Adnan Binyazar: Bir Aydınlanma neferi! Feridun Andaç’ın söyleşisi...

Yazınsal uğraşının odağında yer alan denemeciliği Adnan Binyazar’ın yazı ömrünün nişanesidir. Onun 1960’larda başlayan yazınsal uğraşının çıkış noktasında insanın varoluşsal gerçekliği, yaratıcılığı ön plandadır. Söz’ün gücünü orada görür / anlar / anlatır. Kavrayıcı bilinç, aydınlanma düşüncesi onun bu bakışının belirleyicisi olmuştur hep. Onun anlatıcılığının aydınlanmacı yanı düşünsel derinlik içerir. Özgünlüğü düşüncede, duyarlılıkta arar. Dilin vicdanını öne çıkararak konuşur. Roman ve öyküleri, denemeleri, incelemeleriyle bir edebiyat adasıdır Adnan Binyazar. Masalını Yitiren Dev’den Atatürk Anlatıyor’a; Dede Korkut’tan Sözün Onuru’na kadarki bu birikim Binyazar’ın edebi yolculuğunun seyrine çıkarır bizleri.

Feridun Andaç / Cumhuriyet Kitap Eki

VİCDAN, DİL, ÖYKÜ VE SHAKESPEARE!

- Sözün Onuru (Can Yayınları) deneme kitabını okurken bir cümlesinin altını çiziyorum Adnan Binyazar’ın: “İnsan kendini bilgiyle, sanatla donattığı oranda insandır!”

Günümüz dünyasında olup biten her şeyin ucu biraz da insan olma halimizi anlatır. Okurken yazarken, çalışıp ederken, bir dünya çabası içinde olurken belirleyici olana yanımızdır bu: İnsan olmak…

İnsan yaratılma, bizim elimizde değil, doğunun, batının felsefecileri de bu bilinmezliği çözememiş, varsayımlar ileri sürmekle yetinmiştir. Bu bilinmezliğe karşın, yaşamsal deneyimlerime dayanarak, insanın dünyaya yaratmak için geldiğine inanırım. Bu inançla insanlığımızı eğitimle, bilimle, sanatla geliştirme bizim elimizdedir.

İnsan yaşamı aldıkça veren, verdikçe alan bir denge üzerine kurulmuştur. Bu denge de ancak düşünerek, sanatsal yaratıcılıkta bulunarak buluşların yaratıcısı olarak bozulmuyor. Sorularınıza Sözün Onuru adlı deneme kitabımdan bir alıntıyla girdiniz. Onun girişinde bu dengeyi kurduğumu sanıyorum.

Shakespeare, “Vicdanım binlerce dilden konuşur / / Ve her dil bir öykü anlatır” diyor. Birbirini bütünleyen üç ana kavram var bu sözde: Vicdan, dil, öykü. İnsan, bunları yerine getirerek o dengeyi bozulmaz kılıyor. Shakespeare’in sözünde geçen “öykü” kurgulamadır. Bunu tümcenin anlam örgüsünden de çıkarabiliriz.

Vicdan, insan yüreğinin ibresi hiç durmadan titreşen iç duygu alanıdır. O, sözcüklerle dile getiriliyor. Yaşamak, öyküsel devinişler bütünüdür. Shakespeare’in tümcesinde, vicdan denen bu iç öykü binlerce dilde aynı anlamı taşır. Vicdan, bütün dillerde evrensel bir duygu oluşumudur. İnsan da onun yaratıcısıdır.

Konuyu açmak amacıyla daha başta, yazınsal dünyamın sınırlarını çizen gelişmeleri anlatmalıyım. Aile parçalanmasından dolayı ilkokula ancak 14 yaşında başladım. 16 yaşında da Diyarbakır-Dicle Köy Enstitüsü’ne girdim. O yaz Diyarbakır’ın bir açık hava sinemasında “Romeo ve Juliet” filmi gösterimdeydi. Film 17 gece gösterildi, filmde geçen sözlerin büyüsüne kapılmış olmalıyım ki, her akşam kendimi sinemada buldum. Sonbaharda enstitüye girdiğimin ertesi gün okul kitaplığına gidip Romeo ve Juliet’i aramaya koyuldum. O günden sonra Shakespeare’le ilgili ne bulursam okuyordum. Romeo ve Juliet’i koynuma sokmuş, yağmurdan yaştan koruyordum. Geceleri uyumuyor, kitapta geçen sarsıcı sözleri ezberliyordum. Ezberlediklerimi arkadaşlarıma aktarmaya başladım.

