‘Kırmızı Giysili Adam’
La Belle Époque, 1880 ile Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği 1914 yılı arasındaki zaman dilimine işaret eder. “Güzel Çağ” olarak da anılan dönemi Barnes, “politik istikrarsızlıkla, krizlerle, skandallarla dolu, nevrotik, hatta histerik, ulusal bir endişe çağı” olarak anar. Kırmızı Giysili Adam (Ayrıntı Yayınları / Çev. Serdar Rifat Kırkoğlu), La Belle Époque dönemine, modernizmin çıktığı yıllardaki burjuva ahlakına, iki yüzlülüğüne bir eleştiri olmanın yanında sanatın ve edebiyatın, etkileşimin açık olduğu güzel yılların kaybına bir ağıt olarak okunabilir.
Ahmet Sait AkçayJulian Barnes’ın, Kırmızı Giysili Adam (Ayrıntı Yayınları / Çev. Serdar Rifat Kırkoğlu) yapıtı her ne kadar “biyografi” olarak sunulsa da biyografinin sınırlarını zorlayan bir yapıya sahiptir. Barnes’ı bilenler, onun bellek-kurmaca tarzını tanırlar.
Klasik biyografilerin dışında, postmodern bir biyografi çalışması olarak okunabilecek çalışmanın özelliği, geçmişe bir güzelleme olmadığıdır. Kitap boyunca ne bir kaynak ne bir dipnot ne bir açıklama vardır; anlatının doğruluğuna, güvenirliğine inanmaktan başka çareniz yoktur.
Bir Fransız hayranı olan Barnes’ın önsözde belirttiği üzere, İngiltere’nin Brexit kararının çalışmasının yörüngesinde etkili olduğunu söyleyebiliriz. Hatta Barnes’ın, Doktor Pozzi’nin “Şovenizm cahilliğin biçimlerinden bir tanesidir,” sözüyle yazısına başlaması ve Britanya’nın Avrupa Birliği’nden ayrılmasını mazoşistçe bulması, bu kitabı yazarken öfkenin de bir şekilde belirleyici olduğunu gösterir.
Fotoğraf: RACHEL LAMB
GÜZEL ÇAĞ!
Kırmızı Giysili Adam, La Belle Époque dönemine bir ağıt olarak okunmalıdır. İngiltere-Fransa tarihinin altın sayfasını kurmacasıdır, bana göre. Söz konusu Barnes olunca kurmaca diye nitelemekte bir beis görmüyorum. Zira Barnes kurmacanın tarihten daha fazla gerçeklik barındığını düşünür.
La Belle Époque, 1880 ile Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği 1914 yıl arasındaki zaman dilimine işaret eder. “Güzel Çağ” olarak da anılan dönemi Barnes, “politik istikrarsızlıkla, krizlerle, skandallarla dolu, nevrotik, hatta histerik, ulusal bir endişe çağı” olarak anar.
“Belle Époque varlık sahipleri için çok büyük bir servet, aristokrasi için sosyal güç zamanıydı; kontrolsüz ve anlaşılmaz bir snopluk, dizginsiz sömürgeci hırslar, sanat koruyuculuğu ve şiddet skalası incinen onurdan çok kişisel bir kolay öfkelenirliği yansıtan düellolar söz konusuydu (148).”
Bir bellek ustası olarak gördüğüm Barnes, anlatısının temelini bir portenin izni sürerek dönemin edebiyat ve kültür zenginliğiyle okuru buluşturur.
Barnes’ın Brexit anlaşmasına tepkisi, dolayısıyla öfkesi kurmacanın adeta her bölümünde, karakterinde hissedilir.
KÜLTÜR, SANAT, BİLİM VE EDEBİYATIN RESMİ GEÇİDİ
Hikâye adeta dönemin kültürüne, sanatına, bilimine ve edebiyatına bir geçit törenine dönüşür; buna dönemin yeniden okunması da denebilir. Çok tanınan, popüler olan isimlerle beraber hiç bilinmeyenler de gün yüzüne çıkıyor kitapta.
