Şükran Soner: Toplu aile göçleri daha çok yazılmalı’
Usta gazeteci ve yazar Şükran Soner, Tito’nun Çocuklarından Atatürk Gençliğine - Göçün Göbeğinde (Cumhuriyet Kitapları) isimli yeni kitabında; “Göçlerin gelgitlerinde, yaşamımızın noktası yok. Masalı, daha doğrusu çocukluğun içinden belgeli tanıklıklar tadında bırakmak gerek...” diyor. Ve birkaç kuşağın, çaprazlama göçlerin göbeğindeki yaşamlarını bizzat ailesinin öyküsünden de hareketle tanıkları ve tanıklıklarıyla belgeliyor.
Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap EkiFotoğraf: UĞUR DEMİR
Osmanlı’nın Balkanlar’dan çekilişi, birbirinden kanlı savaşların, yılların, çekilen acıların, kayıpların sonucu, Balkan topraklarından Anadolu topraklarına doğru kaçınılmaz büyük göçün yaşanması...
Uzaktan algılanmayan güçlü bir haberleşme, dayanışma ağları içinde, Osmanlı askerlerinin Balkanlar’dan çekilişi, Mustafa Kemal’in içinde olduğu birliklerle eşgüdümlü olarak, güvenlik adına da aile bağları içinde de gerçekleştiriliyor...
Asıl mucize, en çok yararlanılacaklar listesine alınmış, Mustafa Kemal’in kafasında seçilmiş kişilerin, il il görevlendirilmelerinin, sonuçta Gazi Meclis’in açılış günü Ankara’da görev yapabilmelerini sağlayacak bir takvim içinde çakışıyor olmasında...
Usta gazeteci ve yazar Şükran Soner, Cumhuriyet Kitapları tarafından yayımlanan Tito’nun Çocuklarından Atatürk Gençliğine - Göçün Göbeğinde isimli yeni kitabında; “Göçlerin gelgitlerinde, yaşamımızın noktası yok. Masalı, daha doğrusu çocukluğun içinden belgeli tanıklıklar tadında bırakmak gerek...” diyor.
Ve birkaç kuşağın, çaprazlama göçlerin göbeğindeki yaşamlarını bizzat ailesinin öyküsünden de hareketle tanıkları ve tanıklıklarıyla belgeliyor.
KARDEŞLİKLE ÇOCUKÇA VEDALAŞMA!
- Cumhuriyet Kitapları Çocuk Bölümü’nün yayınladığı, 1990’lı yıllarda kendi yazarlarının anılarından oluşturulan, gruplandırılmış, Düşler Kuruyorum / Biz de Çocuktuk başlıklı diziden söz etmenizi rica ederek başlayalım söyleşimize.
Çocukluk yıllarınızın bütünlüğünü kapsayacak, Tito Yuoslavya’sının Kosova bölgesi merkezi Priştine’den başlayan, İstanbul’da noktalanan aile göçünüzün göbeğinden, 10 yaşınızın duygularıyla kaleme aldığınız “Kardeşlikle çocukça vedalaşma” başlığını verdiğiniz öykünüzden elbette...
Nereden nereye? Süreç bu kitapla nasıl bütünlendi?
Yazar değil, gazeteci olduğum gerçeğinden kopmadan, toplumsal olayların içinde gözlemci gazeteci olmayı, tanıklıklarımı okurla paylaşmayı seçmiş bir kişi olarak, Sevgili iş ve can arkadaşım Deniz Som’dan gelen öneri üzerinde şöyle bir düşündüm; ‘Düşler kuruyorum’, ‘Biz de çocuktuk’ başlıklarından etkilenmiştim.
Öykü, hele de çocuklara dönük öykü deneyimimin olmadığını gözeterek, 10 yaşını bitirmiş bir çocuk olarak, 30 Ağustos 1956 sabahı, evinden yola çıkacağımız anneannemden izin alarak, insanlar sokaklara düşmeden Priştine sokaklarını dolaşmak, geçmişimle vedalaşmak istemiştim..
Tito Yugoslavya’sında yaşamış olduğum çocukluğum, anılarım, arkadaşlarım, sokaklar, evler, okulum ile, benim için en güzelleri ile en acılıları içinde yaşadıklarımı anımsamak, canlı cansız her şeye el sallamak, akıtamadığım veda gözyaşları yerine geçecek, iyi gelecekti..