Fotoğraf: KAAN SAĞANAK

‘HER TÜRLÜ ANLATININ DA EN KISA ANLATIMIDIR ÖYKÜ!’

- Bizi bize anlatan her hikâyenin ucunda bu vardır aslında. Edebiyatın gösterip ortaya çıkardığı da biraz bu sanki! Yani yazılan bir öykünün romanın, şiirin denemenin insana dairliği, sizin deyişinizle “akıl-beğeni-söylem”le belirgince öne çıkar.

Bunu yazan / kuran anlatıcının yazar olma hali ise onun görme / anlama biçimini, taşıyıcı olma özelliğini her bir yazısında / anlatısında karşımıza çıkarır.

Öyküleme, yeniden yaratma güdüsünün tezce anlatma gereksiniminden doğmuştur. Sözel olarak da yazı yoluyla da insanın etkilendikleri olayları içini dökmesinin kısa yolu öyküsel anlatımıdır.

Öykülerde daha çok insanı birden sarıveren olayların anlatısına yer verilir. İçinde bulunduğumuz ortamdan dünyanın öte başında olagelen olaylar öykünün konusu olabilir. Her türlü anlatının da en kısa anlatımıdır öykü. Herkesin bir sorunu, derdi vardır. Biribirilerine anlatacakları en kısa yoldur öykü. O nedenle yazarların çoğu kalemi öyküyle alır eline.

ÖYKÜSEL ANLATIMDA AKIL-BEĞENİ-SÖYLEM!

Öyküsel anlatımda akıl-beğeni-söylem birbiriyle kaynaştırılıp tamamlanınca başarıya varılır. Türk yazınında yüzlerce öykücü vardır. Bugün de öykülerinin değer yitimine uğramadığı yazar azdır. Onlardan günümüze güncelliğini yitmeyen tek yazar Sait Faik’tir. O da bunu daha çok emeğiyle ayakta kalan işçi kesiminin yaratıcı gerçekliğini güncel kılmasına borçludur.

Aslında roman, şiir, deneme, hemen her tür anlatının kurgusunun temeline öyküsel anlatım yatar. Shakespeare’in oyunları, Dostoyevski’nin romanları, Yaşar Kemal’in destansı üslûbunda öyküsel havanın yazsıması sezilir. O havayı taşıyan anlatıların günümüzde de canlılığını koruması, öykünün anlatısal gücüne bağlanabilir.

‘DENEME YAZARI, KİŞİSELLİK BİR YANA, EVRENSEL DÜŞÜNCELERİN ARDINDA KOŞARAK GERÇEKLERİ GÜN YÜZÜNE ÇIKARMAYA ÇALIŞIR!’

- Yazınsal uğraşının odağında yer alan denemeciliğiniz yazı ömrünüzün nişanesi kuşkusuz. Bu türü şöyle tanımlıyorsunuz:

“Deneme, ender bitkilerin en iyi yetiştiği bilgi tarlasıdır; denemeci de, hangi tohumun hangi tarlada boy vereceğini en iyi bilendir. Bu uyuşumu iyi kuramadı mı, ürün mevsiminde onu tarla yerine kıraç topraklar karşılar.” (Sözün Onuru, Can Yayınları)

Deneme, sözlüklerde, “Herhangi bir konuda kesin bir sonuca varma çabası gütmeksizin, yazarın kendi kişisel düşüncelerini, görüşlerini, genellikle söyleşme havası içinde işlediği bir düzyazı türü” diye tanımlanıyor. Tanımda şu sınırlamaları açıklamak gerekecek. Denemede yalnızca kişisel düşünceler, görüşler işlenmez. Tam tersine deneme yazarı, kişisellik bir yana, evrensel düşüncelerin ardında koşarak gerçekleri gün yüzüne çıkarmaya çalışır.

Deneme deyince akla ilkçağın felsefe metinleri gelir. O dönemin denemesi, kişisellikten uzak, tam tersine, konu olarak felsefeyi, toplumbilimi, bilginin erdemi doğrultusunda insanca değerleri öne çıkarır. Eskiyi göz önünde bulundurarak deneme türüne yaşanan olayları da katan Montaigne, bu çağda bile bu türün unutulmaz bilgesi olarak tanınır. Deneme bu bağlamda, toplumun düşünce gelişimini sağlayan bir bilgelik anıtıdır.

