2024 Lucius Annaeus Seneca Ödülü’nü kazanan şair Nisa Leyla
“Yer altındayım yer üstünde kazıdığım hava/ soluduğum toprak şiir./ yoldaşım ellerimin resminden akan/ tanrıların tanrısı yolcuların yolcusu/ yolların çizdiği: şiir” diyen Nisa Leyla’yla, şiiri konuştuk.
Mehmet S. AmanŞair Nisa Leyla, her yıl İtalya’da Sanat ve Felsefi Bilimler Akademisi’nin (Accademia delle Arti Filosofiche e Scientifiche) verdiği 'Lucius Annaeus Seneca Uluslararası Çağdaş Edebiyat Akademik Ödülü’nü kazandı. 1400 dosya arasından, son çıkan kitabı “Mu”dan seçilen şiirlerden oluşturduğu “Nakibim” isimli dosyayı ise İtalyancaya, soprano Burcu Büken Kuru çevirmiş. Leyla ödülünü, 19 Ekim’de İtalya’da teslim alacak.
“Yer altındayım yer üstünde kazıdığım hava/ soluduğum toprak şiir./ yoldaşım ellerimin resminden akan/ tanrıların tanrısı yolcuların yolcusu/ yolların çizdiği: şiir” diyen Nisa Leyla’yla, şiiri konuştuk.
DOĞUŞ
Dosyanıza adını veren “Nakibim şiir” ile başlamak istiyorum. Adeta şiiri kutsuyorsunuz. Şiir ne derece kutsal sizin dünyanızda?
“Poeta nascitur, non fit” diye eski bir Latin deyişi vardır: “Şair olunmaz doğulur.” Kendimi bildim bileli şiirle iç içeyim. Şiir; “benim için” doğuştur, doğuştandır, genetiktir, benim bütün parçam, belki de benden fazlasıdır. İçinizde, varlığından haberinizin olmadığı esin perileriyle doğmuş ve bu perilerle yaşayan bir insansınızdır. Bu perilerin ilahileri, esintileri dua gibidir, esinler verir. O halde bu kuma kabul etmez, ruhunuza sizden fazla bağlanmış şiir için ne demeliyiz?
“Nakibim şiir”in ilk dizesi şöyle: “Babamın nakibi göktü. Benim nakibim şiir.” Yalnız Nakibim şiirinde değil, tüm şiir poetikamda insan hallerini, dünyayı, çağları kutsuyorum.
Şiir, Mallerme için sözcüklerin diniyse benim için dinin kendisidir. Furuğ Ferruhzad’ın Leonardo’nun tablosuna bakıp “eğilip namaz kılasım geldi” dediğidir. Şiir; kutsalım, dinim, nakibimdir, dolayısıyla “Nakibim şiir”de; insanı ve dünyayı şiirle tekrar tekrar kutsuyorum. Kutsal sözcüğü de dini çağrıştırmıyor mu? Bu şiirde nakib; ışık, yol gösterici ve akıldır. Aklın hazzı olan iyinin, bedensel haz olan arzuya üstünlüğüdür. (ki, bu da Seneca’nın sürekli üzerinde durduğu konulardan birisidir.) Dünyanın görülmeyen, işitilmeyen, dokunulmayan tüm boyutlarını önümüze seren, bize hakikatin kapısını açan bu nakib; şiirdir.
Bütün çağlarda ve bütün ırklarda; dinde olsun, siyasette olsun, metafizik, tarih, büyüde olsun, dünyanın kuruluşundan şimdiye değin insan, şiirden yararlanarak dünyanın yaşamın sırrını çözmeye çalışmıştır. Bunu yaparken, tüm disiplinlerden, sanatlardan, bilimden, felsefeden kısacası insana dayalı her şeyden yararlanmıştır. Şiirse; tüm bu disiplinlerin sanatların temelindedir ve varlığın dili olduğu için de ulaşmaya çalışılan değerdir, kavramdır. Çünkü şiir diline ulaşmış her sanat eseri, varlığın diline ulaşmış demektir. Şiir; birliğin sebebini, görünüşün çeşitliliğini ve hakikati öğretir bize. Nakibimiz şiir; mutluluğa, barışa, akla çağrı yapandır. Tanımı tanımlanamayacak kadar ağır olan şiir; nakibimdir, kefilimdir. Önünde eğildiğim sonsuzluk, sonsuzluğun krallığıdır.
Bunun yanında şiire soyunan bir insan için şiir kutsal olmayacak mıdır? Pir Sultan Abdal’ın, Yunus Emre’nin, Rilke’nin, Hölderlin’in Nazım Hikmet’in, Enver Gökçe’nin Mayakovski’nin şiirleri kutsal değil midir? Her insanın kendi içinden geçmesini sağlayan, değişik yönlerini keşfetmesine yol açan (başka birisi için başka bir sanat dalı olabilir), dünyanın ruhunu besleyen şiir kutsal değil midir? Bir dua, bir haykırış, bir uyanış ve uyandırış değil midir?