“Kardeşlikle çocukça vedalaşma” başlığı altında yazdıklarımı, belleğim beni yanıltmıyorsa çok çabuk, gazetecilikte izleme şansını yakaladığım çok önemli toplumsal olayların haberlerini yazar gibi, hızla soluksuz tamamlamıştım.
Sadece çocukların anlayabileceği bir dil, sözcük bulabilmek için, ‘çokkültürlülük’ kavramında takılmış, ‘Kardeşlikle çocukça vedalaşma’ başlığında zorlanmıştım.
Bana en anlamlı belge niteliğinde gelen Priştine’de çekilen bu büyük aile fotoğraf karesi 14.1.1935’te çekilmiş. Ben doğmadan yıllar önce Mustafa Kemal’in arkasındaki orduların izinden güvenlikli kabul edilen Balkanlardan en büyük göç kuşağının içinde anneanemin annesi ve üç ağabeyi de var.
En büyük ağabey Ethem Kurteş, Ankara’da Gazi Meclis’in açılışı yıllarında Mustafa Kemal’in yanında yer almış kadrolar arasında. Ethem Kurteş Gazi Meclis’in açılış, çalışmaları yıllarında Ankara tapu kadastro çalışmalarını yürütmek görevinde. Cumhuriyet’in ilanından sonra İstanbul Adalar’da görevlendiriliyor. En zorlu bölgede adaların ilk tapu çalışmalarında yer alıyor.
Aile Büyükada’nın sahildeki Büyük Kilisesi’nin yan arka sokağından girilen müştemilatına yerleşiyor. Biz de hayatta kalmış son kardeş Mecit Kurteş ve Ethem Kurteş’in eşi ve iki kızı tarafından 9 aylığına o evde konuk olarak ağırlandık.
Ethem Kurteş savaşlar sırasında kapanmış yollar nedeniyle büyük göçten sonra Priştine’yi ziyaret edebilen ilk konuklar arasında. İki dayısı ve dedemle yan yana sıralanmışlar. Mümin, Kadri, Ethem, Adil. Kızlar en sağda annem Hayriye Mümin, en solda Remziye Adil, Adil’in kucağında Emine Kadri.
‘ŞANSLI BİR KIZÇEYDİM!’
- Rumeli kültür ve gelenekleriyle örülü dolu dolu bir çocukluk yaşadığınız okuyoruz.
Nasıl bir masaldı sizinki? Nasıl bir kızçeydiniz? Ve Tito çocuğu olabilmek ne demekti?
Çocukların gelişimi ön yargıların aksine, sıkı disiplin, eğitim, toplumsal baskılar altında değil, kendilerine verilen değer ve özgürlük ortamı ile doğru orantılıdır.
Osmanlı eğitim kurumlarını Balkan toprakları ağırlıklı kurguladığından, kuşkusuz çok kültürlülük kaynaşmasının da katkısıyla, Osmanlı toprakları üzerinde Balkanlarda çocuk olarak yaşamak ayrıcalıklı kültür ve özgürlüklerden pay almak anlamına da gelmiştir.
Mustafa Kemal’i, en zorlu koşullarda dünyanın en başarılı olabilmiş lideri konumuna yükselten koşuları düşünün. Üzerine benzer koşullarda yetişmiş Tito’nun 3. Dünyanın lideri kimliği ile katkılarını eklemleyin.
Evet, bugünün koşulları ile de karşılaştırıldığında, biz Balkan topraklarında büyüyen kızçeler, dünya çapında en özgür, kimlik gelişimini kazanma şansını elde edebilmiş kız çocukları arasında sayılabiliriz..
Benim tanıklığım anneannemin 2.erkek kardeşi Aziz Kurteş’in 1953’te Priştine’ye gelişinden. Bizim evin önünde bahçede çekilen fotoğrafta görüldüğü üzere konuğa saygının gereği herkes çok şık giyimli. Kadınlar ipek şelvarlı. Konuğumuz Büyükada Anadolu kulübünde restoran yöneticisi. Anneannem Dedemle Ağabeyi arasında, ailenin gelebilen erkekleri çarprazlama sıralanmışlar. Elbette biz üç kardeş en önde ortaya kurulmuşuz. Şalvarlı güzel küçük halasının önünde..
