Okur da yazar... M. Sadık Aslankara’nın yazısı...
Metin, sıradan mektup da olsa okuyana kendisini yeniden kurdurur. Demek ki okur, iletişim amaçlı gündelik dilde yazılanların da yapılandırıcısıdır. Yazınsal anlatıysa, soyutlayım-dönüştürüm temelinde ortaya çıkar. Her yazar, kendisi için hedeflediği okuru bu yönde bir “metin kurucu” konumunda alıp adımını bilinçle atacaktır.
M. Sadık Aslankara / Cumhuriyet Kitap EkiYazma - okuma eylemi, kişinin özgürlük alanı. Peki, yazarken mi daha özgürdür insan, okurken mi, ne yanıt verilebilir buna? Ama yazınsal metin, sıkı bağlar, koşullar temelinde kaleme alınacağına göre yazar, okuru da özgürleştirir.
Bu doğrultuda 1928 sonrasında, tüm sanat alanlarıyla türlerinde önemli köklü değişim, 1940 toplumcu gerçekçi kuşağından da esinle biçimde, biçemde öz dışlanmaksızın, üstelik özgürlükler kısıtlanırken 1950’lerdeki büyük atakla yaşandı.
Bunun farklı türde bir benzeri 1990’larda gözlenirken 1950-1990 kuşaklarınca getirilen bu sıra dışılığın, sonraki yazarlarca da tümden benimsendiği düşünülmemeli.
Nitekim farklı tarihlerde yayımlanan kimi ilk kitaplar, bunun göstereni bağlamında örneklenebilir. Okuduğum öykü - roman farklı “ilk kitap”lar bende bu kanıyı pekiştiriyor.
MESUT BARIŞ ÖĞÜN: ‘SALINIMLAR’
Mesut Barış Övün, ilk romanı Salınımlar’da (Alakarga, 2021), daha önce yaşadığı olaylar, ilişkiler üzerinden bunları, sonraki yıllarda yeni bakışla ele alan anlatıcısı Murat’la buluşturuyor okuru.
Murat, örtük bir aşkın gölgesinde anı-günce, deneme, kuramsal metin çağrışımıyla gençlik yıllarını paylaşırken iç acılarını toplumsal tabana yerleştirip öyle aktarıyor.
Anlatıda yer bulan olgusal gereçler, anlatı yerlemleriyle zaman, uzam, anlamında örtüşmese de Murat, okura aynı zamanda 1990’lar Türkiye’sini de kurduruyor ekonomik, siyasal, kültürel vb. bağlamda.
Eğilimi yoktur pek, ama yaşadığı nahif aşk duygusu, anlatıcıyı yazmaya itecek, hele “Hamlet’i okuma(sıyla)” (72) sonradan yazıda, şiirde arayışlara girecektir.
Bu arada, zorunluluk nedeniyle üniversite arkadaşı Begüm’ün ailesince işletilen kıyı otelinde çalışmaya koyulurken kardeşi Sunay’a ilgi duyacak, ne ki çalışan olarak yaşadığı aşağılanmaya Sunay’ın tanık olduğu duygusunu içinden atamayıp, onca tutkuya, “yaratıcılığı(n)ı tatikl(emesine)” (75) karşın kızın aşkına sırt dönüp bundaki acıyı yaşamayı seçecektir.
Balzac, Gogol, Kafka vb. pek çok yazarın el attığı gençlik aşkıyla sanatsal yaratı harmanı aksında akan bir “hikâye” örüntülüyor Mesut Barış. Açık biçimli anlatıda sık sık hikâyeye vurgu yapıp, okuru bu “hikâye”de tutmaya çabalıyor.
“Sunay’la kurmaya başladığımız ve ama tamamlayamadığım arkadaşlık beni yazmaya itiyordu,” (76) diyor anlatıcı. Ancak “o dönemde”, “edebiyat okuru ol(abilseydi)”, “belki durum farklı olurdu,” (59) diye düşünmekten de alamıyor kendisini.
Anlatıcı, “içi(n)de o zamanlar uykuda olan yazar”ı (77), Sunay’a dönük yoğun, derin aşk duygusuyla sarmalarken otelden, kıyı kentinden ya da çalışan, konaklayan veya müdavim pek çok kişiden yararlanıp içten, sıcak bir anlatı kuruyor sonuçta.
Ama geleneksel anlatı kalıbı dışına çıkmadan. O zaman nahif duygular eşliğinde ilgiyle yol alıyoruz okuma ediminde.
Buna yazarın dosyada, düzeltmenin okumada dikkatsizliğinden kaynaklı yazım hataları da ekleniyor. Eksiklere karşın okunması gerekli bir ilk roman bana göre Salınımlar.