İşçiler ve emek sömürü, savaşlar ve insan yaşamının değersizliği. Dünya büyük bir kaosun içerisinde. Şiir ve poetikanız bu kaosun neresinde?
Aşırı kaos! Şeytanın valsi!
Kapitalizmin, sömürünün, dolaylı ve dolaysız yapılan savaşların çağında ve ortasındayız. Dünya son hızla yok oluşa giderken, iktidarlar, insan ırkını değersizleştirme çabasına girdiler. İnsan emeği boş bir çaba oldu, kolaycılık ve madde değerlendi, görselliğin yırtık ruhu derinliğin önüne geçti.
Bu durumda, her şair yaşadığı çağın kendine ait kokusunu algılayacak ve bunu yazacaktır çünkü şair çağının tanığıdır.
Şiir ve poetikam tam da bu kaosun ortasında. Dünyanın başına geleni şiirin diliyle yazmak, aydınlığa çıkarmak bir tek benim değil, her şairin görevidir. Bu popülist dünyada hakikate erişme ve bu hakikati topluma aşılama, toplumu görünmezliğin eli olan şiirle yönlendirme, uyandırma hep hep sanatçının işidir. Bunları görmezden gelemeyiz.
Dünyaya egemen olmak isteyenler, mekaniği demiri robotu savunurken, sanatçı o demirden o tel ve kablolardan incelikler düşünür, heykele dönüştürür, şiirini yazar, dramını, trajedisini, komedisini doğurur ve insanı düşünmeye sürükler ve besler. Kapital bir ruh için amaç insanı robotlaştırmakken, sanatçı; küçük bir çocuk gibi hayatı kendi oyununa dahil eder ve kalbimizi, bakış açımızı yumuşatır, yaşamayı kolaylaştırır. Ama bunu zorluklarla, kendinden yeni yepyeni benler doğurarak yapar. Nitekim ne kadar yazarsak yazalım, doğrudan yoksulluğu, kıyımları durduramayız ama bir nebzecik olsun, insanın iyilik hamurunun gelişmesine ya da sürmesine yardımcı olabiliriz.
İNSANLIK...
Şiirlerinizin Seneca’nın felsefesini örtüştürüyor musunuz?
Elbette… Şiirlerim etliye sütlüye dokunmayan şiirler değil. İlk çağlardan beri toplumlar; iktidarlar tarafından dinle, parayla sınıflara ayrılıp köleleştirilmiştir. İnsanların beden gücü kullanılmış, düşüncesiz eyleme dönüştürülmek istenmiştir. Kapitalizmde, kölelik eğitimi vardır ve beden bir işgücü aracı olarak düşünülmüştür. İnsan iktidarlara boyun eğen, geçinme ve yaşama kaygısı için durmadan çalışan bir birey haline gelince kendini gerçekleştirme, dünya üzerine düşünme ve insanlaşma sıfatlarından da uzak kalacaktır ister istemez. İşte burada; Seneca’nın hayata bakış açısı ve güttüğü felsefeyle, şiirimin yolunun kesiştiğini görebiliriz. Bunu açalım.
Seneca’nın bütün eserleri, insancıl bir hayattan dostluktan, ahlak felsefesinden geçer. Zamanın toplumunu vahşi hayvanlar topluluğu olarak gören Seneca, insanı bilgeleştirerek, ona felsefe ve ahlak aşılayarak, hazlardan arındırarak ve bütün erdemlerin dışarda maddede, dünyada değil, insanın içinde olduğunu söyleyerek felsefi tavrını belirler. İnsanoğlu sanatsız vahşi hayvanlar topluluğu gibidir. Çünkü sadece hayvanlar; yemek ve üremek için vardır. Bizi hayvandan ayıran aklımız, eğitimimizdir. İnsana yakışır yaşamanın erdemlerini basit bir dille felsefenin temelinden hareketle yazan Seneca, aklın özgürlük olduğunu felsefeye dayanarak ve aklın da ancak felsefi düşünüşle özgürlüğünü elde edebileceğini savunmuştur. Sanatçının göreviyle örtüşen bu felsefi görüş; insanlığın büyük görevi olan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik özlemi için çabalamak ve yazmak değilse nedir? Şair, yaratıcılığın tetikçisi olan özgürlük kavramına sahiplenmeli ve insanın insanca yaşamını devam ettirmesi için devrimci ruhumuzu korumalıdır aksi takdirde ne özgürlük korunur ne de devrim yaratan eserler yazılır…
Şiirim de; insana dokunan, insanın varoluşsal sebebini, yaşadığı koşulları, savaşımını, esaretini, ezilmişliğini anlatır. Seneca Şiir Ödülüne değer görülen şiirlerim de insana, dünyaya dayalı, özgürlük isteyen, barışı haykıran şiirlerdir.
