‘Kadın Yok Savaşın Yüzünde’
Kadın Yok Savaşın Yüzünde, 2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Svetlana Aleksiyeviç’in, II. Dünya Savaşı’nın kadınlar ‘cephesinde’ nasıl yaşandığını belgeleyen güçlü bir sözlü tarih çalışması. Tarihin gelmiş geçmiş en kanlı savaşını vererek faşizmin yenilgiye uğratılmasında büyük pay sahibi olan ve bu uğurda en az yirmi milyon insanını kaybeden SSCB’de kadınların - kadın piyadelerin, sıhhiyecilerin, keskin nişancıların, çamaşırcıların, kadın cerrahların, pilotların, keşif erlerinin, partizanların - Nazi işgaline karşı nasıl bir mücadele verdiklerini, böylesi bir savaşta kadın olmanın zorluklarını nasıl deneyimlediklerini Sovyet ülkesinin dört bir yanından bir araya getirdiği tanıklıklarla belgeliyor Aleksiyeviç.
Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap EkiGünay Çetao Kızılırmak’ın dilimize çevirdiği, Kafka Kitap tarafından yayımlanan Kadın Yok Savaşın Yüzünde, 2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Svetlana Aleksiyeviç’in, II. Dünya Savaşı’nın kadınlar ‘cephesinde’ nasıl yaşandığını belgeleyen güçlü bir sözlü tarih çalışması. Aleksiyeviç uzun bireysel monologları farklı seslerin duyulduğu bir kolaja dönüştüren özgün bir dokümanter tarzıyla yazıyor. Tarihin gelmiş geçmiş en kanlı savaşını vererek faşizmin yenilgiye uğratılmasında büyük pay sahibi olan ve bu uğurda en az yirmi milyon insanını kaybeden SSCB’de kadınların - kadın piyadelerin, sıhhiyecilerin, keskin nişancıların, çamaşırcıların, kadın cerrahların, pilotların, keşif erlerinin, partizanların - Nazi işgaline karşı nasıl bir mücadele verdiklerini, böylesi bir savaşta kadın olmanın zorluklarını nasıl deneyimlediklerini Sovyet ülkesinin dört bir yanından bir araya getirdiği tanıklıklarla belgeliyor.
NEDİR ASLIMIZ?
“Bugün birçok kişi, özellikle de gençler Hitler’i tek başına Amerika’nın yendiğini zannediyor. Sovyet insanlarının zafer için ödediği bedel - dört yıl içinde yirmi milyon insan hayatı - pek az biliniyor.” diyen Vasilyeviç; kitabı yazmasının asıl nedenini, “Nedir bizim aslımız, neden yapılmışız, hangi maddeden? Ne derece sağlam bir madde bu, anlamak istiyorum.” sözleriyle açıklıyor.
“Kadınlar tarihte ilk ne zaman orduya katıldı?” sorusunun yanıtıyla başlıyor okuma. Öğreniyoruz ki; milattan önce IV. yüzyılda Atina ve Sparta’da Yunan ordularında kadınlar da savaşmış ve daha sonra Makedonyalı İskender’in seferlerine katılmışlar.
Rus tarihçi Nikolay Karamzin’in verdiği bilgilerde de şu saptamalar yer alıyor: “Slav kadınları, bazen babaları ve eşleriyle savaşa gider, ölüm korkusu nedir bilmezlerdi. Sözgelişi, 626 yılı Konstantinopolis işgali sırasında Yunanlar, öldürülen Slavların arasında birçok kadın cesedine rastlamıştı. Analar çocuklarını savaşçı olmaya hazırlardı.”
Yeniçağda ise ilk olarak İngiltere’de 1560-1650 yıllarında kadın askerlerin görev yaptığı hastaneler kurulmaya başlanıyor.
MİLYONLARCA KADIN SAVAŞTI, SAVAŞIYOR!
20’inci yüzyılda ne gibi gelişmeler olduğuna gelince; yüzyıl başında Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere’de kadınları Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne kabul etmeye başlıyor; 100 bin kişiden oluşan Yardımcı Kraliyet Kolordusu ve Motorlu Taşıtlar Kadın Lejyonu kuruluyor. Rusya, Almanya ve Fransa’da da askeri hastane ve sıhhiye trenlerinde birçok kadın görev almaya başlıyor.
İkinci Dünya Savaşı’na gelindiğinde kadınlar artık dünyanın birçok ülkesinde çeşitli askeri birliklerde hizmet veriyor: İngiliz ordusunda 225 bin, Amerikan ordusunda 450-500 bin, Alman ordusunda 500 bin kadın yer alıyor. Sovyet Ordusu’nda bir milyon kadar kadın savaşıyor.
“Savaşa ilişkin bir kitap daha… Peki ne için?” diye uzun süre bu kitapta tam olarak neyi anlatacağını sıklıkla sorgulamış Aleaksiyeviç. Sayısız savaş ve hepsi hakkında sayısız kitap yazılmıştır fakat... Fakat! Yazanlar ve hikâyelere konu olanlar hep erkeklerdir.
Bir zamanlar bütünüyle erkeklere ait olan dünyada kendilerine yer edinip bu yeri sahiplenmesini bilen kadınların neden tarihlerine, kendi sözcüklerine, kendi duygularına sahip çıkamadığını, neden kendilerine inanmadıklarının ardını deşiyor. Kadınların meçhul kalmış savaşını, o savaşın tarihini, kadınların hikâyesini. Ta cepheden, en içeriden yazmaya karar veriyor.
SAVAŞI HEP ERKEK SESİNDEN DİNLEMİŞİZ
Fark ediyor ki savaş hakkında bildiğimiz her şeyi “erkek sesinden” dinlemişiz. Savaşın sadece kendisinin değil hepimizin meçhulü olduğunu vurguluyor Aleksiyeviç. Savaşa ilişkin “erkek” tasavvurlarının ve “erkek” duyumlarının mahkûmu olmuşuz. “Erkek” sözlerinin. Kadınlar mı? Susmuş(!).
Diyor ki: “Benim dışımda kimseler meselâ ninemi konuşturmamış. Annemi... Cepheyi görenler bile susuyor. Ezkaza hatıralarından söz açtılar diyelim, “kadınların” değil “erkeklerin” savaşını anlatıyorlar. Kanona uyuyorlar.”