VE GÖÇ... 30 AĞUSTOS 1956!
- Süreci tanıklıklar eşliğinde kronolojisiyle sunduğunuz Türkiye’ye çekirdek aile göçünüz ne zaman, hangi şartlarda başlıyor?
30 Ağustos 1956 sabahı dedemin evinde erken uyanıp, Prişite’nin boş sokaklarını dolaşmamla başlayan, ortak kitaptaki öyküye konu yaptığım geçmiş yaşamım... Çocukluk anılarımla, yaşadıklarımla vedalaşmamın konusu olan şehri turlamamdan sonra trenle Üsküp’e gidişimiz... İstanbul yolcuları annem, babam, biz üç kardeşin yanında uğurlayıcılar dayım, “avatetemiz” (ebe teyze), babamızın büyük teyzesinin büyük oğlu ve onun oğlu, dar kadro ile Üsküp sokaklarında, Kapalıçarşı yöresini turlayarak tren saatini beklerken, gerilimden çok da neşelenememiştik..
Şimdilerde Üsküp büyük depreminin ardından onarılmamış istasyondan ağırlıklı gece boyu süren yolculuğun sabahında Sirkeci’ye oradan da beklemeden vapurla Büyükada’ya öğlen saatlerine doğru varabilmiştik.
‘ÇOCUKLUK GELİŞİMİMDE BÜYÜKBABAM BAŞROLDE’
- Büyükbabanızın yaşamınızda ve kimliğinizin oluşumunda, görüşlerinizin gelişiminde çok önemli bir yeri olduğunu öğreniyoruz. Burada da anlatır mısınız?
Evet, Yugoslavya’daki çocukluk gelişimimde başrolde galiba Büyükbabam Mümin var. Ben büyürken kaç dili birden bildiği ve kullandığını sayamıyorum.
Radyodan Arapça yayınları hiç atlamıyor, belki de Osmanlıcayı iyi biliyordu. Arnavutça, Rumeli Türkçesi, çok iyi Sırpçasını gün boyu konuşurken kullanıyordu. Mektupla Türkiye Cumhuriyeti’nde, önce Ankara sonra Büyükada’ya yerleşmiş kayınbiraderlerinden yeni Cumhuriyet’in yazı dili ile kullanılan Türkçesini de öğreniyordu.
Ben okuma yazma öğrenmeden bana sayısız işleri arasında okuduğu resimli masal kitaplarının sözlerini ezberlemiştim. Bağını çapalarken oturtuğu ağacın üzerinde ona okumamı ister, konuşup durur, gülerdik.
8 yaşımda Kıbrıs sorununun adını bilmeden bugünküne yakın boyutları ile algılamamı sağlayacak kadar net haritalar üzerinden anlatmasını unutabilir miyim?
Aynı yıl, bizim üç kardeşin gelecekte yaşayabileceklerini görerek, aile meclisinde göç kararını verip dayatmasını? Başka çocuklar için geçerli olamayacak bir ayrıcalıkla, kedi köpek yerini almış ineği Alco’nun en yakın hayvan dostum olmasını sağlamasını?
Kanser ağrıları içinde kıvranırken bile ben onu teselli etmek için çırpınırken, suyu benden isteyip “Bu suya birisi bal karıştırmış” sözleri ile beni gülümsetmeyi unutmamasını?..
‘ÇOCUKLAR KADAR BÜYÜKLER İÇİN DE YAZDIM’
- Çocuklar kadar büyüklerin de ilgiyle okuyacağı kitabınızda, göçü iki ülke anıları üzerinden nasıl anlatmayı seçtiniz? Tito Yugoslavya’sının Priştine’sinden çocukluk anılarınız ile, İstanbul’da göçmenlik koşullarında büyüme yıllarını nasıl bir izlekte birleştirdiniz?