Seneca maddeci değildir. Maddi durumu iyi olduğu halde, maddeye değil insana, ahlaka, felsefeye inanır ve felsefenin insan hayatını düzelteceğini ve yaşanır kılacağını savunur.
Şiirin de kinik bir yanı vardır. Kanlı bir yoldur şiir. Herkes yürüyemez, her şiir yazana da şiir yazıyor diyemeyiz. Eğer gerçekten bu yola baş koymuşsak, şiirden arta kalan her şeyi arkamızda bırakmak zorundayız. Şiirin kuma kabul etmediğini biliyoruz. Bir ev için çabalamak, biraz daha lüks bir hayata özenmek, kapitalist ruhumuzun öngördüğü şehvetle karışık maddecilik, şiirden ya da en azından benim şiirimden uzaktır. Ben hem paylaşımcı, hem de dostluğa değer veren hem de maddeye yani şeytana değil insana iyiye inanan biri olduğum için ruhum da Seneca’nın ruhuyla örtüşür. İmgelerin o ilkel, o ilk ruhuna sahip olmayı, doğaya sığınmak ve doğanın ruhundan beslenmeyi, o büyülü şiir yolunda ilerlemeyi ve ilerlerken insana/insanlığa faydalı olabilmeyi isterim. Yaşarken, geçineceğimden fazlasını da istemem çünkü Seneca’yla bir ortak duygum da; ölümü hep hissederek yaşamam.
Öte yandan; Seneca’nın insanla ve dünyanın yaşanılır kılmasıyla ilgili fikirleriyle de tamamen örtüşmektedir şiirlerim: Örneğin, Ateşin Işığa Işığın Ateşe Susaması adlı şiirimde; Ateş cehennemi, ışık cenneti imgeler. Dünya öyle bir hal aldı ki ikisi iç içe olduğu halde, ateş yanında ışık da verdiği halde, ateş kötücüldür, ışıksa kutsaldır. Ama dünya da insanlık da barışçıl hayat istediğine göre, ateşle ışık da bir arada anılsa bile ateş ışığı, ışık da ateşi aşkla sevgiyle barışla sarmak istemekte ve birbirlerini bulamamaktadırlar barış ortamında. Bu barışa olan birliğe kardeşliğe olan susamışlıktır.
SABIRLI ÇALIŞKAN İSTİKRARLI
Türk şiirinin şu anki durumuyla ilgili görüşlerinizi merak ediyorum. Takip ediyor musunuz, nasıl görüyorsunuz durumumuzu?
Şiirimizde, Nâzım Hikmet’le başlayan büyük kırılma modern şiirden tutalım da Garip Akımı, İkinci Yeni’ye gelene kadarki gelişmeler, İkinci Yeni ve sonrasındaki gelişmelerle hızlı bir şekilde yaşandı. Her ne kadar 1980 ve sonrasında şiirde yumuşak bir dile iniş yaşanmışsa da, bu coğrafyanın şiir damarı güçlüdür, bu yüzden güçlü şiirler çıkmaya devam etmiştir, edecektir. Bu güçlü şiir damarı bizi ister istemez büyük şiir beklentisine de sokmuştur. Büyük şiir beklentisindeyken, şiirle ilgili olanlar da, bu büyük şiirin düşüyle yaşadıkları için zaman zaman sınırda dolaşmışlar, şiirin sınırını zorlamaya çalışırken, şiiri şaşıranlar olduğu gibi, şiirin büyülü gücüyle baş edemeyip başka türlere yönelenler de olmuştur. Bunun yanında mücadele vermeye devam edenler de olmuş ve bugüne gelinmiştir.
Ayrıca, şimdiye kadar ülkemizin ve halkımızın çektiği acılar, siyasi gelişmeler elbette ki şiirimize de yansımıştır. Son siyasi dönemler, ülkemizi, halkımızı çıkmaza sokacak kadar kötü geçmiştir. Bu acılı, ağrılı zamanlarda baskılanan insan, baskılanan şiire yansımıştır. Yine de şiir, tıpkı diğer sanatlarda olduğu gibi mücadelesini vermeye devam etmiştir. Şiirimizin bu mücadeleci ruhunu, dergilerden, kitaplardan takip ediyor, çıkan şiir kitaplarını okumaya çalışıyorum. Şiire çok ilgi var, genç şairleri beğeniyle takip ediyorum, onlarla gurur duyuyorum. Tabii bunun yanında, şairlerin sayısı da çoğaldı, bu yüzdendir ki; zamanın eleğine her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Okumaktan çok yazan büyük bir güruh da var ama bunların çoğunu şiir dünyasına katmamakta fayda var. Şiir uzun vadede getirisi olan bir sanattır. Sabırlı, çalışkan, istikrarlı olmak ve süreklilik sağlamak gerekiyor. Tabii her şeyde olduğu gibi, şiirde de kalabalık bir güruh var ve şiir yazılıyor, okunuyor ve satılıyor, bütün bu karmaşaya rağmen.