Kimler yok ki, Henry James, Marcel Proust, Flaubert, Karl Huysmans, Oscar Wilde, Darwin, Baudlaire, Sarah Bernhardt, Emile Zola, Mupassant, Paul Valery, Mallarme, George Sand, Goncourt Kardeşler, Wagner, Edith Wharton, Alphonse Daudet ve daha niceleri.
Bu isimlere kitap boyunca Fransız sembolistleri de eşlik eder zaman zaman. Barnes, modernist şiirin boy verdiği yılları anlatırken kadrajına T. S. Eliot, Ezra Pound, James Joyce, Yeats gibi dönemin öncü isimleri girmez. Bunların yerine Fransız sembolistlerine göndermeler çoktur.
DÖNEMİN ÜÇ ZÜPPESİ!
Hikâye, üç Fransızın 1885 yazında Londra’ya yaptığı geziyle başlar. Bunlar Prens, Edmond de Polignac, Kont, Robert de Montesquiou-Fezensac ve İtalyan kökenli Dr. Samuel Jean Pozzi.
Pozzi ve arkadaşları “Üç tuhaf alışverişçi” entelektüel alışveriş listelerini hazırlamışlardır. Henry James onları Reform Club’ta akşam yemeğine götürür.
Üçlü aynı zamanda salonlarda Marcel Proust, Guy de Maupassant, Stéphane Mallarmé ve Joris-Karl Huysmans gibi yazar ve şairlerle takılırlar. Üçü de dönemin dandy yani züppe tipleri olarak çizilirler.
Barnes’ın kitabı yazmasına ilham veren de John Singer Sargent adında bir ressamın 1881 tarihli “Dr. Pozzi Evde” adlı tablosudur.
Dr. Pozzi, Barnes için Belle Époque’nin de bir portresidir. Pozzi kırmızı ropdöşambrlıdır, Barnes, portreden yola çıkarak Pozzi’nin tüm karakterini ortaya çıkarmaya çalışır.
Anlatının ana karakteri Dr. Pozzi’dir. Ünlü bir jinekolog, “sosyete doktoru, kitap koleksiyoncusu ve kültürlü bir sohbet adamı” olarak betimlenir.
Kitapta heteroseksüel yönüyle dikkat çeken tek tiptir. Barnes, portreyi anlatırken “püsküller” için kullandığı şu ifadeler fallik bir karakteri özetler: “Bu püsküller, tıpkı kızıl renkte bir boğanın erkeklik organı gibi, tam da kasık düzeyinin altında sarkıyor” (14).
Bir taşra burjuvazisinden gelen Pozzi bir İngiliz hayranıdır her şeyden önce, İngiliz frakları giyerdi mesela. Tam bir dany/züppe olarak dönemin Fransız burjuvasını yansıtır. Barnes, İngiltere’den dany çıkmazken, Fransız kültürünün buna olanak verdiğini söyler. Baudelaire bu tarz züppeliği “dekadan zamanlarda kahramanlığın son patlak verişi” (71) olarak görür.
Pozzi “iflah olmaz bir çapkın” olarak bilinir. Arkadaşı Montesquiou, Pozzi’yi şöyle anar: “Ömrümde hiç Pozzi kadar baştan çıkarıcı bir adamla tanışmadım” (98).
Pozzi karizmatik bir kişiliğe sahipti, bunun kendisi de farkındaydı, sürekli övgüler alırdı. Barnes onun başka bir yönünü de yazar; bilimsel bir ateist ve dönemin bir davası olarak karakterize edilen Dreyfus taraftarıydı.
Fotoğraf: RACHEL LAMB
SEMBOLİZM VE REALİZM FARKI
Aristokrat kökenli Montesquiou da ilginç bir karakter. “Yüzyıl sonunun takıntısı olan “hünsa” olarak adlandırılır” (72). Montesquieu’nün, Marcel Proust’un Baron de Charlus’ı ve Joris-Karl Huysmans’ın Tersine’sineki Jean des Esseintes’in esin kaynağı olduğu da söylenir.
