Yazık olmuş bir yaşamın öyküsü…Ataol Behramoğlu’nun yazısı...

Nâzım Hikmet’in tek çocuğu, oğlu Mehmet Nâzım’ın yaşamı üzerine bir kitap yayımlandı, İşitiyor musun Memet (Doğan Kitap). Bir hanım gazetecinin kitabında; “Mehmet neden bu kadar çekti kendini bu topraklardan?” sorusunu bu yazar ve psikolog da (haydi adını da vereyim, Gündüz Vassaf) şöyle yanıtlıyor: “Kızmamak, sinirlenmemek için, belki de hayal kırıklığına uğramamak için. Nâzım Hikmet’e hayran, Rusçadan çeviriler yapan bir şair bile magazin habercisi gibi Münevver Hanımın ne zaman hamile kaldığının peşine düştü. Memo, Nâzım hapishanedeyken mi yoksa sonra mı rahme düştü diye hesap yaptı. Böyle kişilerin dünyasından kendini korumak istedi Memo. Hatta isim de vereyim, çünkü arayıp hesap sormuştu. Ataol Behramoğlu.” Böyle (en hafif deyimiyle) kötü yürekli bir saptırmaya, yalana, çirkef atmaya karşı aslında hakaret dâvası açmak gerekir. Fakat bunu yapmaya değmez. “Memo’nu al, başına çal” demem de doğru olmaz. Çünkü yazımın başlığında olduğu gibi, bana göre “yazık olmuş bir yaşam”dan söz ediyoruz. Aynı kitapta (yine genellikle bu yazar ve psikolog tarafından) tanıdığım en asil, en değerli bir aydınımız olan, çok sevgili Memet Fuat’a da atılan öyle çirkefler var ki… Memet Fuat’a bu türden imalarla ve hatta açıkça suçlamalarla atılmak istenen çamur buna yeltenenlerin ellerinde ve üstlerinde başlarında kalır.

Ataol Behramoğlu

Nâzım Hikmet’in tek çocuğu, oğlu Mehmet Nâzım’ın yaşamı üzerine bir kitap yayımlandı, İşitiyor musun Memet? (Doğan Kitap). Bu kitaptan söz etmeden önce, bir bilgiyi, üzücü bir anıyı paylaşmam gerekiyor.

1984’te ülkeden zorunlu (kaçak) ayrılarak Paris’te (Barış Derneği ve TKP davaları nedeniyle o sırada toplam 13 yıl hapis cezasına mahkûm biri olarak) sürgün yaşamımın ikinci ya da üçüncü yılında Montreuil’de oturmakta olduğumuz eve Moskova’dan bir telefon geldi.

Telefondakiler Sovyet Yazarlar Birliği Türkçe Bölümü Başkanı, kardeş kadar yakın olduğum Vera Feonova ve daha önce tanışıp tanışmadığımızı şimdi anımsayamadığım (daha sonra çok yakın dost, arkadaş olacağımız) Vera Tulyakova’ydı.

‘İSTEĞİ ÜZERİNE VERA’NIN DEĞERLİ ANILARINI ÇEVİRDİM’

İki Vera’nın telefonlarının nedeni, Tulyakova’nın (yani Nâzım’ın dul eşinin) Nâzım üzerine anılarını Türkçeye çevirmemi istemeleriydi.

Bu anılar Rusça’da da henüz kitap olarak yayınlanmamıştı. Bana daktilo edilmiş metni ulaştırıldı.

Bazen kahkahalarla gülerek, bazen gözlerimden yaşlar akarak bir solukta okuduğum (bu bence Nâzım Hikmet’in kişiliğini ve yurt dışı ağırlıklı olmakla birlikte bütün yaşamını pek çok yönden doğrulukla anlatmayı başarmış ve etkileyici üslubuyla da başarılı ve değerli) anıları gecikmeksizin çevirmeye koyuldum.