(…)
Yine diyor ki: “Bir aileyle görüşmüştüm… Karıkoca savaşa katılmışlar. Cephede tanışıp evlenmişler: Düğünlerini siperde yapmışla muharebeden önce. Beyaz elbisesini Alman paraşütünden elleriyle dikmiş. Adam nişancı, kadın karısı irtibat eriydi. Adam karısını derhal mutfağa yolladı, ‘Hadi bir şeyler hazırla bize,’ diyerek. Çay kaynamış, sandviçler hazırlanmıştı; fakat kadının oturmasıyla kocasının onu tekrar kaldırması bir oldu: ‘Çilek nerede? Yazlıktan getirdiğimiz tatlı nerede?’ Israrlı ricalarım sonucunda, ‘Sana öğrettiğim gibi anlat, ağlamadan, öyle kadınsı ıvır zıvırlara girmeden: Güzel olmak istiyordum da, saçımı keserlerken ağladıydım da…’ diyerek isteksizce verdi adam karısına yerini. Kadın bana sonradan fısıltıyla itiraf etti: ‘Bütün gece beni Büyük Anayurt Savaşı Tarihi kitabına çalıştırdı. Korktu benim adıma. Şimdi de yanlış bir şey hatırlarım diye endişeleniyor. Lüzumsuz bir şey hatırlarım diye.’ Böyle durumlara bir kere değil, birçok evde rastladım. Evet, çok ağlıyor, bağırıyor, ben gittikten sonra kalp ilaçları alıyor, ambulans çağırıyorlar. Yine de ‘Gel,’ diyorlar bana. ‘Muhakkak gel. O kadar uzun süre sustuk ki. Kırk yıl sustuk…’”
- Valentina Pavlovna, uçaksavar topçusu: “Duygularımı anlamanı istiyorum… Nefret etmezsen ateş edemezsin. Savaş bu, av değil. Politika derslerinde bize İlya Ehrenburg’un “Öldür!” makalesini okuduklarını anımsıyorum. Yoluna kaç Alman çıktıysa o kadar Alman öldür. Meşhur makale, herkes okurdu o zamanlar, ezberlenirdi. Beni çok etkilemişti, savaş boyunca bu makaleyi çantamda taşımıştım, bir de babamın vefat kâğıdını… Ateş etmeli! İntikam almalıyım… Kısa süreli bir kursa gittim ateş etmeyi öğrendim. Böylece uçaksavar topçusu oldum. Beni Bin Üç Yüz Elli Yedinci Uçaksavar Alayına tayin ettiler. İlk zamanlar burnumdan ve kulaklarımdan kan geliyor, midem feci şekilde bulanıyordu… Geceleri o kadar değil ama gündüzleri çok korkuyordum. Savaştan sakat döndüm. Sırtıma bir mermi parçası denk geldi. Küçük bir yaraydı ama uzaktaki bir kürtünün içine fırlattı beni. Beni sıhhiye köpekleri bulmuş. Çıkardılar beni, askeri pelerinin üzerine yatırdılar, gocuğum olduğu gibi kana batmış… Fakat kimse ayaklarımı fark etmemiş…
Altı ay hastanede yattım. Bacağımı diz üzerinden kesmek istediler çünkü kangren başlamıştı. Sakat yaşamak istemedim. Ne diye yaşayayım? Kim ne yapsın beni? Ne babam var ne annem. Hayatta bir yük... Kendimi asmaya karar verdim… Hastabakıcıdan küçük havlumu büyüğüyle değiştirmesini rica ettim… Bacağımı kesmediler. İki ay sonra yürüyordum. Tabii koltuk değnekleriyle. Hastaneden sonra istirahat etmem gerektiğini söylediler. Ne istirahatı? Nereye gideceğim? Kime? Birliğime, topumun başına döndüm. Partiye girdim orada. On dokuz yaşımda… Zafer Günü’nü Doğu Prusya’da karşıladım. Biz on sekiz-yirmi yaşlarımızda cepheye gittik, döndüğümüzde yaşlarımız yirmi-yirmi dört arasındaydı. İlkin sevindik, sonra korktuk: Sivil hayatta ne yapacağız? Barış koşullarında yaşama korkusu… Bu süre içinde kız arkadaşlarımız enstitüler bitirmişti, ya biz? Hiçbir işten anlamayız, uzmanlığımız yok. Tek bildiğimiz savaş, elimizden gelen tek şey savaşmak. Bir an önce savaştan kurtulmak istiyorduk. İlk kez elbise giydiğimde gözyaşlarına boğuldum. Yaralandığımı, beyin sarsıntısı geçirdiğimi kime söyleyebilirdim? İstersen söyle, kim seni işe alır, kim seninle evlenir? Sesimizi çıkarmıyorduk. Cephede savaştığımızı kimseye itiraf etmiyorduk. Onun dışında, kendi aramızda bağlantı halindeydik, yazışıyorduk. Sonradandır, otuz yıl sonradır bizi onurlandırmaya başlamaları… Etkinlik davetleri filan… İlk zamanlar köşemize sinmiştik, nişanlarımızı bile takmıyorduk. Erkekler takıyordu, kadınlar, hayır. Erkekler; galipler, kahramanlar, eş adayları, savaş onlarındı. Bizeyse tamamen farklı gözle bakılıyordu. Tamamen farklı… Şöyle söyleyeyim, zaferi bize yâr etmediler. Onu usulca sıradan kadın mutluluğuyla takas ettiler. Zaferi bizimle bölüşmediler. Ve bu inciticiydi… Anlaşılmazdı… Çünkü cephede erkekler bize mükemmel davranıyorlardı, hep koruyup kollayarak; barış zamanında kadınlara böyle davrandıklarını görmedim. Ordu çekilirken istirahat etmek için çıplak toprağın üzerine uzanırdık, kendileri gömlekleriyle kalır bize kaputlarını verirlerdi. Son peksimetlerini bölüşürlerdi. Savaşta iyilikten, yakınlıktan başka bir şey görmedik. Ya savaştan sonra? İyisi mi susayım… Hiç söylemeyeyim… Bize acımanıza gerek yok. Biz gururluyuz. İsterlerse tarihi on kere baştan yazsınlar. Stalin’le ya da Stalin’siz. Geriye kalacak olan şu: Biz kazandık! Ve bizim acılarımız. Bizim çektiklerimiz. Bunlar paçavra değil, kül değil. Bizim hayatımızdır. Başka sözüm yok…
SAVAŞIN DEĞİL DUYGULARIN TARİHİ
Öncelediği savaş değil, savaştaki insan Aleksiyeviç’in. Savaşın tarihini değil, duyguların tarihini yazıyor. Ruhsal yaşamın izini sürüyor, ruhun notlarını tutuyor Aleksiyeviç. Ruhun yolu onun için olayın kendisinden önemli.
Onu heyecanlandırdığı kadar korkutan soruları var: İnsan orada neler yaşadı? Hayata ve ölüme ve elbet kendine dair neyi görüp anladı? Ne de olsa duyguların, ruhun tarihini yazıyor Aleksiyeviç en başta. Savaşın ya da devletin tarihini, kahramanların yaşam öykülerini değil, sıradan yaşamın içinden muazzam bir olayın epik derinliğine iniyor. O, ‘büyük tarih’e fırlatılmış küçük insanın yaşamını yazıyor.
NEDEN ELLERİNE SİLAH ALDILAR?
Şunu soruyor: Bu kızlar nereden çıktılar? Neden bu kadar kalabalıktılar? Nasıl oldu da ellerine silah almaya cesaret ettiler? Ateş etmeye, mayın döşemeye, patlatmaya, bombalamaya, öldürmeye…
Aynı soruyu daha on dokuzuncu yüzyılda Puşkin de, Napolyon ordularına karşı savaşmış kadın süvari Nadejda Durova’nın notlarından bir parçayı Sovremennik Dergisi’nde yayımlarken sormuş:
“Köklü bir asilzade soyuna mensup genç bir kızı baba evini terk, cinsiyetini inkâr edip, erkekleri bile korkutan iş ve vazifeleri üstlenmeye ve Napolyon’a karşı muharebelere - hem de ne muharebelere! - iştirak etmeye zorlayan sebepler acaba nelerdi? Neydi onu teşvik eden? Gizli bir gönül yarası mı? Galeyana gelmiş muhayyilesi (hayal gücü) mi? Doğuştan gelen dizginlenemez bir iptila (tutku) mı? Aşk mı yoksa?”
Evet ya, neydi? Yüz küsur yıl sonra yine aynı soruyu sormaktan mutlu değil ama soruyor Svetlana Aleksiyeviç.
TRAVMATİK ERİL DÜNYANIN DİBİ!
