada salonun kapısında iki dirhem bir çekirdek giyinen üç adam belirdi. İçeri girip Elçi’nin tam karşısına oturdular. Ankara’da silahların patladığı günler yaşanıyor, her gün bir gazeteci, yazar, bilim adamı öldürülüyordu. Hepimiz neyin nesidir diye yüzümüzü kuşkuyla onlara çevirdik.
Gözüm Ahmed Arif’teydi. Haksız suçlamalarla hapislerde yatmış, insanda ürpertiler yaratan işkenceler görmüştü. “Onur anıtı” gibi duruşunda hiçbir değişiklik olmamıştı. Onu iyi tanıyordum; ısıracak itle, bitini dökecek iti birbirinden ayıracak olaylar yaşamıştı. Kimin erdemli, kimin erdem yoksunu olduğunu soluk alışından bilirdi.
Elçi'nin Bayındırlık Bakanı olduğu dönemde kasabalarına yıllardır sürüncemede bırakılan bir köprü yapılmıştı. Şeytanın bile kolayca bulamayacağını sandığımız lokantayı sorup soruşturarak bulmuşlar, sözde bakan Elçi’ye teşekkür etmeye gelmişlerdi.
Arkasında iki kişiyi de sürükleyip getiren adam yaltaklanarak, çiğnendikçe çürüyen sakıza dönen sözlerle konuşmaya başladı: “Sayın Bakanım, Allah sizi başımızdan eksik etmesin, bizi köprümüze siz kavuşturdunuz, size medyunu şükranız.”
Yalakaların en çok kullandıkları cümleyi de eksik etmeyerek, "Siz gelmiş geçmiş Bayındırlık Bakanlarının en büyüğüsünüz!”
Elçi hoşgörülü yumuşak sesiyle, “Yok kardeşim, ben değil, köprüyü devletimiz yaptı, tesadüfen benim zamanıma denk geldi,” diyerek adamın konuşmasını kesmeye çalıştıysa da adam çatlak plaklar gibi yineleyip durarak konuşmasını sürdürdü.
Bir adam, kişilik çöküntüsüne uğramaya görsün, el etek öpmekle kalmıyor, ağzını yerlerde gezdirerek neredeyse dudaklarını uzatıp Elçi'nin ayaklarını öpmeye kalkıyordu.
Böyleleri için edebiyat yapmaktan, hele şiir adı altında düzmece sözcükleri bir araya getirmekten ucuz şey yoktur.
Eski Roma'da havuza girip, suya sürekli kıçını sokup çıkaran bir yardakçıya dönemin erdemli kişilerinden birinin, "Hey, sen! Suya kıçını sokup durma, kirletemezsin, kafanı sok kafanı, belki temizlenirsin!.." diye seslendiğini anlatırdı saygın edebiyatçı Cevdet Kudret...
Yüz arsızıdır böyleleri, Elçi artık susması gerektiğini belirtmek için yanındaki konuğa döndü. Patavatsızların övgüsü, yergisinden tehlikelidir. Bakandan yüz bulamayan adam kırk yıllık ahbabıymış gibi, başını Ahmed Arif'e çevirdi.
“Hey, Ahmet Bey! Ahmet Bey! sizi suçluyorum; Hasretinden Prangalar Eskittim diye bir kitap yazdınız, orada kaldınız!” dedi. Ahmed Arif’in birinden tiksinmesi için, ona "Bey" demesi yeterdi. O akşam, üstelik masada devleti temsil eden bir bakan vardı, onu duymamış gibi davranıp ağzını açmadı, o tarafa bakmadı. Elini ağzından geçirerek yanıt vermeyeceğini anlatmaya çalıştı.
Adam aynı sözü bir daha yineleyince, herkesin susup kaldığı havayı değiştirmek için, hepimizin büyüğü, ağabeyimiz Talip Apaydın gülümsedi, yüzünü Ahmed Arif'e dönerek sordu: “Ahmed, ne diyor bu?”
Ağabey sorusudur, yanıtlamamak ayıp olurdu. Şiirimizin onur kayası Ahmed Arif bir atasözüyle yanıtladı Talip Apaydın'ı: “Çirkefe taş atılmaz!” Adamlar duymazdan geldiler, içkilerini içtikten sonra kalkıp gittiler.
Ahmed Arif’in bu davranışı kibrinden değildir. Ahlak töresinde böyle durumlara düşmemek vardır. Ona göre bir devlet adamının masası kutsaldır, oraya saygı duyulmalıdır. Ayrıca, o masa, öyle bir soru sorulmasının da yeri değildi!
"BENİM KİM OLDUĞUMU BİLİSEN?
Ahmed Arif’in duyarlık uzantıları hep uçları görür; “İçmek,/ Gözlerinde içmek ay ışığını,” diyen odur; “Haberin var mı taş duvar?/ Demir kapı, kör pencere,” diye nesnelere haklı başkaldırandır da o; şiirin hem kuzu güdücüsüdür, hem ejderhayla savaşa giren devidir!
Şu anıyı anlatırken, onun şiirsel söylemini gölgelerim diye çekinsem de ilk duyanlardan biri olduğum için, unutulup gitmesini istemedim. Günü gelmişti, anlatmak bana düşerdi.
Beş altı yaşlarında vardı yoktu. Güneydoğunun kızgın güneşinde gür yapraklı bir ağacın altında kendi gölgesiyle oynuyordu. Dışarıdan görenin oyun sandığı, belki de hülyalara dalmak, yıllar sonra yazacağı şiirlerinin çocuk yaşındaki dizelerini aklından geçirmekti...
