Romanda türsel çekim... M. Sadık Aslankara’nın yazısı...
Kimi yazar öyküye düşkündür başkası romana, beriki belki herhangi anlatıya. Kimileri türsel çekim peşinde gidebilir. Öykü yazar ama romana tutkundur Yaşar Kemal gibi, roman yazar Sait Faik gibi ama tutkusu öyküyedir, her iki türe tutkun biri de çıkabilir Sabahattin Ali gibi. Türlerin çekimi olabilir yani, doğru, ne ki yazarların eğilimi de bu çekimle örtüşür.
M. Sadık Aslankara / Cumhuriyet Kitap EkiKimi yazar öyküye düşkündür başkası romana, beriki belki herhangi anlatıya. Kimileri türsel çekim peşinde gidebilir. Öykü yazar ama romana tutkundur Yaşar Kemal gibi, roman yazar Sait Faik gibi ama tutkusu öyküyedir, her iki türe tutkun biri de çıkabilir Sabahattin Ali gibi. Türlerin çekimi olabilir yani, doğru, ne ki yazarların eğilimi de bu çekimle örtüşür.
Öykü, roman yazmaya istekli, düşkün, tutkun öyle çok kalem var ki, bu türlerde okurluğun gereğini yerine getirmemiştir henüz ama yazmak ister ille. O zaman düz okurluk bile daha değerli hale gelebilir.
Özellikle öykü-romanda sınırlar keskinliğini yitirirken yazarlar kendi dil-mantık bileşenleriyle bunları işlemekte ikircim yaşayabiliyor ister istemez.
HANDAN ACAR YILDIZ; ÖYKÜDEN ROMANA...
Handan Acar Yıldız, Hece yayını Ağır Boşluk’taki (2014) başarılı öykülerinden sonra bir romanla geldi: Kaybolmuş Kaderler Müzesi (2017).
Kadın olgusuna, öykülerindekine benzer tutumla evrensel düzlemde bakmaya çalıştığı, romanda bunu “kader”le ilişkilendirdiği söylenebilir Handan’ın.
Yapıt, anlatı evreninde “kubbede sınav”a hazırlanan kişilerle açılıyor. Böylelikle “geçmişle derdi olanların (.) bir araya geldiği” kişiler “[h]ep değiştirmeye çalış(tığı)” (35, 17) kaderle çatışıp yazgı sınavına odaklanıyor.
Handan, kadın varlığın İslami varoluş sorunsalındaki konumunu öne çekip bunu işlemeye girişiyor bir bakıma. Nitekim ona göre kadın, bedel ödeme keyfiyetiyle karşı karşıya:
“Bedel ödemeyen hiçbir kadın yazılmadığı gibi yazamazdı da. Yazılmak kadar yazmak da bedel istiyordu(r)” çünkü. (27)
Handan, romanı simgesel örüntü, söylem-deyiş yüklemeleriyle, ancak öykünün kapsanık dil-mantık aksına uygun yapılandırıyor bana göre. Bunu aşmak için soyutlayıma, uzanımlara, evrene, kişilere yoğunlaşırken, bu yolla bildiklik dışında bir akış kazandırmak için çabalıyor yapıta.
ASUMAN BAYRAK; ON YIL SONRA İKİNCİ ROMAN...
Asuman Bayrak, Âdem-Havva anlatısına dayalı ilk romanı Kayıp Taşlar’dan (Ayrıntı, 2012) sonra yine kadın sorunsalını işlediği ikinci yapıtında, pek çok salkım hikâyeye yer açtığı halde, kapsayıcı dil-mantık temelinde roman türüne bağlılık gösteriyor: Eğrelti Otları Şarkı Söyler mi? (Edebiyatist, 2021).
Asuman, bu kez sınıfsal, ekonomik, kültürel vb. farklı çevrelerden iki aileyi alıyor. Sonradan siyasal nedenlerle bozuşan lise arkadaşı iki kız Ümit’le Emel, ellilerine varıp da, bu kez üniversiteli kızları kendi yaşlarına geldiğinde yeniden ilişkilenir. Geri dönüşlerle ailenin öteki bireylerini tanırız. Böylece üç farklı kuşaktan kadın bireyin hikâyesiyle buluşuruz.
Pek çok romanda karşımıza çıkan aile tarihçesine dayalı kurmacada yazar, kendilerini nasıl algılayıp konumladığı üzerinden kadın varlığa dönük anlatı evreninde okuru da gezindirip bu tartışmaya katıyor kolayca.
Asuman, dolayımlı anlatıcı konumundaki Ümit’le Emel’i, büyükannelerle genç kızları iyi bir yapılandırmayla romana yerleştiriyor. Pek yerine oturmasa da bu kuşak çatışmasına Arap-Latin abecesiyle Osmanlıca-Türkçe çatışmasını ekleyip anı, günlük, not, mektup, eposta, film hikâyesi, masal, oyun metni, röportaj, haber vb. çoklu biçimle romanı kol kola götürüyor.