Kadın Yok Savaşın Yüzünde kitabında hayrete şayan mesleklere sahip pek çok kadınla tanışmış: Sıhhiyeci, keskin nişancı, uçaksavar komutanı, istihkâmcı; oysa şimdi muhasebeci, laborant, rehber veya öğretmenler… Harikulade kadın anlatıcılara da rastlıyor öyle ki yaşamlarının kimi sahneleri klasiklerin en iyi sayfalarıyla yarışabilir!
“Erkek” değil “kadın” savaşına ilişkin anlatıyı yakalamak için uzun, dolambaçlı yollardan gitmek gerektiğini fark etmiş. Nasıl çekilmişler, cephenin hangi mıntıkasında nasıl taarruza geçmişler? gibi… Kadınlar da Aleksiyeviç’i dikkatlice almışlar dünyalarına. O eril dünyanın dibinde, savaşın ne kadar mahrem ve travmatik bir deneyim olduğunu aldığı şu yanıtlarda daha iyi idrak etmiş yazar:
- “Savaştan hemen sonra evlendim. Kocamın arkasına saklandım. Günlük hayatın, kundakların... Seve seve saklandım. Annem ‘Sus! Sus!! Bahsetme,’ derdi. Neticede vatani görevi- mi yerine getirdim ama yine de orada bulunmuş olmak beni üzüyor. Biliyor olmak… Sen daha küçücük kızsın. Sana kıyamıyorum…”
- Bir keresinde bir kadın (pilot) benimle buluşmayı reddetmişti. Şöyle açıklamıştı telefonda itirazını: ‘Yapamam… Hatırlamak istemiyorum. Savaşta üç yılım geçti… O üç yıl boyunca kendimi kadın gibi hissetmedim. Bünyem donup kaldı. Âdetten kesildim, kadınsı arzularımı neredeyse tümden yitirdim. Güzeldim oysa… Müstakbel eşim bana evlenme teklif ettiğinde… Sonradan yani, Berlin’de, Reichstag’ın önünde… Şey demişti: ‘Savaş bitti. Şanslıymışız, hayatta kaldık. Evlen benimle.’ Ağlamak istemiştim. Bağırmak. Vurmak ona! Ne evlenmesi? Şimdi mi? Bütün bunların ortasında mı? Şu kara isin, kara kara tuğlaların ortasında… Baksana bana, ne haldeyim! Önce kadın kıl beni: Çiçek al, kur yap, güzel sözler söyle. Öyle istiyorum ki bunu! Öyle bekliyorum ki! Az kalsın vuracaktım ona… Vurmak istemiştim… Tek yanağı savaşta yanmıştı, kıpkırmızıydı; nasıl baktıysam, anlamış içimden geçeni, o yanağından yaşlar süzülüyor. Taze yaranın üstünden… Kendim de inanamadım söylediğime: ‘Tamam,’ dedim, ‘evlenelim.’ Kusura bakmayın… Yapamam…’”
- “O zaman size her şeyi anlatamadım, devir başka devirdi. Birçok şeyi gizlemeye alışmıştık…”.
- “Hayır, hayır, yapamam. Oraya tekrar dönmek mi? Yapamam… Hâlâ savaş filmi izlemiyorum ben. O zamanlar küçük bir kızdım. Hayallerle hülyalarla büyüyordum. Birdenbire savaş patlak verdi. Sana da kıyamam… Çok ciddiyim… Gerçekten istiyor musun bunları bilmeyi? Kızımın yerine koyarak soruyorum… Neden ben peki? Eşimle konuşmalısın, o sever hatırlamayı. Komutanların, generallerin adlarını, bölüklerin numaralarını - her şeyi hatırlar. Ben öyle değilim. Ben sadece kendi başıma geleni anımsıyorum. Kendi savaşımı. Etrafta bir sürü insan da olsa yalnızsın çünkü insan ölüm karşısında hep yalnızdır. Feci bir yalnızlık hissi duyduğumu anımsıyorum.”
- “Size tüm sırlarımı açamadım. Yakın zamana kadar bunları söylemek yasaktı ya da utanırdık…”.
“Doktorlar korkunç bir teşhis koydu bana… Gerçeği olduğu gibi anlatmak istiyorum…”.
- “Biz ihtiyarlar için hayat zor… Ama derdimiz, aldığımız o cüzi, onur kırıcı emeklilik maaşı değil. Daha ziyade, o büyük geçmişten dayanılmaz derecede ‘küçük şimdi’ye sürülüşümüz yaralıyor bizi. Artık kimse bizi okullara, müzelere konuşma yapmaya çağırmıyor, bize ihtiyaç kalmadı. Gazete yazılarında faşistler giderek daha asil, Kızıl Ordu askerleri gitgide daha canavar.”
- “Gece uyanacak gibi oluyorum… Sanki biri… ağlıyor yanımda… Savaştayım… Çekiliyoruz. Smolensk’in dışında bir kadın bana el- bisesini getiriyor, üzerimi değiştirme fırsatı buluyorum. Yalnız yürüyorum… erkeklerin arasında. Demin üzerimde pantolon vardı, şimdi yazlık elbise. Birdenbire geldi… Aybaşı… Erken oldum, heyecandan herhalde. Kaygılardan, kırgınlıktan. Orada ne bulabilirsin? Rezil oldum! Nasıl utanıyorum! Çalı diplerinde, hendeklerde, ormanda kütüklerin üzerinde yatıyoruz. O kadar kalabalık ki ormanda herkese yatacak yer kalmıyor. Sersem, kandırılmış, artık kimselere inanmayarak yürüyoruz… Hava kuvvetlerimiz, tanklarımız nerede? Uçan, sürünen, gürleyen her şey Almanlara ait. Bu halde esir alındım. O da yetmez gibi, tutsak düşmemizden önceki gün iki ayağımı birden incitmiştim… Yattığım yerde altıma yapıyordum… Bilmem nereden derman buldum da geceleyin sürünerek ormana kaçtım. Tesadüfen partizanlar görüp aldı beni…”
KADIN SAVAŞI ERKEK SAVAŞINDAN KORKUNÇ!
Aleksiyeviç’e göre “kadın” savaşı “erkek” savaşından daha korkunç. Çünkü erkekler; tarihin, olayların ardına saklanıyor, savaş onları fikirlerin, çeşitli çıkarların faaliyeti ve çatışması olarak cezbediyor, kadınlarsa duyguların etkisinde. Erkekleri çocukluktan itibaren bir gün ateş etmeleri gerekebileceği fikrine hazırlıyorlar. Kadınlara bu öğretilmiyor… Bu yüzden olup bitenleri başka bir şekilde anımsıyorlar.
Kadınların savaşının kokusu, rengi, gündelik ayrıntıları var kitabında. Şöyle yazıyor meselâ: “Bize verdikleri sırt çantalarından kendimize etekler diktik”; “askerlik şubesinin bir kapısından elbiseyle girdim, diğerinden pantolon ve asker gömleğiyle çıktım, saç örgümü kestiler, kafamda bir perçem kaldı…”; “Almanlar köyü ateşe verip gitti… Bir geldik, ezilmiş sarı kumların üzerinde bir çocuk ayakkabısı…”
SAVAŞTA CESARET VE FİKİRDE CESARET!
Kadınların Stalin konusuna temkinli ve nadiren girdiklerini belirtiyor Aleksiyeviç. Yalnız Stalin hipnozu ve korkusu değil, eski inançları yüzünden de hâlâ felçli gibi olduklarını söylüyor: “Bir zamanlar sevdiklerini sevmekten vazgeçemiyorlar. Savaşta cesaret, fikirde cesaret - iki ayrı şeymiş. Ben aynı sanırdım oysa”.