Çocukları, çocukken bile çok sevmiş, olgunluğa ulaşabilmiş yaş almışların. birikimleriyle yaratabildikleri büyülü çocuk-yaşlı ilişkilerinin güzelliğini, büyüsünü gözlemlemiş gazeteci kimliğimle; elbette ilerleyen yıllardaki tanıklıklarım, birikimlerimle, tersten yaşamış olsam da, Cumhuriyet Türkiyesi, Atatürk devrimciliği ile yaratılmış laik Cumhuriyet’in dünyaya da örnek olmuş kazanımları ile Tito Yugoslavyası’nın kardeşlik kavramı arasındaki kopmaz bağı duyumsamamak olanaksızdı.
Çocuklar kadar masallarını okuyacak büyüklerin de kafalarına kazımak istedim: “Bugünlerde yaşamaktan çok uzakta olduğumuz barışa, kardeşliğe, çokkültürlülüğe veda ediyordum.. Tito Yugoslavya’sında çocuklar için yaratılabilmiş kardeşlikle çocukça vedalaştığımın bilincinde olamadan..”
Gazetecilik tanıklıkları ile gelen yıllar sonrasının birikimleri, elbette ne Tito Yugoslavyası çocukluğum, ne de Türkiye’deki göçmenlik yılları ile doğrudan bağlantılı olmAyan, ancak dolaylı ilişkilerden beslenen o kadar çok yaşamsal değerde tanıklıklar söz konusu oluyor ki..
Örneğin kitabın kapağında kullanmayı düşlediğim ama tam başaramadığım bir başka kitabın kapağı; Mustafa Kemal, çoğunluğu savaşlarda geçmiş birikimleriyle, katkılarının gücü yanında, Gazi Meclis’ten başlayan, Laik Cumhuriyet’in ilanı; devrimleriyle taçlanan kısacık ömründe, dünyanın en zorlu koşullarında başardıklarıyla hâlâ tartışılamaz en büyük lider kimliğini taşıyorken, savaşlarda aldığı sayısız yaralar nedeniyle kalpaklı karda yan yatarken...
Tito cezaevinde, işkenceler içinde yaralı, Yugoslavya’nın kurtuluşu için savaşırken, neredeyse tıpkısı fotoğraf karesi çizmişlerdi. Bilemiyorum Necati Zekeriya ya da Süreyya Yusuf ya da simge bir başkasının kitabıydı. İstanbul göçmenlik yıllarında çok zorlu bir taşınmada kaybetmiş olmalıyız, kitabı ve kapağını bulamadım. Sizinle kendi masalımın kitabında en yakın kopyalarından paylaşmaya çalıştım..
Dünya tarihçimiz Halil İnalcık, Almanya üzerinden bir ötekiler sempozyumunda paylaşmıştı; iki liderin bağımsız devletlerinin odağında aynı sınırları paylaşan insanların ortak çok kültürlülükte buluşmaları algısı vardı.
Nadir Nadi, 1976’da Ecevit’in Yugoslavya’ya davet gezisini, oradan göçmen olmam nedeniyle izlememi önermişti. Çok büyük şans ve rastlantı, dönemin Türkiye’deki Yugoslavya Büyükelçisi Ramadan, Kosovalı, Dayımın yurt arkadaşıydı, birlikte Belgrad Zagrep yolu inşaatında gönüllü çalışmışlardı.
Tito-Ecevit’in eşleri de yanlarında saatler süren içtenlikli görüşmelerinin doğrudan tanığıydı. Çıkışta çok etkilenmiş, uzun uzun aktarmıştı.
Tito Nasır başta, İslam ülkelerinin 3. Dünya liderliğinde kendisini baş tacı yapmaları ile söze girmiş, “Ancak hepsi şeriatçı diktatörlüklerdi 3. Dünyanın kırılması önlenemedi. Laik Türkiye içinde olsaydı, 3.dünya öyle kolay kırılamaz, iki kutuplu dünyanın soğuk savaşı ile gelen travmalar yaşanmaz, insanlık için gidiş çok daha olumlu yaşanabilirdi..” anlamında gözlemlerini uzun uzun paylaştıktan sonra, “Bari Balkanlarda kan akıtılmasının önüne geçmek için sırt sırta verelim, belki önleyebiliriz” dileğini paylaşmıştı.