DÜNYA DAMLASI
Jack London: ‘Kızıl Veba’
Jack London, Kızıl Veba (Çev. Şirin Etik, Can, 2020) adlı romanında, öteki kurmacalarındakine benzer serüven dolantısını, heyecanlı bir aks üzerine oturtsa da sonuçta anlatımcı edadan kurtulamıyor.
Çevirmen Şirin, “1912 yılında London Magazine’de tefrika halinde yayınlanan Kızıl Veba” için kaleme aldığı “Sunuş”ta yapıtı şu satırlarla tanıtıyor:
“London bu romanda, 2013’te patlak veren küresel çapta bir salgının insan ırkının neredeyse tamamını yeryüzünden sildiği, ilkel yaşamın geri döndüğü, gerçekleşmesi son derece muhtemel bir ‘yeni’ dünya tasavvur eder.”
Yapıt, tüm uygarlığın yerle bir olduğu ıssızlıkta perde açar. Yıl 2073’tür. Romanın önemli bir bölümünde doğrudan anlatıcı olarak gördüğümüz Granser, bu keşmekeşte dünyaya gelen görece “ilkel” torunlarına şöyle anlatır bu yok oluşu:
“…2013’te Kızıl Ölüm geldi. (…) Altmış yıl oldu ve o zamanlardan bugüne hayatta kalan tek kişi benim.” Dil de bu yokluk ortamında “yozlaşmış”tır zaten. (14, 15)
Kızıl Veba çıktığında yirmi yedisinde İngiliz edebiyatı profesörü (28) olan Granser, artık seksen yedisinde uygar dönem bilimciliğinden ilkellik çağına ışınlanmıştır neredeyse.
Çünkü salgınla birlikte “[k]anun ve düzen yerle bir olmuştu(r)”, bu yüzden dünya, neredeyse “yok hükmünde(dir)”, “On bin yıllık kültür ve medeniyet, göz açıp kapayıncaya kadar ‘köpük misali’ yok ol(up) git(miştir)”. (42, 43, 44)
Salgın, sınıfsal açıdan da insanları eşitlemiş gibidir. “Medeniyet çök(erken)” “genel bir delilik hali içinde”dir kitleler, “herkes kendi başının çaresine bakmak zorunda(dır).” “Her şey ölüyordu(r)” “…herkes ölüyordu(r)”. (47, 49, 51)
“Sabah uyandığımda yeryüzünde bir başımaydım,” (58) diye sözünü tamamlar Granser. Yüzyıl önce bugünü bize resmeden, 2073’te yaşanan o ilkel çağdan görüntüler aktaran Jack London daha ne deseydi, insanı uyarmak için?
ÖYKÜDENLİK
Emre Falay: ‘Düş Değil’
Emre Falay, Düş Değil (Yazılama, 2021) başlıklı ilk öykü kitabında geleneksel hikâye kavrayışına dayalı yapı kuruyor.
Öykü kişisi Eren’in, “Otobüs”te gözlediği kişilerden kalkarak kendince hikâyeler kurmasına benzer bir yaklaşımla bunları dıştan, salt bir anlatımcı olarak paylaşıyor.
Böyle olduğunda öykü kişileri, kendi iç dünyalarıyla değil, yazarın kendilerine biçtiği rol doğrultusunda geliyor okur önüne.
Yaşam öyküsünden “partili” olduğunu öğrendiğim Emre’nin, öykülerini doğrudan sınıfsal, toplumsal, ekonomik temeller üzerine oturtması, ister istemez bu yönde kimi eksikliklere yol açıyor.
Kaçınılamaz bir durummuş gibi almamak gerekiyor bunu, çünkü yazınsal estetik, hiçbir ayrım gözetmeksizin kendi kurallarını dayatacaktır yazara.
Gelişmiş anlatı diliyle, sözcük seçiminde gelişmişlik, özenle dikkati çeken, bunu yer yer paralel kurguyla destekleyen yazar, öykülemenin bununla örtüşen yaklaşım bekleyeceğini unutmamalı.
Nitekim anlatıcının içselleştirerek yansıttığı “Abdullah”, tam bir doygunlukla kaleme alınmış “Yarım Kalan” vb. öyküler bunu apaçık gösteriyor.
Kuşku yok ki Emre, gelecek yeni öykülerinde bu eksikliği de giderecektir. Çünkü okuduklarımız, bizim yazdıklarımız aynı zamanda, öyle değil mi?
www.sadikaslankara.com, her perşembe öykü-roman, tiyatro, belgesel alanlarında güncellenerek sürüyor.