İnsan doğasının derinlerine, karanlığına, bilinçaltına göz atmaya çalışıyor. Savaşın sırrında gezinirken dehşetengiz anılara hiç hazır değil elbette. Savaşın kadını erkeği yok onu anlıyor en azından savaşın ortasındayken böyle bu.
Aleksiyeviç’in arşivinde en ilgisini çeken belgelerden biri, sansür heyetinin çıkardığı parçaları topladığı not defteri. Bir de sansürcüyle yaptığı konuşmalar… Kitabında arşivinden çıkardığı bazı sayfaları da paylaşıyor.:
- “Düşman çemberinden sıyrılmaya çalışıyorduk… Nereye atılsak, her tarafta Almanlar. Sabahleyin mevzilerini yararak geçmeye karar verdik. Madem öleceğiz, onurumuzla ölelim, dedik. Savaşarak. Üç kız vardı aramızda. Gece, o işi yapabilen herkesin yanına uğramışlardı… Ta- bii herkesin mecali yoktu. Sinirler altüst, bilirsiniz işte. Öyle bir durumda… Herkes ölüme hazırlanıyordu… Sabaha birkaç kişi kurtulabilmişti… Çok az… Yedi kişi filan, oysa daha fazla değilse, elli kişi vardık. Makineli tüfekle taradı Almanlar… O kızları minnettarlıkla anıyorum. Sabahleyin yaşayanların arasında hiçbirini bulamadım… Bir daha da rastlamadım…”
- “Biri bizi ele vermiş… Almanlar partizan müfrezesinin konaklayacağı yeri öğrenmiş. Ormanın çevresini ve tüm girişleri sarmışlar. Balta girmemiş bölgelerde saklanıyorduk, tenkil müfrezesinin uğramadığı bataklıklar koruyordu bizi. Bataklık, araçları da insanları da ölümüne içine çekiyordu. Günlerce, haftalarca boğazımıza kadar suyun içinde durduğumuz oluyordu. Aramızda bir kadın telsizci vardı, yakınlarda doğum yapmıştı. Çocuğu aç, meme ister ama annenin kendisi de aç, sütü gelmez, çocuk ağlar. Tenkilciler yakında… Köpekleri de cabası… Köpekler duyacak olursa hepimiz mahvoluruz. Bütün grup, otuz kişi… Anlıyorsunuz, değil mi?
Komutan karar verdi… Kimse anneye emri iletmeye cesaret edemiyor ama kendisi de anlıyor zaten. Bebeğin kundağını suya bırakıp uzun süre tutuyor orada… Çocuk bağırmıyor artık… Hiç sesi çıkmıyor… Biz bakışlarımızı kaldıramıyoruz. Ne anneye ne birbirimize bakabiliyoruz…”
- “Tutsakları alıp müfrezeye getiriyorduk… Kurşuna dizmezdik, fazla kolay bir ölümdü onlar için; bunun yerine harbilerle domuz gibi boğazlar, parça parça ederdik. Ben de bunu izlemeye giderdim… Beklerdim! Acıdan gözlerinin patlayacağı anı beklerdim uzun uzun… Gözbebeklerinin… Nasıl anlayabilirsiniz ki?! Köyün ortasında ateş yakıp annemle küçük kız kardeşlerimi içine atmışlardı…”
- “Ben nişancıydım. O kadar çok insan öldürdüm ki… Savaştan sonra doğurmaktan uzun süre korktum. Normale dönünce doğurdum. Yedi yıl sonra… Yine de hiçbir şeyi affetmiş değilim. Etmem de… Esir Almanları görünce sevinirdim. Acınacak halde olmalarına sevinirdim: ayaklarında çizme yerine dolama çoraplar, kafalarında sargılar… Köyün içinden geçirirlerdi onları, “Ana, ekmak ver… Ekmak…” diye rica ederlerdi. Köylülerin evlerinden çıkıp da onlara bir ekmek parçası, bir lokma patates vermelerine hayret ederdim… Erkek çocukları kafilenin peşinden koşar, taş atarlardı… Kadınlarsa ağlardı… İki hayat yaşamışım gibi geliyor bana: Biri erkekliğe, diğeri kadınlığa ait…”
GURUR, HEYECAN, TRAVMA, KORKU İÇ İÇE
Kitabında kadın askerlerin onlarca hikâyesini paylaşıyor Aleksiyeviç. Annelerinden, ailelerinden koparak cepheye koşan gencecik kadınlar, kız çocuklarının yaşadıklarını okuduğunuzda hepsinde de büyük bir gurur, Zafer düşü, heyecan, travma, korkunun iç içe geçtiğini anlıyorsunuz. Cepheye gitmediklerini adeta koştuklarını anlıyorsunuz. Öylesine gönüllü, bile isteye, vatanları için, samimi, inanmış...
- Mariya İvanovna Morozova (İvanuşkina): “Savaş sürüyordu… Kız arkadaşlarım… Bizim kızlar, ‘Cepheye gitmek lazım,’ diyordu. Lafı edilmişti bir kere. Hepimiz askerlik şubesinin kursuna yazıldık. Kimimiz belki topluluktan ayrı düşmemek için, bilmiyorum. Bize orada piyade tüfeğiyle ateş etmeyi, el bombası atmayı öğrettiler. Açıkçası ben tüfeği elime almaya korkardım, tedirgin olurdum. Sadece cepheye gitmek istiyordum, o kadar. Özel sanıyorduk kendimizi… Askerlik şubesine geldik, toplam kırk kişiydik, hepimiz de ateş etmeyi ve ilkyardımı biliyorduk. Saçlarımı güzelce örmüştüm, oradan çıktığımda örgüm yoktu… Asker tıraşı yaptılar… Elbisemi de aldılar. Sırtımıza derhal asker gömlekleri giydirdiler, başlarımıza kepler taktırdılar, sırt çantalarını omuzlayıp bir yük trenine bindik, samanların üzerine serildik. Neşe içinde binmiştik. Gözümüz kara. Şakalaşarak. Çok güldüğümüzü hatırlıyorum. Nereye gidiyorduk? Bilmiyorduk ki. Önemli değildi yeter ki cepheye gidelim. Şelkovo İstasyonu’na geldik, yakınlarında kadın keskin nişancıların eğitim aldığı bir okul vardı. Sevindik. Ciddi bir işti bu. Ateş edecektik. Garnizon hizmeti ve disiplin tüzüklerine çalışıyorduk; arazide gizlenme, kimyasal silahın etkilerinden korunma. Snayperkayı (Keskin nişancı tüfeği) gözümüz kapalı monte edip sökmeyi öğrenmiştik; rüzgârın hızını, hedefin hareketini, hedefe uzaklığı tespit etmeyi, siper kazmayı, alçak sürünmeyi hepsini, hepsini biliyorduk artık. Bir an önce cepheye gönderseler diyorduk. Ateş konusunda iyiydik, hatta iki günlük talim için ön hattan çağrılan erkek nişancılardan bile iyiydik. Bunlar işlerini yapabilmemize çok şaşıyordu. Hayatlarında ilk kez kadın nişancı görüyorlardı herhalde. Nefret etmek ve öldürmek kadınlara göre işler değil. Bize göre değil… Kendimizi ikna etmemiz gerekiyordu. İnandırmamız… “Çabuk asker olduk… Bilirsiniz, düşünmeye pek zamanımız yoktu. Duygularımızı sorgulamaya… (...) Çiftler halinde gidiyorduk; sabahın köründen gece yarısına kadar yalnız başına oturmak zordur, gözler yorulur, yaşarır, ellerini hissetmezsin, bütün vücudun gerginlikten taş kesilir. Baharda bilhassa zorlanırsın. Altında kar erir, bütün gün suyun içinde