Metin kurulumunda görece özenli dil çatımı da dikkati çekiyor. Farklı yaştan, kültürden, coğrafyadan kadınlar, hem de ustalıkla konuşturulup konuşma örgüleri, iç sesler, okurun merakını kamçılayan karakter açılımlı köpürtmelerle roman akış kazanıyor.
Yazar ayrıntıları atlamaksızın yerleştirse de dedenin Eskişehir’e dönük ilgisi-kent anlatısı örtüşmüyor. Yapıtta düzeltme imine neredeyse hiç gereksinim duyulmamış olması da şaşırtıcı.
Sonuçta Asuman Bayrak, ikinci romanın altından da başarıyla kalkarken debelendiğimiz çağın trajiğiyle yüzleştiriyor bizi.
YENİ BİR İMZA; ARDA ÇINARLIK’IN ROMANIMIZDAKİ YERİ
Hekim yazarlar grubuna katılan Arda Çınarlık, sonlarına eklediği bitiş tarihlerine göre arasında bir buçuk yıl bulunan A7 Kitap yayını iki romanla dikkati çekti: Buğu (2019), Zaman Düşümü (2020).
Birbiri içinden geçen, birbirini bütünleyen ama bütünlerken birbirinden sıyrılan fantastik, hatta yer yer bilimkurgusal, tarihsel İstanbul romanları olduğu da söylenebilir iki yapıtın.
Roman sanatına duyduğu coşkuyla kaleme aldığı kestirilebilecek yapıtlarında Arda’nın yaratım-yazım sürecini yaşarken aldığı hazzı, okur olarak biz de duyumsuyoruz. Bu nedenle roman türünün ardılı tutkun bir yazar bağlamında karşılayabiliriz onu.
Öte yandan kurmacasını çatılamadaki geçmeli kilitleme yaklaşımıyla, Arda’nın süreç içinde yeni bir romancı bağlamında yazınımızda kendisine daha geniş yer edineceği de öngörülebilir pekâlâ.
Peki, nasıl romanlar bunlar, neden böyle düşünüyorum?
Arda Çınarlık’ın anlatısını işleyip geliştirme yaklaşımı üzerine şu notları paylaşabilirim gönül rahatlığıyla. Bir kez Arda, okur belirleme doğrultusunda adım atan bir yazar. Ayrıca baştan hedeflediği okur kesimine güven duyan, meraklısının metinde peşine düşeceği boşluklar bırakarak onu etkin kılan biri aynı zamanda.
Bu çerçevede yinelemeye düşmeden hekimlik bilgisini yerinde kullanarak dolgu ya da işlevsel ayrıntıları yerleştirmesi, bunları leitmotiv veya sıralamayla yerleştirmesi de dikkatimi çekti diyebilirim.
Roman evrenlerini oturttuğu İstanbul uzamını, ancak bir yazara yakışacak ebrulamayla yayarken, bu evrenin insan yoğunluğuyla karmaşasını, karakterlerin fiziki yalnızlıklarıyla birlikte alıyor.
Bu açıdan roman karakterleri, yakınları ölmüş, daha çok kendi iç dünyalarına yönelmiş, hatta gömülmüş yalnız kişiler. Aile bireylerinin ölümlerindeki trajik vurgu, yer yer rastlantı boyutunu akla getirse de anlatı evreninde karakter-olay-ilişki temelinde yer-kişi-zaman kucaklamasıyla metne somut bütünlük kazandırıyor.
Gizemli örtüklüğü bu bağlamda rasyonel temele oturtuyor. Aşkları, kişilerin, hayatı hiçe sayarcasına peşlerine takıldığı tutkuları, tıp alanından taşıdığı öğeleri de kullanıp hünerli bir yerleştirmeyle işliyor.
Arda, dilin, herhangi metne kazandıracağı büyünün de ayırdında. Ancak neredeyse saplantı derecesinde uzun tümceler kurarken çapaklı anlatımdan kurtaramıyor kendisini.
Uzun tümce kurulmaz değil, ama gerekmeli. Sonra eski dile dönük iştahı varsa yazarın, örneğin “haiz” nasıl kullanılacak, “mütevazı” nasıl yazılacak bunları da göz önünde tutmalı.
Yazarlar türsel çekim yaşayabilir elbette ama kolay bir yolculuk değil romancılık. Kavramsal tortu yaratabilmek yapıtta, hele bu hiç kolay değil.
www.sadikaslankara.com, her perşembe öykü-roman, tiyatro, belgesel alanlarında güncellenerek sürüyor.