Şiirde, romanda belli düzeyi aşan yazarlarımız, deneme yazmaktan uzak kalmıştır. O nedenle bizim toplumumuz düşünce yönünden yeterince gelişmediğinden denemeye uzak kalmıştır. Bunun bir nedeni de deneme okurunun azlığıdır.

Bilgiler yaratıcı yönleriyle değil, belli kalıplara sokarak aktarılıyor. Bu tutum, insandaki yeniliklere açılma duygusunu, duyarlık gelişimini, düşünsel oluşumu köreltiyor. Bizde eğitimin her düzeyinde kalıplaşmış bilgiler verilir. Oysa deneme, kafayı kalıp bilgilerle doldurmaz, yaratıcı kılacak gelişime erdirerek düşünce yaratmanın ana damarı sayılır.

Yetişmekte olan öğrenciler test sınavlarıyla değerlendiriliyor. Test türü değerlendirmede verilen bilgilerin belleğe yerleşmiş olması yeterli sayılıyor. Oysa bellek bilgileri durağandır. Bilgi, düşünebilmenin kaynağı olacak biçime sokulursa etkinleşir. Test türü bilgiler düşünceyi robotlaştırdığından yaratıcılığın kökünü kurutur.

Eğitim uygulamalarında kuşkusuz devletin siyasal hesapları da yatıyor. Özellikle tek adamın egemen olduğu toplumlarda gelecek kuşaklar daha baştan güdüme baştan rıza gösterecek yapıda bir ruhla yetiştiriliyor. Oysa aklı güzellikte, güzelliği akılda arayan bir anlatımla donanımlıdır deneme.

Denemede sözcük düşüncenin canıdır, yapılması gereken, en etkili sözcüğü ya da deyimi bulup yerine oturtmaktır. Ancak o koşullarda deneme etkinliğini gösterir.

“NURULLAH ATAÇ’IN DEYİŞİYLE, DENEME ÜSLUBU ‘BEZEKSİZ DONAKSIZ’DIR!”

Anlatıda yalınlık temel ilkedir. Denemenin hangi türü olursa olsun, anlatıda abartılı kavramlara rastlanılmaz, o ölçüde abartıdan da uzak kalınır. Deneme anlatısının gelişmesine büyük emeği geçen Nurullah Ataç’ın deyişmiyle, deneme üslubu “bezeksiz donaksız”dır.

İnsan, kendini bilgiyle, sanatla donattığı oranda insandır! Denemenin bir işlevi de, insanları düşünsel bir ortamda buluşturmaktır. Denemenin, tek kişinin, düşündüğünü dile getirdiği bir anlatı biçimi olduğu sanılır. Oysa gerçek deneme, Seneca’nın değindiği gibi, içeriğiyle, bireyin duyarlıklarını, yaratıcı gücünü, söylem becerisini birbiriyle kaynaştıran bir yazınsal türdür.

Bilgiyi yüceltir, bilgisizliği yerer. Toplumda bilinçli, erdemli bireylerin oluşumunu sağlayan bir anlatı türü, düşünce ırmağının kaynağıdır. Akıl-beğeni-söylem o kaynaktan beslenir.

Dıştan bakıldığında deneme, şiir yazmak gibi, herkese açık bir yazınsal alandır. Ne var ki, şair gibi, seçkin denemeci de azdır. Dünya yazınına şöyle bir bakalım; Montaigne, Bacon gibi kaç denemeci sayabiliriz? Gerçekte öyküde, romanda, resimde, müzikte de öyle değil mi? /

ŞİİRLE DENEME ARASINDAKİ YAKINLIK!

Deneme yazarı, göze ayrı bir görme, beyne farklı bir algılama duyarlığı kazandırıyor. Montaigne’i, Erasmus’u Balzac’ı bir de Stefan Zweig’ın; Dostoyevski’yi André Gide’in yorumuyla okuyalım, onların dünyasını daha yoğun yaşarız. Yoğun söylem yaratımı yönünden şiirle deneme arasında bir yakınlık olduğunu da anımsatmadan geçmeyeyim. Şiirin, duyguları gök katlarında dolaşarak aradığı gibi deneme de, yeraltı katmanlarını iğne uçlu kazmalarla eşeleyerek düşünsel derinliklere iner. /

‘GERÇEKLERİ YAZDIĞIM İÇİN KENDİMİ VAROLUŞÇU YAZARLAR ARASINA KATTIM!’