kalırsın, yüzer gibi, soğuktan toprağa yapıştığın da olur. Karda on iki saat, bazen daha uzun süre yatardık ya da bir ağacın tepesine, bir ahırın veya yıkık bir evin çatısına tüner, orada kamufle olurduk. Yedi yüz, sekiz yüz, bazen beş yüz metre ayırırdı bizi Almanların oturduğu hendeklerden. Nasıl korkmazdık bilmiyorum… Anlayamıyorum şimdi… (...) Geceleri laflardık tabii. Ne mi konuşurduk? Evlerimizden, herkes kendi annesinden söz ederdi, kiminin babası ya da erkek kardeşleri savaştaydı. Savaştan sonra ne olacağımızı konuşurduk. Evlenecek miyiz, kocalarımız bizi sevecek mi? Ben eşimle savaşta tanıştım, aynı alayda görev yapıyorduk. İki yarası vardı, beyin sarsıntısı geçirmişti. İki çocuk büyüttük, enstitü bitirdiler. Döndüğümde her şeye sil baştan başlamam gerekti. Yeniden pabuç giymeyi öğrendim - üç yıl cephede çizme giydikten sonra. Kemere alışmıştık, sımsıkı bağlardık, şimdi giysiler üzerimden sarkıyordu sanki, bir garip hissediyordum. Eteklere dehşet içinde bakıyordum… Elbiselere… Sivil kıyafetle, pabuçlarla gezerken bir subaya rastladığında ister istemez elin kalkar selam vermek için. (...) Oradan canlı çıksan da ruhun sakat kalıyor. Şimdi düşünüyorum da, keşke bacağımdan, kolumdan filan yaralansaydım, bedenim acısaydı. Ama ruhum… Çok acıyor. Genceciktik cepheye gittiğimizde. Çocuktuk. Savaşta boyum bile uzamış. Annem ölçtü evde… On santimetre uzamıştım…”
- Yelena Vilenskaya, çavuş, yazıcı: “Ben yazıcı olarak görünüyordum… Orduya katılmaya şöyle ikna ettiler beni… “Savaştan önce fotoğrafçılık yaptığınızı biliyoruz, bizde de fotoğrafçı olarak çalışacaksınız,” dediler. İyi hatırladığım bir şey varsa o da ölümü resimlemek istemediğimdir. Ölüleri. Askerleri dinlenirlerken çekerdim, sigara içer, güler, madalya alırlarken. O zaman renkli filmim olmaması ne kötü, sadece siyah-beyaz film vardı elimde. Alay bayrağının göndere çekilmesi… Bunu güzel çekebilirdim mesela… Bugünlerde… Gazeteciler gelip, “Ölüleri çekmiş miydiniz?” diye soruyorlar bana, “muharebe sonrası…” Aradım taradım… Ölüm fotoğrafım az benim… Birisi öldüğünde, çocuklar, “Canlı hali var mı sende?” diye sorardı. Canlı halini arardık… Gülümsediği bir resmini…”
- Klavdiya Grigoryevna Krohina, uzman çavuş, keskin nişancı: “İlk seferinde korkuyorsun… Çok korkuyorsun… Uzandık, gözlemdeyim. Bir Almanın siperden çıkacak gibi doğrulduğunu gördüm. Bastım tetiğe, düştü. Tir tir titredim, biliyor musunuz? Resmen kemiklerimin takırdadığını duydum. Ağlamaya başladım. Hedeflere ateş ederken sorun yoktu ama bu kez: Öldürmüştüm! Ben! Tanımadığım bir insanı vurmuştum. Sonra geçti bu his. Yani şöyle… Nasıl oldu… Taarruzdaydık, küçük bir kasabanın önünden geçiyorduk. Ukrayna’da galiba. Yol kenarında bir kulübe ya da ev gördük, tam olarak seçmek imkânsızdı, her şey yanmış, kara kara taşlar kalmış geriye. Bir temel… O kömürlerin içinde insan kemikleri bulduk, aralarında da yanmış yıldızlar (Kızıl Ordu nişanı); yani bu yakılanlar bizim yaralılarımız ya da tutsaklardı. O olaydan sonra ne kadar öldürdüysem de acımadım artık. O siyah yıldızları gördükten sonra… Savaştan saçlarım ağarmış vaziyette döndüm. Yaş yirmi bir, saçlar bembeyaz. Ağır yara almıştım, beyin sarsıntısı, tek kulağım zor işitiyordu. Annem, “Geleceğine inanıyordum, gece gündüz dua ettim senin için,” diyerek karşıladı beni. Erkek kardeşim cephede ölmüştü. Ağlıyordu annem: “Kız doğurmuşsun, erkek doğurmuşsun farkı kalmadı.”
- Natalya İvanovna Sergeyeva, er, hastabakıcı: “Konuşmak istiyorum… Konuşmak! İçimi dökmek! Sonunda birileri bizi de dinliyor. Senelerce sustuk, evde bile sustuk. Onlarca sene. Savaştan döndüğüm ilk yıl çok konuşuyordum ben. Kimse dinlemiyordu. Ben de bıraktım… O vakitler gençtim. Çok genç. Hemşire kursları açılmıştı, babam beni ve kız kardeşimi oraya götürdü. Ben on beş yaşındaydım, kardeşim on dört. ‘Zafer için verebileceğim tek şey bu. Kızlarım…’ demişti. O zaman başka şey düşünülmüyordu. Bir yıl sonra kendimi cephede buldum…”
- Yelena Antonovna Kudina, er, şoför: “İlk günlerde… Şehirde bir keşmekeş hâkimdi. Kaos. Tüyleri diken diken eden bir korku. Birtakım ajanları yakalamaya çalışıyorlardı. Herkes birbirine, ‘Provokasyonlara kapılmayın,’ diyordu. Ordumuzun felakete uğradığını, birkaç hafta içinde tarumar edildiğini kimse fikren bile olsa kabul edemiyordu. Bir de baktık ki çekiliyoruz… Savaş öncesinde ortalıkta, Hitler’in Sovyetler Birliği’ne saldırmaya hazırlandığı söylentileri dolaşırdı ama bu tür konuşmalar sıkı bir şekilde takip edilirdi ilgili organlar tarafından… Fakat Stalin’in konuşmasından sonra… Bizlere ‘kardeşlerim…’ diye hitap etmişti. O zaman herkes kırgınlıklarını unuttu. Benim dayım hüküm giymişti, kamptaydı; öncesinde demiryollarında çalışan yaşlı bir komünistti. İşyerinde tutuklanmış… Kim tutukladı? Malum, NKVD (Narodnıy Komissariat Vnutrennih Del - İçişleri Halk Komiserliği)… Dayıcığımızın hiçbir suçunun olmadığını biliyorduk. İnanıyorduk ona. Ta iç savaştan kalma nişanları vardı… Yine de Stalin’in konuşmasından sonra annem, ‘Önce bir vatanımızı kurtaralım, sonra düşünürüz,’ demeyi bildi. Herkes vatanını seviyordu. Ben de hemen askerlik şubesine koştum. Anjinime rağmen, daha ateşim tam düşmemişti, ama bekleyecek sabrım yoktu…”
- Antonina Maksimovna Knyazeva, onbaşı, muhabereci: “Annemizin erkek evladı yoktu… Beş kız büyütüyordu. Savaş ilan edildi. Benim mükemmel müzik kulağım vardı. Konservatuara girmeyi hayal ederdim. Kulağımın cephede işe yarayacağına karar verdim, muhabereci olacaktım. Stalingrad’a tahliye edildik. Stalingrad kuşatıldığında gönüllü olarak cepheye gittik. Hep birlikte. Bütün aile: Annem ve beş kız; babam o sırada zaten savaşıyordu…”