Yukarıdaki soruya ek olarak, şiirimizin bugünkü ikliminin toplumla ilişkisini nasıl buluyorsunuz? Şair ve şiir, yurttaşla hemhal olabiliyor mu?
Özellikle doksanlardan sonra, görünürlük arttı; sanal ortam, dergiler, yayınevleri, vs şiirin yayılmasına, yazılan her şiirin basılmasına yol açtı. Okurla şair rahatlıkla buluştu. Paneller, etkinlikler, etkinlikler yapıldı, yapılıyor fakat şiiri toplumsal hareket olarak yaşamak zorlaştı. İnsanların geçinme kaygısı, önceliğin beyin değil karın açlığını gidermelerine yol açtı. Bu tabii ki de kültürel bir alışkanlığın olmayışını da gündeme getiriyor. Okumanın azalması, kültürün zayıflaması, siyasi baskı, sanal ortam, hazıra konma, narsisizm ve herkesin şair olması, iyi şiirin halka ulaşmasını engelleyen bazı etmenler. Görselliğin dünyadan fazlaca payını alması, şiirin de artık görünmesini gerekli kılıyor. Düşünceler, imgelerle insanların ruhuna dolanmayacak ve onlara hayat vermeyecekse, ne gereği var yazmanın diye bir itiraza kalkışırdım ama şiirin gücü ve mücadelesi şaire de yansıyor. Değil mi ki en zor sanattır şiir ve suya yazılır, yayılması da zordur fakat yayıldıktan sonra da insanların dimağından çıkmaz. İşte buradan hareketle; şairin şiirden, şiirin insandan kopmayacağının bilinciyle şiiri yaşıyor ve yazıyoruz.
Uluslararası bir düzlemde baktığımız zaman, şiirimiz dünya şiirinin neresinde? Koşut muyuz, aramızda çok mu mesafe var?
Her şairin şiirinin biricik olması gibi, her ülkenin şiiri de biriciktir. Yapılan çevirilerle, festivallerle, birbirimize gönderdiğimiz, yayımladığımız şiirlerle bir şiir akrabalığımız var dünya ülkeleriyle. Birbirimize ne katabiliriz, şiiri nasıl büyütebiliriz diye düşünüyoruz. Bu şiir adına güzel bir şey. İçinde bulunduğumuz kalabalığın yarattığı yalnızlıkla, içimizde büyüyen devasa yalnızlığın akrabalarını ziyaret etmesi gibi bir duygu.
Şunu da söylemek isterim ki; her ülkenin coğrafyası, yaşama standartı, kültürü, eğitimi, geçmişi ve daha pek çok özelliği, o ülke şiirinin temelini belirler. Şiir için davetli olarak gittiğim ülkelerde ne açlık korkusu, ne sokakta kalmak korkusu, ne deprem, maden ocağı göçüğü, ne de işsizlik korkusu gördüm. Dışarda korku, kaygı sözcükleri pek kullanılmazken, ülkemizin başat sözcükleri olmuşlardır. Bir de geçinme kaygısı bu kadar yüksek olan ülkemizde, şiir de zora giriyor; çünkü şiir, zaman ister, emek ister, araştırma ister. Pek çok ülkenin, benim canım ülkemden daha rahat olduğunu görmek can acıtıcı. Dışarda gördüğüm insanların yüzündeki doygunluk ve tebessümün yanında, kederli halkımın kederli yüzünün yaşadığı bu ülke; zengin coğrafyası, tarihi eserleri, madenleri, toprağı, deniziyle eşsiz bir yer; tabii ki içinde yaşamayı başardığımız sürece. Son siyasi gelişmeler, insan hayatına ve sanatına darbelerle dolu.
Dünya ülkelerinin şiiriyle, aramızda mesafe değil kardeşlik görüyorum, herkes kendi kulvarında koşuyor. Şairlerimiz, yabancı dil öğrenerek, iyi çeviriler yaparak dünya şiirinde söz sahibi olabilirler. Zira pek çok iyi şairimizin şiirleri henüz çevrilmemiş durumda. Coğrafya kaderdir ve bu coğrafyanın verdiği güçlü bir şiir damarımız var. Biz Pir Sultan Abdalların, Yunus Emrelerin, Aşık Veysellerin, Şeyh Galiplerin torunuyuz neticede…