- 1960’larda başlayan yazınsal uğraşınızın çıkış noktasında insanın varoluşsal gerçekliği, yaratıcılığı ön plandadır. “Söz”ün gücünü orada görür / anlar / anlatır Adnan Binyazar. Kavrayıcı bilinç, aydınlanma düşüncesi bu bakışının belirleyicisi olmuştur hep. Öngörüsü akılcılığındadır.

Deneme sizin için bir bakma / görme / anlama / anlatma aracıdır da. Anlatıcılığınızın aydınlanmacı yanı düşünsel derinlik içerir. Kolaycı söylemlerden, günübirlik savlı sözlerden uzak durur. Özgünlüğü düşüncede, duyarlılıkta arar. Dilin vicdanını öne çıkararak konuşur.

Köy enstitüsüne Varlık, Türk Dili dergileri geliyordu. Varlık’ta toplumsal konular yer alıyordu, Türk Dili, ülkenin köyünde kentinde kullanılan sözcükleri toplamak amacıyla bir etkinliğe girişmişti. Annem Elazığ’ın ilçesi Ağınlıdır. Oranın ağzıyla konuşurdu. Kullandığı sözcükler ilgimi çekiyordu. Onları derleyip Türk Dil Kurumu’na göndererek etkinliğe ben de katıldım. Böylece yazınsal dünyaya adımımı atmış oldum. /

O dergileri öğretmenliğimde de izliyordum. Bir yazımı Varlık’a gönderdim, geciktirmeden yayımlandı. Orada yazısı çıkmak, yazar olmak demekti. Sizin de değindiğiniz gibi gerçekleri yazdığım için kendimi varoluşçu yazarlar arasına kattım. Ama başta Sartre olmak üzere ulaşabildiğim bütün kitapları okumaya çalışıyordum. Maaşımın yarısı neredeyse kitaba gidiyordu.

‘SÖZÜN ONURU’, SÖZÜN VİCDANI!

Kavramlar üzerinde duruyor, düşünsel dilimi geliştiriyordum. “Anlatıcılığınızın aydınlanmacı yanı düşünsel derinlik içerir. Kolaycı söylemlerden, günübirlik savlı sözlerden uzak durur. Özgünlüğü düşüncede, duyarlılıkta arar. Dilin vicdanını öne çıkararak konuşur” ifadesini kullandınız. Sözün Onuru (Can Yayınları) adlı deneme kitabımdaki şu bölümün içeriği bu değerlendirmelerle örtüşüyorsa bundan mutluluk duyarım:

“Vicdan, insan yüreğinin ibresi, hiç durmadan titreşen iç alanıdır. Onun dile getiriliş kaynağı da sözcüklerdir. Her olay, sağlam bir mantıkla değerlendiriliyorsa bir bütünlüğe erilmiş sayılmalı. Shakespeare’in deyimiyle, vicdan denen bu iç öykü binlerce dilde aynı anlamı taşır. Vicdanın, bütün dillerin ortaklaşa algıladığı evrensel bir duygu oluşunun nedeni budur. / Shakespeare’in deyişiyle vicdan denen bu iç öykü binlerce dilde aynı işlevi yerine getirir.”

Yine değindiğiniz gibi yazdığım denemeleri, romanları, öyküleri sonradan okuduğumda “düşünsel derinliklere” indiğimin ayrımına varmadan onu gün yüzüne çıkarmıyorum. Bu, özünde üslup dediğimiz “anlatım biçemi”yle de ilgili. O beğeni düzeyi tutturulmadı mı kuru anlatımın tuzağına düşersiniz. Kendinize özgü bir anlatım biçemi kurmuşsanız, “kolaycı söylemlerden, günü birlik sözlerden” uzak durursunuz. “Sözün vicdanı” dediğimiz kavramla anlatılmak istenen budur. /

‘ATATÜRK ANLATIYOR’

- Bugünlerde 39’uncu baskısı yapılan Atatürk Anlatıyor (Can Yayınları), bir bakıma deneme / anlatı / öykü biçeminde kaleme aldığınız bir kitap. Salt “genç okur”un değil, düşünen meraklı her okurun kitabı.

Size önce şunu sormak istiyorum: Mustafa Kemal’i yazmak düşüncesindeki yaklaşımınızı yukarıda imlediğim çerçevede değerlendiriyorum ki bu da yazılanlardan apayrı bir tutumu getiriyor. Bir başka Mustafa Kemal’i okuyoruz. Ne dersiniz?