- Tatyana Yefimovna Semyonova, çavuş, trafik memuru: “Herkesin tek arzusu cepheye gitmekti… Korkuyor muyduk? Tabii ki korkuyorduk… Ama olsun… On altı-on yedi yaşlarındaydık. Arkadaşımla keskin nişancı okuluna gitmek istiyorduk fakat bize, ‘Trafik memuru olacaksınız. Size ders vermeye vakit yok,’ dediler. Annem birkaç gün istasyonda nöbet tutmuş, gidişimizi beklemiş. Katara doğru yürüdüğümüzü görünce yanıma gelip bana biraz çörek, on tane de yumurta verdi, bayıldı sonra…”
- Yefrosinya Grigoryevna Breus, yüzbaşı, doktor: “Dünya hemen değişti… İlk günleri anımsıyorum… Annem pencerenin kenarında durur dua ederdi. Beni askere çağırdılar, doktordum. ‘Görevdir’ diye düşünerek gittim. Babam kızı cepheye gittiği için mutluydu. Vatanını savunduğu için. Sabah erkenden askerlik şubesine gitmişti. Belgemi alacaktı; özellikle o erken saatte düşmüştü ki yola köydeki herkes kızının cepheye gittiğini anlasın…”
- Liliya Mihaylovna Butko, ameliyat hemşiresi: “Yazdı… Barışın son günü… Akşam dansa gitmiştik. Yaşlarımız on altı. Topluca gezerdik o zamanlar, önce birini eve bırakırdık, sonra diğerini. Çiftler halinde ayrı ayrı gezmek yoktu bizde. Altı erkek, altı kız filan dolaşırdık. Neyse, iki hafta sonra, bizi dans dönüşü eve bırakan bu çocukları - zırhlı birlikler okulunda okuyorlardı- sakatlanmış halde, sargılar içinde getirmeye başladılar. Kâbus gibi bir şeydi! Gülen birilerini görünce kızardım. Böyle bir savaş sürerken nasıl gülünür, bir şeylere nasıl sevinilir? Kısa süre sonra babam milis kuvvetlerine katıldı. Evde küçük erkek kardeşlerim ve ben kaldık. Anneme cepheye gideceğimi söyledim. Ağlıyordu, kendim de geceleri ağlıyordum. Buna rağmen evden kaçtım… Anneme bölüğümden mektup yolladım. Oradan beni artık hiçbir şekilde geri döndüremezdi…”
- Polina Semyonovna Nozdraçova, sıhhiyeci: “Annem hayatta değildi… Bombardımanda ölmüştü… Kırk bir yılıydı, ordumuz çekiliyordu… Çalıların ardında saklanıyorduk, bizim askerlerden birinin tüfekle Alman tankının üzerine atladığını ve dipçikle zırha vurduğunu gördüm. Vuruyor, bağırıp çağırıyor ve ağlıyordu ta ki düşene kadar. Alman askerleri onu vurdular. İlk yıl ellerimizde tüfekler, tanklara ve messerlere (Messerschmitt Bf (Me) 109 adlı Alman avcı uçağına halk arasında verilen ad) karşı savaştık biz…”
- Yevgeniya Sergeyevna Sapronova, muhafız bölüğü çavuşu, uçak makinisti: “Anneme rica ediyordum… Yalvarıyordum “Ne olur ağlama” diye… Henüz gece değildi ama hava karanlıktı, kesintisiz bir inilti yükseliyordu. Annelerimiz kızlarını yolcu ederken ağlamıyor, inliyorlardı. Bir benim annem taş kesilmiş gibi dikiliyordu. Tuttular erkek gibi tıraş ettiler, saçlarımdan geriye küçük bir perçem kaldı. Aslında babamla ikisi yollamak istememişti ama benim tek arzumdu cepheye gitmek! Şimdi müzede asılı duran şu afişler: ‘Yurdun seni çağırıyor!’, ‘Ya sen cephe için ne yaptın?’ beni çok etkiliyordu mesela. Ya şarkılar? ‘Ayaklan, büyük ülke… Ölümüne mücadeleye hazırlan…’ (İkinci Dünya Savaşı sırasında Rusya’nın neredeyse marşı haline gelen ‘Kutsal Savaş’ (Svyaşennaya Voyna) adlı vatanseverlik şarkısının sözleri). Yolda hayrete düşmüştük: Öldürülenler peronlarda yatıyordu. Bu artık savaşın ortasındayız demekti… Fakat gençlik işte, şarkılar söylüyorduk. Hatta neşeli bir şeyler. Mâniler. Çatışmaların bitimine yakın bütün ailem savaşıyordu. Babam, annem, kız kardeşim demiryollarına girmişlerdi. Cephenin peşi sıra ilerliyor, yolları tamir ediyorlardı. Bizim ailede herkes zafer madalyası aldı: babam, annem, kardeşim ve ben…”
- Galina Dmitriyevna Zapolskaya, santralci: Bölüğümüz, savaşın daha ilk haftalarda sıçradığı Borisov kentinde konuşlanmıştı. Yirmi kız vardık. Hepimiz yurdumuzu savunmaya hazırdık. Önceden savaş kitaplarını sevmezdim hiç, aşk kitapları okurdum. Al sana! Cihazların başında sabah akşam, günlerce otururduk. Askerler bize yemek getirirdi, atıştırır, oturduğumuz yerde biraz uyuklar, sonra tekrar kulaklıkları takardık. Saçımızı yıkamaya vaktimiz yoktu, o yüzden bizimkilerden rica etmiştim: “Kızlar, örgülerimi kessenize…”
- Yelena Pavlovna Yakovleva, başçavuş, hemşire: Askerlik şubesine gidip duruyorduk… Bir gelişimizde, artık komiser bizi neredeyse kovacaktı: ‘Bari herhangi bir uzmanlığınız olsa. Hemşire olsanız, şoför… Hangi iş gelir ki elinizden? Savaşta ne yapacaksınız?’ Biz bunu hiç düşünememiştik. Savaşmak istiyorduk, o kadar. Bizi cepheye değil hastaneye gönderdiler. Kırk bir yılıydı, ağustos ayının sonu… Okullar, hastaneler, kulüpler yaralılarla doluydu. Ama şubat ayında ben hastaneden ayrıldım, kaçtım, firar ettim denebilir. Evraksız, hiçbir şeysiz sıhhiye trenine atladım. Bir küçük not bıraktım sadece: ‘Nöbete gelmeyeceğim. Cepheye gidiyorum.’ O kadar…
- Vera Danilovtseva, çavuş, keskin nişancı: “O gün randevum vardı… Uça uça gittim… Sevdiğim çocuğun bana ilan-ı aşk edeceğini düşünüyordum ama o üzgün geldi: ‘Vera, savaş başlamış! Bizi derslerden alıp doğruca cepheye yolluyorlar,’ dedi. Askeri lisede okuyordu. E tabii ben de kendimi derhal Jeanne d’Arc rolünde hayal ediverdim. Tüfeği omuzlayıp cepheye gitmekten aşağısı kurtarmazdı beni. Birlikte olmalıyız! Birlikte olalım yeter! Hemen askerlik şubesine koştum; sert bir şekilde kestirip attılar: ‘Şimdilik sadece tıbbi personel gerekiyor. Onun da altı aylık öğrenim süresi var.” Altı ayda kafayı yiyebilirdim! Âşıktım âşık… Beni bir şekilde okumam gerektiğine ikna ettiler. Peki, okurum, ama hemşirelik değil… Silah kullanmak istiyorum! Sevdiğim çocuk gibi ateş etmek. O kadar ki birlikte öleceğimizi hayal ederdim. Aynı muharebede…Tiyatro enstitüsü öğrencisiydim. Aktris olmayı hayal ediyordum. İdolüm Larisa Reissner’di (1895-1926: Rusya iç savaşına katılmış Polonya kökenli devrimci, gazeteci, şair, yazar).”