Uzaktan, tozu dumana katarak bir atlının yaklaşmakta olduğunu görür. Başını kaldırır bakar ki öbür köyün ağası, babasının da can düşmanı! Kindardır, punduna getirse, iğne deliğinden kurşun sıkıp babasının canını alacak ağa kılığında Azrail’dir!
Yerel ağızla ağa sorar: “Benim kim olduğumu bilisen?”
Çocuk Ahmed yanıtlar: “He, biliyem...”
“Kimem?”
“Babamın düşmanı Şeho Ağa'san...
“Kurşun sıkıp seni delik deşik edeceğimi de bili misen?”
“He, oni de biliyem...”
“Ula kıbrak, bilisen de benden neden korkmisan?”
“İşte, korkmiyam, ha!..”
“Aha, dabanca belimdedir, görisen; sıkaram, öbür dünyayi boylarsan, ha!”
“Sıkamazsan!.."
"Gör mi misen, dabancanın tetiğindedir parmağım!"
"Göriyem, göriyem; hama bir ağaya çocuk öldürmek yakışmaz, kurşun sıkmayacağını da biliyem!"
Dediği olur, ağa tabancasını beline sokar, tozu dumana katarak oradan uzaklaşır...
Bu karşılaşmadan sonra iki ağa arasındaki düşmanlık sürüp gitmiş midir; anlatının büyüsüne kapılıp kendime bile sormayı akıl edemedim; ama çocuk Ahmed’in bu yürekliliğinden sonra iki ağanın bir araya gelip karşılıklı kahve höpürdettiklerini, birbiriyle şakalaştığını görür gibi olurum...
MAHPUSHANE YILLARI
Şiiri nasıl kendine özgü ise anlatması da öyleydi. Bu tür olayları, “Namussuza, haldan bilmez,/ Kahpe yalana” soluğuna soluk katarak anlatırdı. Ben, içime kapanır, sesinde, yüreği kurşunlarla parçalanan en eski dengbejlerin yanık türküsünü duyar gibi olurdum.
Mahpushane yıllarını şiirlerine dökmüştü, sanki o ağır koşullarda bir yandan akşamın erken indiği mahpushaneye: "Ejderha olsan kâr etmez./ Ne kavgada ustalığın,/ Ne de çatal yürek civan oluşun./ Kâr etmez, inceden içine dolan,/ Alıp götüren hasrete.”
Sözünü şöyle sürdürürdü: “Birden ağlamaklı olur bahçe./ Karşıda, duvar dibinde,/ Üç dal gece sefâsı,/ Üç kök hercai menekşe...”
Hapishanede uygulanan bir işkence sahnesini anlattığında içime şiirlerinin ağıtsı havası dolardı. Şu olayı da bu bağlamda dile getirmişti:
Tutuklanıp içeriye tıkılmışlardır. İşkenceciler, arkadaşlarını hücrelerinden alıp kurbanlık koyun gibi işkence odasına götürürler. Aralarında genç çocuklar da vardır. Oradan acıklı çığırtılar gelir. Gençlerin ağızlarını burunlarını kana bularlar, sopalarla derilerini yüzerler; yine de ağızlarından tek sözcük söküp alamazlar.
Onların ardından yetişkin birine gelmiştir sıra. Gardiyan, koğuşa getirip önlerine kanlı bir et parçası gibi attıkları gençleri görünce, daha yolda bülbül gibi ötmeye başlar.
İşkenceci bu kez, “Ulan, el kadar çocuklar ağızlarını açıp tek kelime söylemedi, sana daha elimizi dokunmadan bülbül gibi öttün!” deyip onu daha ağır işkenceden geçirir.
Ahmed Arif, düşmanının bile koruyucusuydu. Bu olayı birine mal ederek imalı anlatmasına karşın, onun adını hiçbir zaman vermemiştir.
Anlattıklarını dinlerken, işkenceden geçirilen gençlerin paramparça olmuş ağızlarındaki “domdom kurşunları” yüreğimde patlar, gözümün önüne ağızlarından burunlarından kan pınarları akanlar dizilirdi.
FİLİNTA
Oğlu Filinta’yı omzunda taşıyarak, Çankaya’dan Kızılay’a yürüdüğünü görmüştüm. Türk Dil Kurumu grevinde grevcilere tepsilerle çiğköfte taşıması hiç aklımdan çıkmıyor.
1972 yılında Ankara'da doğan Filinta şimdi Türkiye'nin sayılı heykeltıraşlarından biridir. Ahmed Arif’in anılara sığmayacak kişiliğini yansıtmam olanaksız. Oğlu Filinta'nın, babasının ölümünden sonra bana hüzünle anlattığı olayı da anımsatmasam yazı eksik kalırdı...
Filinta babasının büstünü yapmak ister. Gece gündüz ne denli uğraşsa yaptığı babasına benzemez. Yaptığını bir türlü beğenemediğini söyleyince, babası, iki elini başına götürerek, "Öyleyse boz oğlum, nasıl olsa aslı burdadır!" der.
Ne yazık ki Ahmed Arif kısa bir süre sonra sonsuzluğa göçer. "Aslı" şimdi şiir tarihine geçen Ahmed Arif'in Diyarbakır'da surların kıyısındaki büstünü, ilk tasarımını bir türlü beğenmeyen oğlu Filinta yapmıştır...