Önce sorduğunuzu ben de başta yanıtlayayım. Atatürk Anlatıyor’u yazmamın öyküsü var. Can Yayınları’nın bir toplantısında Çocuk Yayınları’nın sorumlusu Samiye Öz yanıma yaklaşarak “Sizden bir Atatürk kitabı istiyorum” dedi. Birden duraksadım. Atatürk konusunda değerli çalışmaları olan yazarların adını sıralayarak, böyle bir öneriyi onlara yapmasını söyledim.

“‘ATATÜRK ANLATIYOR’ YALNIZCA BENİM DEĞİL SAMİYE ÖZ’ÜN DE KİTABIDIR!”

Daha sözümü bitirmeden “Adnan Bey, ben sizin dilinizden Atatürk kitabı istiyorum” deyince, önerisini kabul ettim. Bir bakıma, Atatürk Anlatıyor yalnızca benim değil, Samiye Hanım’ın da kitabıdır. Öneriyi bir söz üzerine neden yerine getirme sorumluluğunu üstlendiğimi de açıklamalıyım:

Atatürk zamanında kurulan köy Enstitülerinde gözümü kültüre açmıştım. Nutuk başta olmak üzere Atatürk’le ilgili onlarca kitap okumuştum. İçimde bir Atatürk coşkusu uyanmıştı. Hemen ertesi gün en başta Nutuk, Atatürk’le ilgili kitapları karşıma dizip okumaya başladım. Özenli bir anlatım düzeyi tutturarak çocukluğundan aramızdan ayrılıp sonsuzluğa erdiği güne dek Atatürk’ü konuşturmaya çalıştım.

Bu inançla başladığım Atatürk Anlatıyor’u da Can Yayınları’na sundum. Kitap 14 yıl içinde 39’uncu baskıya vardı. Kitaba yazdığım “Sunu”da, Atatürk’ü, çocukluğundan ölümüne neden anlattım?

“‘ATATÜRK ANLATIYOR’U ÇOCUKLARIN YALIN DİLLE OKUYUP KAVRAMALARINI SAĞLAMAK AMACIYLA HAZIRLADIM!”

İşte yanıtı: Bu kitabı Atatürk’ün yaşamında dönüm noktası sayılabilecek olayları çocukların yalın bir dille okuyup kavramalarını sağlamak amacıyla hazırladım. Gençlerin “Ya bağımsızlık, ya ölüm!” diye yola çıkıp, özgür, bağımsız, çağdaş, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk’ü gerçek yönleriyle kavraması gerekir. Çünkü Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni gençlere emanet etmiştir.

Atatürk’ün dilinden aktarılan bu anlatıda, belleğin zaman tüneline girip gerçeklerı şığında bir yolculuğa çıkacağız. Bu uzun yolun duraklarında mola verip kimi konuları tanıklarından dinleyeceğiz. Olayları izlerken yer yer duygusal anılar yaşayacaksınIz. Atatürk, Türkiye’yi kurtarma yolları ararken, onun önünü kesmeye kalkan nice kişinin akıl almaz tuzaklarıyla karşılaşmıştır. Olayları izlerken onları da tanıyacaksınız.

‘KİTAPTA, ÇOCUKLUĞUNDAN ÖLÜMÜNE DEĞİN OLAYLARIN ANLATICISI ATATÜRK’TÜR!’

Atatürk Anlatıyor’un arka kapağında da o büyük insanın yurdu kurtarmak için neler yaptığına da yer verdim: Bu kitapta Mustafa Kemal Atatürk’ün öyküsü anlatılıyor. Hem de kendi dilinden. Sarışın, mavi gözlü bir çocuk... Öylesine özgürlük tutkunu ki, dayısının tarlasında kargaları kovmakla başladığı işi ömrünce sürdürüyor. Sonunda işgalci gerçek kargaları yurdumuzdan kovuncaya değin neredeyse soluk almadan savaşıyor.

Kitapta, çocukluğundan ölümüne değin olayların anlatıcısı Atatürk’tür. Kimi yerlerde onun yakınları da araya girdi. Atatürk, güzel Türkçemizi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmıştır. Onun o zamanın diliyle söylediklerini günümüz çocuklarının anlaması kolay değildir. O nedenle genç kuşakların kolayca anlaması için Atatürk’ün dilini yalınlaştırmaya çalıştım.

- Bir “kahraman”ın öyküsünü yazmak size ne/ler taşıdı?