- Anna Nikolayevna Hroloviç, hemşire: “Arkadaşlarımın hepsi de benden büyüktü, hepsini cepheye çağırdılar… Yalnız kalınca, beni almadılar diye feci ağlamıştım. Bana, ‘Daha okuman lazım, ufaklık,’ dediler.
Fakat okuma faslı uzun sürmedi. Cepheye bizi fabrika şefleri uğurladı. Yazdı. Hatırlıyorum, tüm vagonlar bitkilerle, çiçeklerle doluydu. Armağanlar getirmişlerdi bize. Benim payıma müthiş lezzetli bir ev kurabiyesi ve güzel bir kazak düşmüştü. Peronda Ukrayna hopakını (Ukrayna halk dansı) nasıl coşkuyla oynamıştım! Yolculuk günlerce sürdü… Bir istasyonda kızlarla kovaya su doldurmak için indik. Bir de ne görelim? Peş peşe geçen katarlar hep genç kızlarla doluydu. Şarkı söylüyorlardı. Kimi başörtüsünü, kimi kepini sallıyordu bize. Anladık ki savaşacak erkek kalmamış, hepsi helâk olmuş… Ya da esir düşmüşler. Şimdi onların yerine biz gidiyoruz. Annem bana bir dua yazmıştı. Madalyonumun içine koymuştum onu. İhtimal, faydası oldu ki eve dönebildim. Muharebelerden önce madalyonumu öperdim…”
- Antonina Grigoryevna Bondareva, muhafız bölüğü teğmeni, kıdemli pilot: “Daha ben yedinci sınıftayken bizim oraya uçak gelmişti, otuz altı yılında. O zaman bu görülmemiş bir şeydi. Hemen duyurular başladı: ‘Genç kızlar ve delikanlılar, uçağa!’ Hemen havacılık kulübüne yazıldım. Havacılık kulübünü dereceyle bitirdim, paraşütle atlamada iyiydim. Savaştan önce evlenmeye de vakit buldum, bir kız doğurdum. Savaşın ilk günlerinden itibaren havacılık kulübümüzde birtakım düzenlemeler başladı: Erkekleri askere alıyorlardı, yerlerine biz kadınlar geçiyorduk. Kursiyerlere ders veriyorduk. Eşim cepheye ilk gidenlerden biri oldu. Elimde bir fotoğraf kaldı. Kızımla baş başa kalmıştık, devamlı kamplarda kalıyorduk. Nasıl bir yaşantımız mı vardı? Lapasını yedirip kapıyı üstüne kilitlerdim, sabah dörtten itibaren uçuşta olurduk. Akşam dönerdim, yemiş mi yememiş mi belli değil, üstü başı o lapaya bulanmış. Ağlamıyordu bile artık, sadece yüzüme bakıyordu. Gözleri eşiminkiler gibi iri iri… Kırk bir yılının sonuna doğru bana vefat kâğıdını yolladılar: Kocam Moskova önlerinde ölmüştü. Kızımı seviyordum ama onu eşimin yakınlarına bırakmak zorunda kaldım. Ve cepheye gitmek için başvuruda bulundum… Son gece… Bütün gece kızımın karyolası önünde dizlerimin üzerinde durdum…”
- Serafima İvanovna Panasenko, asteğmen, motorize piyade taburu sağlık memuru: “On sekizimi doldurmuştum… Nasıl mutluydum, bayram ediyordum. O sırada çevremde herkes “Savaş!!” diye feryat ediyordu. İnsanların ağladıklarını anımsıyorum. Hatta dua edenler bile vardı. Alışılmadık bir durum… İnsanlar sokaklarda dua ediyor, haç çıkarıyordu. Okulda bize tanrının olmadığı öğretilmişti oysa. Ya tanklarımız, güzel uçaklarımız neredeydi? Geçit törenlerinde hep görürdük onları. Gurur duyardık! Komutanlarımız neredeydi Sonra nasıl kazanırız diye kafa yormaya başladı insanlar. Sağlık memurluğu-doğum hekimliğinde okuyordum. Hemen, ‘Savaş çıktı madem, cepheye gitmeli,’ diye düşündüm. Babam kıdemli komünisttir, siyasi kürek mahkûmu (1917 öncesi devrimci faaliyetleri yüzünden kürek cezası almış mahkûm). Bize çocukluğumuzdan itibaren vatanın her şey demek olduğunu, vatanı korumak gerektiğini öğretmişti. Tereddüt etmedim: Ben gitmeyeyim de kim gitsin? Gitmeliyim…”
- Tamara Ulyanovna Ladınina, er, piyade: Annem trenin yanına geldi koşarak… Sert kadındı. Bizi hiç öpmez, asla övmezdi. Ama bu kez geldi, tuttu başımı, öpüyor, öpüyor. Gözlerimin içine bakıyor… Uzun uzun… Annemi bir daha hiç göremeyeceğimi o an anladım. Her şeyden vazgeçip, sırt çantamı teslim edip eve dönmek istedim. Acıdım herkese… Nineme… Küçük erkek kardeşlerime… O sırada emir geldi: ‘Açıl!! Vagonlara bin!..’ Uzun süre el salladım…
- Mariya Semyonovna Kaliberda, uzman çavuş, muhabereci: Beni muhabere alayına aldılar… Bana kalsa asla muhabereye gitmezdim, katiyen, çünkü bu işin de savaşa dahil olduğunu anlamıyordum. Bir gün tümen komutanı yanımıza geldi, sıraya geçtik. Maşenka Sungurova adında bir kız vardı bizde. İşte o Maşenka öne çıkıp şey dedi: ‘Komutan yoldaş, izin verirseniz bir sözüm olacak. Er Sungurova kendisini muhabere görevinden azat edip silah kullanılan bir yere göndermenizi rica eder.’ Anlarsınız işte, hepimiz aynı şekilde hissediyorduk. Uğraştığımız şeyin, muhaberenin çok önemsiz olduğunu, hatta bizi küçük düşürdüğünü sanıyorduk, en önde olmamız gerekirdi. Generalin yüzündeki tebessüm hemen silindi: ‘Sevgili kızlar! Siz herhalde cephedeki rolünüzü iyi anlamamışsınız, sizler bizim gözümüz kulağımızsınız. Muhaberesiz ordu kansız insan gibidir.’ Dayanamayıp ilk söz alan yine Maşenka Sungurova oldu: ‘General yoldaş! Er Sungurova bütün emirlerinizi yerine getirmeye sapına kadar hazırdır!’ Savaşın sonuna kadar ‘Sap’ diye seslendik ona. (...) Kırk üç yılının haziran ayında Kursk Çıkıntısı’nda bize alay bayrağı verdiler. O zaman alayımız, yani Altmış Beşinci Ordu Yüz Yirmi Dokuzuncu Müstakil Muhabere Alayı yüzde seksen kadınlardan oluşuyordu. Bir fikriniz olması için anlatmak isterim… Ruhlarımızda olup biteni anlamanız için ki bizim o halimize benzer insanlar herhalde bir daha hiç gelmeyecek dünyaya. Hiçbir zaman! Öyle saf, öyle samimi... Öyle inanmış! Alay komutanımız bayrağı alıp da, ‘Bayrağın altına toplan! Yere çök!’ diye emrettiğinde dünyalar bizim olmuştu. Öylece durup ağladık, herkesin gözleri yaşlıydı.”