Ecevit’e ancak 1977’de bir aylık iktidarda kalabilme fırsatı verildi. AB ülkeleri bile Amerika’nın güdümünde bilinen ambargolarını, şirketleri aracılığı ile günlük petrol sıkıntısını yaratmış olarak istifa etmek zorunda bırakılmıştı.
Tito’nun ölümüne kadar bekleyen Amerika, Kosova’da dünyadaki en büyük üssünü de yapmasının önünü açacak bombardımanları gerçekleştirecekti..
Elbette çocukluk anılarımın kapsama alanı dışında kalan bu gelişmeler, çocukluktan gerçekçi belgelere dayalı anılar ve tanıklıklarımda kaçınılmaz çalışmamı yönlendirecekti..
‘DAVUD (DEDA) DAYIM, TİTO’NUN SENATÖR YAPTIĞI İLK MÜSLÜMAN’
- Tito’nun senatör yaptığı ilk Müslüman doktor, dayınız Davut Adil’i de ayrıca anlatmanızı rica ederim.
Davut Deda o zamanlar babasının adı ile Davud Adil olarak en büyük çocuk. İlk Müslüman doktor olmakla kalmıyor, tıptaki uluslararası başarılı çalışmaları ile de öne çıkıyor. En çok Osmanlı Türkünün yaşadığı Prizren’de Davut Deda kimliği ile Senatör olarak ödüllendiriliyor.
İstanbul’da Balkan Tıp Kongresi’nde, o tarihlerde virüs bağlantısı bilinmeyen ülseri, aç karnına erik rakısı ile tedavi etmesini tebliğ konusu yapmıştı. Çömez gazeteci bana bağışıklık sistemi sorunlarım için, öğlen saatlerinde kaç dakika yaratabilirsem, temizliği ve sağlıklı olduğundan güvenli atıştırmayı atlamamamı öneriyordu..
- Göçün hemen öncesine, o vedaya ilişkin en son neleri anımsıyorsunuz? Bugün baktığınızda asıl nelere veda ettiğinizi duyumsuyorsunuz?
Bir çocuğun gelişiminde en çok gereksinimi olan koşullarda büyümüştüm. Çekirdek ailenin içinde sınırsız özgürlüklerin, gelişimin, çok kültürlü ortamın koşullarına sahip olmuştum.
1956 Tito Yugoslavya’sında 3. Dünyanın sarsılması ile başlayan sorunlardan elbette haberli değildim. Acılarını göç etmeyen akrabalarımın çocukları, Yugoslavya topraklarının bütününde yaşayan çocuklar ile birlikte çok ağır bedellerle ödediler.
Bugünden baktığımda elbette Atatürk devrimleri, laik Cumhuriyet kazanımları ile birlikte Anadolu toprakları üzerinde de çocuklar için olduğu gibi, büyükler için de kazanılmış çok şeyleri kaybettiğimizi yürekten duyumsuyorum.
‘TOPLU AİLE GÖÇLERİ DAHA ÇOK YAZILMALI’
- Priştine’deki Osmanlı okulunun müdürü bir büyükbabadan başlayarak çoğunluğu öğretmen olan ve Mustafa Kemal’in Rumeli’den Anadolu’ya geçişinin de yaşandığı göç dalgasının içinde yerlerini almış, okumuş, önemli görevlerde bulunmuş ailenizin bu göç, bu yol hikâyesini neden şu sözlerle bitiriyorsunuz?:
“Göçlerin gitgellerinde, göbeğinde yaşamımızın noktası yok.. Masalı, daha doğrusu çocukluğun içinden belgeli tanıklıkları tadında bırakmak, gerisini başka başka dönemler üzerinde gündeme taşımak daha doğru olacak gibi.. Noktalı; SON... desek mi?”.
Benim ailemin özelini merak edenlerin kitabı almalarını yeğlerim. Çünkü çoğunluk üç kuşaklı bu toplu aile göçlerinin çok fazla yeni öykülerinin yazılması, kanıtlarının ortaya konması gereğine inanıyorum.
Ben en çok gazetecilik kimliğimle onları heveslendirmiş, kendi aile tarihlerini yazmaya özendirmiş olmayı isterim. Ülkemizde sivil toplum tarihi geç keşfedildi. Gelişmesi ile ülkemizin geleceğinin güvenlik altına alınabileceğine inancım güçlü..