En başta, günlerce Atatürk’le baş başa kaldım. Onun çocukluğunu anlatırken kendi çocukluğumu yaşadım. Olayları onların rahat anlamaları için sözcük seçimine önem verdim. Yazarken, çocuğun anlaması için onun düzeyinde bir dil düzeyiyle konuşmanın yararlı olacağını düşünmeye başladım. Kitap, hem de yüksek sayılarda 39 kez basıldığına göre bunu gerçekleştirdiğimi düşünüyorum.

GÖZÜMÜ CUMHURİYET’LE AÇTIM’

- Cumhuriyet’e, çağdaşlaşmaya tanıklık eden bir ömür... Yaşamınızın 90., Cumhuriyet’in 101. yılında dönüp geriye baktığınızda Cumhuriyet’in kuruluş öyküsünde kendinize nasıl bir yer açıyorsunuz?

Dünyaya gözümü Cumhuriyet’le açtım. Cumhuriyet Bayramı’nda köylüsü kentlisi caddelere dizilerek tarımcılardan sanayicilere yaptıkları işle ilgili ürünlerini sergilerlerdi.

Örneğin atların çektiği arabaların üstünde demircisi, kalaycısı işini yapardı. Arabanın üstündeki tanıdıklarımdan biri ise, Kurtuluş Savaşı’nı onlarla kazandığımızı düşünür, içten içe gururlanır, savaş kazanmış olma duygusuyla sevinç gözyaşları dökerdim. Birden arabanın üstüne atlayıp onları kucaklamak isterdim. Sanki kurtuluş savaşını onlar değil de ben kazanmışım gibi kendime pay çıkarırdım.

Cumhuriyet bayramlarında artık onlar yapılmıyor. Bayram seyran bir yana, politikacısından tuzu kurusuna Atatürk’e dil uzatanlar oluyor. Örnek olup yola gelsinler diye yazılarımın çoğunda Atatürk’ün erdemine yönelik tümceler ekliyorum.

Bu duygularla özellikle halktan biri olan din adamlarının Atatürk’ün adını anmayışlarını yürekten kınıyorum. Düşünmüyorlar ki, Atatürk olmasaydı ne dinlerini kutsayacak bir mekân bulurlardı ne de özgürce düşünecek bir ortam.

“YAZDIKLARIMDA KENDİMDEN BAŞLAMAK ÜZERE ‘İNSAN OLMA’ YOLLARINI ARAYIP DURUYORUM”

- Aydınlanmacı bir yazarsınız. Denemeler yazdınız. Eğitim kitapları, öyküler, romanlar, eleştiriler… Öyle ki, yazınsal uğraşınızın coğrafyasını belirleyen türler oldu bunlar. Eğitimi hep önemsediniz. Özellikle sanat eğitimini.

Yurt dışında, Almanya’daki bu deneyiminizi bugüne taşırsanız, görülen / görülemeyenler nelerdir bugün hayatımızda?

Sizde “aydınlanmacı bir yazar” izlenimi yaratmak, bana bağışlanmış en büyük ödüldür. Bu yargınızı okuyunca, felsefe profesörü Macit Gökberk’in sorulu-yanıtlı aydınlanma tanımı parlayıverdi düşünce dünyamda: “Aydınlanma ne demek, kim aydınlanacak, aydınlatılmak istenen nedir? Aydınlanmak isteyen, insanın kendisi, aydınlatılması istenen şey de, insan hayatının anlam ve düzenidir.”

Daha soru tümcesinde aydınlanmanın sınırları çiziliyor: “Ne demek?”, “Aydınlanacak kim?”, “Aydınlatılmak istenen ne?”. İster istemez, bilginin ışığında “insan” tanımak, yaşam yollarını daha anlamlı kılar.

Gökberk, tanımının sonunda “insan” kavramını, “hayatın anlamı, düzeni” açısından sınırlıyor. Yaşamak da, sanat da, yazmak da, buluşlar yapmak da insanın, “insan olma”sını belirleyen çabalamalar değil midir?

Denemelerle de, eleştirilerle de, romanlarla da, öykülerle de, kendimden başlamak üzere “insan olma” yollarını arayıp duruyorum. Yazdıklarım ilgiyle okunduğuna göre bu alanda bir yere vardığıma inanıyorum.