Tulyakova’nın anıları, önce Hürriyet Gazetesi’nde yayınlandı. Bunun için Paris’e gelen değerli gazeteci dostum Koray Düzgören’e bu yayının yanlışsız, eksiksiz yapılmasını özellikle rica ettim. Nitekim Paris’ten izleyebildiğim kadarıyla öyle de oldu.

Yazara ödenen ciddi bir telifi (yanlış anımsanmıyorsam o sırada Moskova’ya gidecek olan Şanar Yurdatapan ve Melike Demirağ’la) sevgili, rahmetli Tulyakova’ya gönderdim (Kuşkusuz bana da belli oranda çevirmen ücreti ödendi). Kitap daha sonra Cem Yayınevi’nce basıldı ve başka yayınevlerince yeni basımları yapıldı.

Bu anılardan ve Nâzım’ın şiirlerinden yola çıkarak yazdığım “Mutlu Ol Nâzım” adlı bir oyun Tiyatro Ayna / Dilek Türker tarafından sahneye taşındı, Türkiye’de ve başka ülkelerde sayısız kez oynandı.

Şunca yıl sonra Dilek Türker onu bu gün de zaman zaman oynamaktadır. Türkiye’deki açılışa konuğumuz olarak sevgili Vera Tulyakova da geldi ve Muammer Karaca Tiyatrosu’ndaki temsili birlikte izledik.

NÂZIM’IN YAZGISI

Tulyakova’nın anılarında (şu anda elimin altındaki basımlardan 2002 tarihli Everest Yayınları basımında) 175. sayfada (açlık grevi ve sonrasında çıkan affa ilişkin olarak Nâzım’ın anlatımıyla) şu satırlar yer almaktadır:

”Af çıktı. Ve Münevver çıka geldi. Bir süre daha kaldım içerde, ama sorun çözümlenmişti. Fakat kişisel ilişkiler bakımından o günleri anımsamaktan hoşlanmıyorum. Çünkü daha hapisten çıkmadan önce, Münevver’in neredeyse altı aylık gebe olduğunu görmüştüm! Genel olarak, yazgımda baba olmanın bulunmadığını düşünürdüm. Ve birden! Şaşırmayın. Hapishane müdürü dostumdu, şiirlerimin hayranıydı. Rica ettiğimde ziyaretçilerimle bürosunda görüşmeme izin verirdi genellikle. Çoğu kez de çıkıp giderdi kendisi. Münevver’i karım sanıyordu. Çünkü Piraye ile hiçbir zaman gitmemiştik bürosuna. Münevver’in gebeliği bir olup bitti karşısında bırakmıştı beni, vb…”

AYLARI HESAPLAYAN DENSİZ KİŞİLER KİM?

Tulyakova’nın anıları onun ölümünden sonra, burada sözünü etmek istemediğim çok can sıkıcı nedenlerle, bir başka çevirmenin imzasıyla ve Bahtiyar Ol Nâzım adıyla Yapı Kredi Yayınları’nca yeniden basıldı. İşitiyor musun Memet? adlı kitabın kaynakçasında bu bilgi yer alıyor.

Yani kitabın yazarı, benim çeviriden olmasa da kaynakçasında yer verdiği çeviriden yukarıdaki satırları (başka bir çevirmenin anlatımıyla da olsa) okumuş olmalı değil mi? Öyleyse kitabının 23. sayfasında kitabının kahramanı hakkındaki şu lafları nasıl açıklayacağız?

“Ülkesine, ülkesizliğine, bir dönem yaşadığı Lehistan’a,komünizme, solculara,ideoloji oportünistlerine öfkeli bir genç Mehmet. Sıradan başlayan hayatı boyunca kendine kapanan, kendini saklayan, meşhur fetişlerinden, annesinin gebe kalma tarihiyle babasının hapiste kaldığı ayları hesaplayarak ‘Münevver Memet’e hapishanede hamile kalıyor’ diyenlerden uzakta sıradan bir hayat yaşamaya çalışan… vb.”

