Var olmanın dayanılmaz kayıtsızlığı!
Profesör Andersen’in Gecesi (Yapı Kredi Yayınları / Çev. Banu Gürsaler-Syvertsen), elli beş yaşındaki bir edebiyat profesörünün kendisiyle karşılaşmasının hikâyesi. Bu karşılaşmaya bir cinayet neden oluyor. Dag Solstad’ın sanatının temel esini, varoluşsal bir arayış. Onun karakterlerini anlamak, hikâyenin içinde yer aldıkları sırada hangi koşullarda ve yaşta olduklarını anlamakla yakından ilişkili. Bu nedenle kahramanı Pâl Andersen’in yaşamını ne yaparak geçirdiği ve özellikle de yaşı önem kazanıyor.
Nalan Arman
TOPLUMSAL YAPIYA DESTEK VERMEK YA DA VERMEMEK!
Dag Solstad’ın romanı Profesör Andersen’in Gecesi’nin (Yapı Kredi Yayınları / Çev. Banu Gürsaler-Syvertsen) kahramanı Pâl Andersen, on yıldan beri yalnız yaşayan bir adam. “Norveç’in başkentinde yaşayan ve hayatta başarı kazanmış elli yaş civarındaki entelektüellerden oluşan” bir arkadaş grubu var.
Aralarındaki bağ geçmişe, 1960’ların başlarına, Oslo Üniversitesi Blindern Kampüsü’ne dayanıyor. Her biri kendi çapında radikal birer öğrenci olmuş.
Andersen de diğerleri gibi görmesi ve anlaması yolunda eğitildiği düzenin değil, bu düzenin dağılmış halinin peşinden gitmiş. Fakat Noel kutlaması için arkadaşlarıyla bir araya geldiğinde 1990’ların tipik fotoğrafı çıkıyor ortaya.
“Toplumsal yapıya destek verenler” olmayı hep reddettikleri halde konumları itibariyle devletin verdiği emirleri yerine getiren, toplumsal yapının destekçisi onlar.
Dag Solstad’ın anlatıcısı okuyucusuna, ince bir alayla, hizaya geçmiş bu grubun oldukları şeyi inkâr ettiğini anlatıyor.
BİR NOEL AKŞAMI VE SOSYAL İÇ HUZUR!
Profesör Andersen’in gözlerini salonundaki Noel ağacına diktiği sahneyle roman açılıyor. Daha ilk sahnede Edmund Husserl’in “yaşam dünyası” adını verdiği, tüm faaliyetlerimizin gerçekleştiği ve artık kanıksamış olduğumuzdan genellikle farkına varamadığımız sosyal, tarihsel ve fiziksel çevreye ilgi ve dikkatini vermeye başlıyor Andersen.
O anda gündelik dertlerin dışındadır ve metafizik meselelerle arasındaki perde kalkmıştır. Yaşı ve koşulları hayata ilişkin düşüncelere yönelmesi için gayet uygundur.
Noel akşamının içinde derinden yer etmiş olmasının ne kadar garip olduğunu düşünür. Norveç halkının çoğunluğunun Noel sofrasına oturma saatiyle uyumlu olarak saat beş ile yedi arasında yemeğini yer.
Ailesi tarafından daima tercih edilen ama kendisinin pek sevmediği geleneksel tatlıyı sofraya getirir ardından. Ruhunda dinsel olmasa da sosyal bir iç huzur duyar.
Nadiren yaşama fırsatı bulduğu bir şeyi bizzat yaşıyor olmasının sonucunda ilk kez kendisini varoluşuyla barışık hissetmektedir. Toplum, insanın içinde yer eden müthiş bir güçtür.
‘VAR OLUŞTAN ÖZ’E SUÇ, CEZA VE KAYITSIZLIK!
Andersen, bu huzurlu bir Noel akşamında kendi için temel bir deneyim yaşar. Pencereden bakarken karşı binada işlenen bir cinayete tanık olur. Bu, kilit bir andır ve bir seçim yapması gerekmektedir. Cinayeti ihbar edecek midir? Bu gizem romana güç katar.
Roman boyunca acı çektiğini görürüz Andersen’in. Fakat duygularının üstünü kalın bir örtüyle örtmüş gibidir. Karşılaştığı olayları anlamaya çalışan bir adam vardır karşımızda. Tek özgürlüğü yapacağı seçimdir, bu seçimle var oluşu öze dönüşecektir. Romanın akışından anladığımız üzere, kayıtsızlığı özü olmuştur.
Profesör Andersen’in Gecesi’ni suç ve ceza kavramları üzerinden de okuyabiliriz. Böyle düşününce Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı geliyor akla. İki romanın da polisiye olabilme potansiyeli var.
İkisinde de cinayet birtakım sorgulamalara evriliyor. Suç ve Ceza’da sorgulamalar Raskolnikov’u “Kocakarıyla kız kardeşi Lizaveta’yı baltayla öldüren ve soyan benim.” diyerek suçunu kabul etme noktasına getiriyor.
Bu kabulde suçun karşısında yer alma var. Andersen ise ihmalden doğan bir günah işliyor ve giriştiği varoluşsal sorgulamalar sonucunda kendi suçuyla barışıyor. Aslında daha baştan - parmaklarını şıklattığı o an -yaşamını bütünüyle kaplayan bir kayıtsızlıkla, bir katilin serbestçe dolaşmasının yolunu açıyor Andersen.
KARANLIKTA KALMAK!
Ahlaken bir çöküş mü yaşanmaktadır, yoksa insan eylemi çelişkilerle mi doludur? Var oluşun dayanılmaz vahşeti, hatta anlamsızlığı mıdır bu? Kayıtsızlığa yol açan yanlış ifadeler kullanmak / dil midir?
Bizi tarih bilincimizden koparan tüketim hızımız mı? Sanatta sarsıcı etki mi, içten içe hissedilen haz mı değerlidir? Tutku mu, sadakat mi?
Bu sorular, romanı bütün haline getiren harcın “karanlıkta kalma” kavramı olduğunu düşündürüyor. Yazar, boşlukları kullanarak karanlıkta kalanları uzun uzadıya sorguluyor.
İRONİK MİZAHİ YAKLAŞIM
Yinelenerek müziğe dönüşen ayrıntılar Solstad’ın kurgu eserlerle ilgili klişeleri başarıyla tersine çevirdiğini gösteriyor. Uzun paragraflı, bölümsüz, neredeyse diyalogsuz olan romanları biçimsel olarak da yenilikçi.
Karakterlerinin kederlerini ya da mizah duygusunu hissedemesek de yazarın ironik mizahi yaklaşımını kuvvetle hissediyoruz.
Aynı yaklaşımı Mahcubiyet ve Haysiyet, Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı ve T. Singer adlı romanlarında da görmek mümkün.
Dag Solstad’ın geçmişle ve kendimizle ilişkimizin derin bir kayıtsızlık olduğunu hissettiren, anlatımının ironisiyle gülümseten romanları usta diliyle okunmayı hak ediyor.