ADNAN BİNYAZAR, EMİN ÖZDEMİR

‘YAZI, SÖZCÜK SEÇİMİNDEN PLANINA, DİL DÜZEYİNE ÖZEN GÖSTERİLİRSE AMAÇ GERÇEKLEŞTİRİLMİŞ OLUR’

- Görüp gözleyen, tanıklık eden bakışınızı eleştirel düşünceyle temellendiriyorsunuz. Bu da sizi farklı disiplinlere yöneltiyor. Bunun iklimini konuşalım biraz.

Eleştirel düşünmek, söyleneni ya da yazılan yazılanı nesnel verilere dayandırarak inandırıcı kılmaktır. Nedenler sağlam kaynaklara dayandırılmalı, iyi gözlenmiş betimlerden yararlanmalıdır. Seçilen konunun inandırıcı olması ileri sürülen nedenlere bağlıdır.

“Farklı disiplinler” kavramından, yazıyı alışılmış verilerle değil kendi yarattığımız önermelerle beslemek anlamı çıkarıyorum. Bu da yazıyı hemen bitirip öyle bırakarak değil, kimi durumlarda birkaç kez gözden geçirerek sağlanır. Sonsuzluğa ererek aramızdan ayrılan Emin Özdemir, yazmayı şöyle tanımlardı: “Yazı, yazıldıktan sonra yazılır.”

Onunla birlikte Hacettepe Üniversitesi’nde, mezun olduğumuz Gazi Eğitim Enstitüsü’nde doğru anlama-yazma dersi verdiğimizden, denemelerimde, öykülerimde, romanlarımda onun bu ilkesini uygularım.

Az önce Cumhuriyet gazetesindeki bu haftalık yazımı beşinci kez gözden geçirdikten sonra gazeteye gönderdim. Öyle yapmasaydım “yazma disiplini”ne uymamış, altı yerde yazının inandırıcılığını sarsan yanlışlıkları düzeltmeden göndermiş olurdum gazeteye.

Yazı, sözcük seçiminden planına, dil düzeyine özen gösterilirse amaç gerçekleştirilmiş olur. Yazıda birbirini tamamlayan öğelerin yerini bulmasına önem verilmelidir. Bu gerçekleştirilmezse, o yazı eksiktir. Örneğin kullanılan bir sözcüğün yerini bulduğunda kuşkum olursa başımın ucunda duran sözlüğü, Yazım Kılavuzu’nu açıveririm.

“YAZILARIMIN ‘YAZINSAL YOLCULUĞUMUN İBRESİ’ OLMASININ ÖZÜNDE ANADİL ÖĞRETMENİ OLUŞUM YATIYOR!”

- Yazarak var olmak… Sizin yazınsal yolculuğunuzun ibresi. Ama eğitsel / düşünsel yanı olan bir bakışınız, yönlendirici kimliğiniz var, edebiyatta kurulan onca bağ, yakınlıklar sizin edebi haritanızda bir kaynak oluşturdu. Bu yöneliminizin kaynaklarını / ivmesini konuşalım.

Yazılarımın “yazınsal yolculuğumun ibresi” olmasının özünde anadil öğretmeni oluşum yatıyor. İyiye, doğruya, gerçeğe yönlendirici oluşum, öğretmenliğimle ilgili, “edebi haritamın kaynağı” özellikle çocuk yaşlarımda ağır koşullar altında geçen yaşamım...

Masalını Yitiren Dev (Can Yayınları) adlı romanımda anlattığım gibi, aile dağılımından dolayı 6 yıl lokanta çıraklığı yaptıktan ancak 14 yaşında ilkokula (3’üncü sınıftan) başlatıldım. Tek gücüm, 7 yaşındayken dayımın bana okumayı (ortada henüz yazma yok) öğretmiş olmasıydı.

Eylemli okumaya “Elif ile Yaralı Mahmut” adlı halk hikâyesiyle başlamıştım. 1950 yılında Diyarbakır Ergani Köy Enstitüsü’ne girdiğimde 18 yaşındaydım. Daha önce ayrıntılı anlattığım gibi Diyarbakır’ın yazlık sinemasında Romeo ve Juliet filmini gördükten sonra içimden öyküyü okuyordum.

‘BANA ÖYKÜ, ROMAN YAZDIRTAN HEVESİM DEĞİL, GERÇEKLERİ YAZINSAL ANLAMDA YAŞAMAKTIR. İŞTE BENİM EDEBİYAT KİMLİĞİM!’

- Bugünden düne bakarken kendinizi edebiyatta hangi edebi iklime yakın görüyorsunuz?