Nâzım Hikmet’in (Tulyakova tanıklığıyla da olsa) yukarıdaki (üstelik utanılacak, sıkıntı duyulacak bir yanı da bulunmaması gereken, insani bir gerçekliğin dile getirildiği) sözleri yeterince açıkken, “annesinin gebe kalma tarihiyle babasının hapiste kaldığı ayları hesaplayan” bu densiz kişiler kimler ola ki?

TALİHSİZ GAZETE MANŞETİ

Soruyu yanıtlamadan önce, girişte değindiğim üzüntü verici anıyı paylaşayım şimdi. Hürriyet Gazetesi’ni Paris Kuzey Garı’ndaki bir bayiden alarak anıların yayınını izliyordum ve bir sorun yoktu.

Fakat bunlardan birinde, “Münevver Memet’e hapishanede hamile kalıyor” manşetini gördüğümde üzüldüm ve çok canım sıkıldı.

Mehmet’in buna tepkisiz kalmayacağı kuşkusuzdu. Onu 1970’lerin Paris’inde bir kez Dino’ların evinde görmüştüm. Polonya’daki arkadaşlarıyla Lehçe ve hararetle bir şeyler konuşuyordu. Münevver Hanım’ı da yine o yıllarda ilk ve son kez görmüştüm. Seksenli yıllarda Mehmet’le hiç karşılaştık mı, anımsamıyorum. Belli ki farklı ortamlardaymışız.

MEHMET’İN TEPKİSİ

Sözünü ettiğim manşetin çıktığı akşam beni telefona arayarak görüşmeye çağırdı. Bunun sevimsiz bir görüşme olacağı belli olduğu için herkesin tanıdığı ve saygı duyduğu bir arkadaşımıza, Babür Kuzucu’ya tanık olarak gelmesini rica ettim.

Ertesi gün şimdi neresi olduğunu anımsayamadığım bir yerde düello edecekmişçesine karşılaştık… Mehmet’in ilk sözü aynen şöyledir: “Ben seni şair sanıyordum, sen kadavraların seks hayatıyla ilgili biriymişsin….”

Yanıtımın bütününü olmasa da ben de ilk söz olarak Nâzım Hikmet’in bizim için “kadavra” olmadığını, konuşmanın devamında da (daha doğrusu onun birbiri ardına sıraladığı sert sözlere karşılık olarak) Nâzım’ın gerçek oğullarının bizler olduğumuzu söylediğimi çok iyi anımsıyorum…

MEHMET İÇİN KÖTÜ BİR DUYGU HİÇ TAŞIMADIM

O yıllarda küçük kardeşlerimle (özellikle Nihat’la) “ideolojik” konularda sert tartışmalarınızı olurdu. Biriktirdiği sözleri sıralarken beni dinleyecek durumda olmadığını, buna niyeti de olmadığını gördüğüm Mehmet’i sonuçta öfkeyle değil bir ağabey üzüntüsü ve hoşgörüsüyle dinlediğimi de çok iyi anımsıyorum.

Onunla Paris’te bir daha karşılaşmadık. Sonraki yıllarda Büyükada’da bir iki kez uzaktan gördüğüm bu bence bahtsız kişi için kötü bir duygu hiç taşımadım. Tersine, olağan dışı yaşamı nedeniyle üzüntü duydum.

Onun ise bana karşı, benimle ilgisi bulunmadığını anlaması gereken talihsiz bir gazete manşetinin neden olabileceğinden daha çok, belki babasına, babasının dünya görüşüne yakın saydığı kimselere duyduğu olumsuz duyguların benzerini taşımayı sürdürmüş olduğunu tahmin ediyorum…

BİLGİSİZLİK…

İşitiyor musun Mehmet? adlı kitaptan yaptığım alıntıyla ilgili soruma gelince; bunun yanıtı, çok cahil, hatta zır cahil bir hanım gazetecinin, yazar ve psikolog olduğunu internetten öğrendiğim bir zatla yaptığı konuşmada bulunuyor.

Bu hanım gazeteci zır cahil olduğu gibi, haddini de bilmiyor. Çünkü Nâzım üzerine araştırma yapan üç isim saymış, bunlardan ikisinin edebiyatçılıkla zaten ilgisi bulunmuyor. Daha da kötüsü, kendisiyle konuşma yapılan kişi de bu cahil gazetecinin bilgisizliğini düzeltmiyor. Ya kendisi de bu konuda bilgisiz, ya da umurunda değil.