Barnes’ın anlattığı dönem realizmin artık can çekiştiği, sanatın dış gerçekliğe ayna olmayı bıraktığı yıllardı. Oscar Wilde, Marcel Proust kitapta genişçe yer bulur.
Edmond de Goncourt’un Günce’sinde yer alan şu ifadeler, Barnes’ın da belirttiği gibi sembolizm ve realizm arasındaki farkın keskinliğini çok iyi özetler:
“Bu seçkin zatlar, sözcüğün ve sentaksın bu dandy’leri arasında, delilerin hepsinden daha deli biri var, bir cümleye asla tek heceli bir sözcükle başlamamak gerektiğini ileri süren zor beğenir Mallarme… Bu aşırı zor beğenirlik çoğu yetenekli yazarın zihinlerini köreltiyor ve onları … hayatın bir kitaba verdiği yaşamsal, büyük, sıcak şeylerden soyutluyor” (108).
Çizim: SIEGFRIED WOLDHEK
SANATIN MOBİLİZASYONU
Barnes, dönemin kültürel etkileşimi yansıtırken ilginç benzetmeler, anekdotlar aktararak eserler ve yazarlar arasındaki biyografik unsurlara da dikkat çeker.
Söz gelimi, Montesquieu Londra gezisinde ressam Whistler’la tanıştıktan sonra, ona benzemeye çalışır, saç şekline, giyimine, esprilerine ve beğenilerine öykünmeye başlar.
Proust ise aynı şekilde Montesquiou ile tanışınca ona özenir, hatta Montesquieu’nün dişlerini gizlemek için elini ağzına götürme alışkınlığını bile edindiğini söyler, Barnes.
Yine Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi ile J. K. Huysmans’ın Tersine romanı arasında benzer etkileşimler öne sürer Barnes. Tersine, Wilde’in romanında baştan çıkarıcı bir rol oynar.
İngiltere Fransız sanatçılar, şairler, romancılar için uğrak yeriyken, Fransa da Amerikalı yazar ve sanatçıların gözde merkeziydi. Amerikanlaşmanın kaçınılmazlığı kadar çekiciliğinin de Goncourt Kardeşler tarafından fark edildiğini yazar Barnes. Goncourt Kardeşler, “Fransa’nın Amerikanlaştırılmasını,” “maddenin Federal Cumhuriyeti” olarak görürler.
Barnes bu çalışmasıyla, sanatsal ve edebi üretimin oluşmasındaki faktörlerin yanı sıra sanatın endüstriyel bir pazarlama aracına dönüşmesini, Amerika, İngiltere ve Fransa’da yükselen değer olarak çıkışını da örneklerle göstermektedir. Sanatın mobilizasyonu olarak değerlendirmek bu durumu.
Tekrar Pozzi’ye dönersem; Julian Barnes, Doktor Pozzi’nin çok yönlü kişiliğinden etkilendiği için biyografisini yazdığını söyler.
“Aşklar peşinde koşan Doktor Pozzi’den çok, dertli aile adamı Pozzi’yle, herdaim meraklı Doktor Pozzi’yle, gezgin Pozzi’yle, şehir adamı Pozzi’le (Snob Pozzi’le?), uluslararası kimliği savunan, rasyonalist, Darwinci, bilimci, modernist Pozzi’yle ilgilendim” (184).
Kızı Catherine babası hakkında “Dunjuanlardan biri”, “tanınmış zinacı” diye bahseder ve babasının ona karşı ahlakçılığından yakınır. Pozzi’nin kızıyla bir sevgi-nefret ilişkisinden bahseder Barnes.
Julian Barnes’ın Kırmızı Giysili Adam romanı, modernizmin çıktığı yıllardaki burjuva ahlakına, iki yüzlülüğüne bir eleştiri olmanın yanında sanatın ve edebiyatın, etkileşimin açık olduğu güzel yılların kaybına bir ağıt olarak okunabilir.