Yazmaya başladığım denemelerde öykümsü bir hava da vardır. Denemelerime yaşadıklarımın, gözlemlediklerimin kaydığını görüyordum. Öğretmenler Bankası’nın öykü ödülünü kazanınca üst üste öyküler yazmaya da başladım. Bizim okurumuz düşünsel yazılardan çok, öyküleme türü anlatılara yöneliktir.

Öykülerim ilgi görünce aklıma romanlar yazmayı koymuştum. Yaşadıklarım roman yazmak için bir deryaydı. Bir gün kendimi o deryada bulunca, yaşadıklarımın öyküsünü yazmaya koyuldum. Üst üste baskılar yapan Masalını Yitiren Dev, bende bir duygu patlamasının ürünüdür. Eşimin genç yaşta ölümü de bana iki ödül alan Ölümün Gölgesi Yok’u (Can Yayınları) yazdırdı bana.

Sanırım bana öykü, roman yazdırtan hevesim değil, gerçekleri yazınsal anlamda yaşamaktır. İşte benim edebiyat kimliğim! Gönlün yolu tıkanmıyor, kalemi elime almasam da içimde sessizce dolaşan romanların kahramanı oluyor, nerelerde yolculuklara çıkıyor, eski türkülerimi bulutlarla paylaşıyor, söylüyorum...

‘ATATÜRK’LE İLGİLİ KİTAPLARI OKUMAK BENDE BİR İLKE HALİNE GELMİŞTİ’

- Cumhuriyet’e, çağdaşlaşmaya tanıklık eden bir ömür... Edebi yolculuğunuzu bugünden düne nereye taşımak isterdiniz?

Çocuk yaşlarımda Atatürk adını duyuyordum ama onun nasıl bir kişilik taşıdığından haberim yoktu. Atatürk’ün kim olduğunun bilincine 14 yaşında okumaya başladığım okulda vardım. Evde Atatürk adı geçmiyordu.

Ancak köy enstitüsüne girdikten sonra belli günlerde görkemli törenlerde yapılan konuşmalardan Mustafa Kemal Atatürk’ün kahraman bir asker, dünya çapında olay yaratan bir devrimci olduğunu öğrendim.

Öğretmenlik yaptığım yıllarda da önemli kaynaklardan yararlanarak hazırladığım konuşmaları ben yapıyordum. O günlerde onun savaştaki başarıları dile getiriliyor, Cumhuriyetle ülkemizin kültürel yönden geliştiği üzerinde duruluyordu. Kendimi o kültürün parçası sayıyordum. Atatürk’le ilgili kitapları okumak bende bir ilke haline gelmişti.

‘50 YILI AŞKIN ÖĞRETMENLİĞİMDE ATATÜRK İLKELERİNİ ÖĞRENİMDE KILAVUZ SAYDIM’

Başlangıçta bende yazma merakı uyandıran masallardı. Onları kafamda canlandırarak yakından yaşıyordum. Bir gün o masal dünyasında yaşayacağımı kurguluyordum içimde. Her deneyimden edindiğimiz bir şeyler oluyor. Örneğin gençliğin atak biçemciliği giderek gerilerde kalıyor. Kimi yazılarda bir tümceyi defalarca yazıp siliyorum. İnsanda yaptıklarına yansıyan değişimler oluyor. Ona belki değişim değil de başkalaşım deyince kavramın, yerini bulacağını düşünüyorum.

Edebi yolculuğumu, bugünden düne nereye taşımak istediğimi soruyorsunuz... Sanırım “taşımak” benim işim değil, onu zaman gösterecek... Ama genç yaşta sonsuzluğa eren eşime yönelik duygularımın ürünün Ölümün Gölgesi Yok adlı romanımın üzerinden yıllar geçmesine karşın yeni baskılar yapıyor. Onu okuyan, daha çok baskı yapan Masalını Yitiren Dev’i de okumak isteyecektir...

50 yılı aşkın öğretmenliğimde Atatürk ilkelerini öğrenimde kılavuz sayarak, öğrencileri özgür, bağımsız, demokrat ruhta yetiştirmeye çalıştım. Bu ilkeleri gerçekleştirme amacıyla onları kitap okumaya yönlendirdim.

Emekliye ayrılışımın üzerinden 25 yıl geçti, öğrencilerin arada beni aramaları, onlara verdiğim emeğin yerini bulduğunu düşünerek mutlu oluyorum.