GÜNDÜZ VASSAF’IN HAKKIMDAKİ SAPTIRMASI

Bu görüşmede, cahil gazetecinin “Mehmet neden bu kadar çekti kendini bu topraklardan?” sorusunu bu yazar ve psikolog (haydi adını da vereyim, Gündüz Vassaf) şöyle yanıtlıyor:

“Kızmamak, sinirlenmemek için, belki de hayal kırıklığına uğramamak için. Nâzım Hikmet’e hayran, Rusçadan çeviriler yapan bir şair bile magazin habercisi gibi Münevver Hanımın ne zaman hamile kaldığının peşine düştü. Memo, Nâzım hapishanedeyken mi yoksa sonra mı rahme düştü diye hesap yaptı. Böyle kişilerin dünyasından kendini korumak istedi Memo. Hatta isim de vereyim, çünkü arayıp hesap sormuştu Ataol Behramoğlu.”

Böyle (en hafif deyimiyle) kötü yürekli bir saptırmaya, yalana, çirkef atmaya karşı aslında hakaret dâvası açmak gerekir. Fakat öyle sanıyorum ki (yine internetten öğrendiğime göre seksen yaşına yaklaşmış birine karşı) bunu yapmaya değmez.

Belli ki Memo’yla birlikte (duyduğuma göre Memo tarafından kendisine Nâzım’ın miras hakları devredilen!) bu yazar ve psikolog da bana nefret biriktirmiş. “Memo’nu al, başına çal” demem de doğru olmaz. Çünkü yazımın başlığında olduğu gibi, bana göre “yazık olmuş bir yaşam”dan söz ediyoruz.

MEMET FUAT’A DA ÇİRKEF ATILIYOR!

Her zaman dürüstlükten yana biri olarak, İşitiyor musun Memet?’in (ad verilmese de bana orada da atılan, kaynağı belli çamura karşın) kötü bir kitap olmadığını, dahası, etkileyici, önemli bilgiler içerdiğini de söylemeliyim.

Fakat aynı kitapta (yine genellikle bu yazar ve psikolog tarafından) tanıdığım en asil, en değerli bir aydınımız olan, çok sevgili Memet Fuat’a atılan öyle çirkefler var ki, kitabın değerli yanlarını da ne yazık ki beş paralık ediyor. (Bu konuda Semih Gümüş’ün, Turgay Fişekçi’nin, Zeki Coşkun’un değerli, aydınlatıcı yazıları yayınlandı.)

Memet Fuat maddi dünyayla bir ilgisi yokmuşçasına, büyük bir özveriyle, titizlikle, incelikle çalışan, kendisini tanımakla ve yayıncım olmasıyla onur duyduğum büyük bir edebiyat adamıydı.

Nâzım Hikmet’in, ya da bir başkasının oğlu olmakla da kendisine saygınlık sağlamaya gereksinimi olmayan, yeterince saygın bir insandı.

Ona bu türden imalarla ve hatta açıkça suçlamalarla atılmak istenen çamur buna yeltenenlerin ellerinde ve üstlerinde başlarında kalır.

YALAN VE İFTİRALARDAN UTANÇ DUYUYORUM!

Kitabın bir başka yerinde bir başkası da Piraye Hanım’ın mektupları konusunda kuşku belirtiyor. Mektuplar el yazılı olarak görülmeliymiş. Yani Memet Fuat’ın bunları uydurduğu ima ediliyor.

Memet Fuat yaşıyor olsa ve bütün bunları görse ne derdi bilemiyorum, fakat ben cahiliyle ve okumuşuyla bizi bu yalan, iftira, kötülük ortamında yaşatanlar adına da üzüntü ve utanç duyuyorum.

Ve böylece öyle sanıyorum ki, yazık olmuş bir kitabın öyküsünü de yazmış oluyorum…