- Lyubov Arkadyevna Çarnaya, asteğmen, şifreci: “İkinci çocuğumu bekliyorum… Hamileyim ve iki yaşında bir oğlum var. Savaş başladı. Kocam cephede. Annemle babamın yanına gittim ve… Anlarsınız ya? Kürtaj oldum… Aslında o zamanlar yasaktı… Ama nasıl doğursaydım? İnsanların gözleri hep yaşlı… Savaş! Ölümün ortasında nasıl doğurursun? Şifreleme kursunu bitirdim, cepheye yolladılar. Çocuğumun, onu doğurmayışımın intikamını almak istiyordum. Kızımın… Bir kızım olacaktı… Ön hatta göndersinler istedim. Karargâhta tuttular…”
- Valentina Pavlovna Maksimçuk, uçaksavar topçusu: “Şehri terk ediyorduk… Topluca… Bin dokuz yüz kırk bir yılı, yirmi sekiz haziran öğle vakti biz, Smolensk Pedagoji Enstitüsü öğrencileri, matbaanın avlusunda toplanmıştık. Krasnoye şehri yönünde hareket ettik. Kırk kilometre mesafeden, tüm göğü sarmış gibi görünüyordu. Belli ki on, yüz ev değil, bütün Smolensk yanıyordu… Tiril tiril yeni bir elbisem vardı, fırfırlı. Arkadaşım Vera pek beğenirdi. Düğününde hediye edeceğime söz vermiştim ona. Evlenmek üzereydi. Savaş birdenbire başladı. Siperler yolumuzu gözlüyordu. Eşyalarımızı yurttaki memura teslim ediyorduk. Elbise ne olacak? ‘Al, Vera,’ dedim şehri terk ederken. Almadı. ‘Söz verdiğin gibi düğünümde hediye edersin,’ gibi bir şey söyledi. O elbise o kızıltının içinde yandı gitti. Beni oradan sıhhiye birliğine gönderdiler. Yerlere rasgele serilip yatıyorduk. Hastalanan çok oldu. Yüksek ateş. Üşüme. Yattığım yerde ağlıyordum. Tam o sırada hoparlörden ses geldi: ‘Ayaklan, büyük ülke…’ Bu şarkıyı o zaman ilk kez duymuştum. ‘İyileşir iyileşmez, derhal cepheye gideceğim” diye düşündüm. Cepheye gider gitmez birliğimle beraber kuşatmanın ortasına düştüm. Günlük besinimiz iki peksimetten ibaretti. Öldürülenleri gömmeye vakit bulamıyorduk, sadece kum döküyorduk üstlerine. Yüzlerini kepleriyle örtüyorduk… Sırtımızda mermi taşıdığımızı hatırlıyorum, topları çamurun içinden sürüklediğimizi. Ağlamıyorduk artık, ağlamak da güç ister, tek dileğimiz uyumaktı. Uyumak ve uyumak. Nöbetteyken hiç durmadan volta atıp yüksek sesle şiir okurdum. Diğer kızlar şarkı söylerlerdi, yığılıp kalmamak ve uyumamak için…”
- Lyubov İvanovna Lyubçik, nişancı takımı komutanı: “Annemle beni cephe gerisine tahliye ettiler… Saratov’a… Üç ay tornacılık eğitimi aldım. Günde on iki saat tezgâh başında dikiliyorduk. Açtık. Aklımızda sadece bir şekilde cepheye ulaşmak vardı. İyi kötü beslenebilirdik orada. Peksimetle şekerli çay veriyorlarmış. Yağ veriyorlarmış. Kız arkadaşımla askerlik şubesine gittik ama fabrikada çalıştığımızı söylemedik. Almazlardı yoksa. Böylece kaydımızı yaptılar. Ryazan Piyade Meslek Okulu’na gönderdiler. Oradan makineli tüfek mangası komutanı olarak mezun ettiler. Makineli tüfek ağırdır, sırtında taşırsın. At gibi. Geceleri. Nöbette en ufak sesi yakalamaya çalışırsın. Vaşak misali. Her hışırtıya kulak kesilirsin… Savaşta, nasıl derler, yarı insan yarı hayvansın. Öyle… Başka türlü hayatta kalamazsın. Yalnız insan olursan sağ çıkmazsın. Kafanı koparırlar! Savaşta kendinle ilgili bir şeyi aklında tutman gerekir. Bir şeyi işte… İnsanın henüz tam insan olmadığı zamana ait bir şeyi hatırlamalısın… Pek okumuş biri sayılmam, basit bir muhasebeciyim, ama bunu bilirim. Varşova’ya kadar gittim ben… Hep de yürüyerek, piyadeler savaşın, nasıl derler, proletaryasıdır. Karnımızın üzerinde sürünerek vardık oralara resmen… Başka bir şey sormayın bana… Savaş kitaplarını sevmem. Kahramanlık hikâyelerini… Hasta hasta, öksüre öksüre, uykusuz, pis, kılıksız ilerliyorduk. Çoğunlukla aç… Ama kazandık!”
- Anna İvanovna Belyay, hemşire: “Bombardıman… Yağdırıyorlar da yağdırıyorlar tepemize bombaları. Birinin inlediğini duyuyorum: “Yardım edin… Yardım edin…” Ama kaçıyorum… Birkaç dakika sonra aklım başıma geliyor, omzumdaki ilaç çantasını hissediyorum. Bir de utanç… Ya korku nereye gitti! Geri dönüyorum koşarak: Yaralı bir asker inliyor. Yarasını sarmak için atılıyorum. Sonra ikinciye, üçüncüye… Çatışma gece bitti. Sabaha taze kar yağdı. Altında ölüler… Birçoğunun elleri yukarı dönük… Gökyüzüne… Bana mutluluk nedir diye soracak olursanız, ölüler arasında canlı bir insan buluvermek derim…”
- Olga Vasilyevna Korj, süvari bölüğü sıhhiyecisi: “İlk kez bir ceset görüyordum… Başında dikilip ağlamaya başladım… O sırada bir yaralı, “Bacağımı sar!” diye bana seslendi. Bacağı kopmuş, paçasından sarkıyor. Paçayı kesiyorum, “Koy bacağımı! Yanıma koy,” diyor. Koyuyorum. Bilinçleri yerindeyse kollarını bacaklarını bıraktırmazlar. Yanlarında götürürler. Ölüyorlarsa birlikte gömülmeyi isterler. Kuşatma sırasında nasıl gömüyorlardı insanları dersiniz? Oracığa, oturduğumuz daracık sipere gömüveriyorlardı, bitti gitti. Küçük bir tepecik kalıyordu geriye. Arkadan Almanlar ya da tanklar geliyorsa, o tepecik de ezilip gidiyordu. Sırf toprak, iz bile kalmıyordu geride. Birçoklarını da ormana, ağaç altlarına gömdüler… Meşelerin, huşların altına… Ben hâlâ ormana gidemem. Özellikle yaşlı meşe ve huşların olduğu ormanlara… Oturamam oralarda…”
- Mariya Petrovna Smirnova (Kuharskaya), sıhhiyeci: “Kırım’da doğup büyüdüm… Savaşın başlarında, ilk günlerindeydik; radyodan çekilmekte olduğumuzu duydum… Koşa koşa askerlik şubesine gittim, ret cevabı aldım. Yirmi sekiz temmuzda çekilen birlikler bizim Slobodka’dan geçti, onlarla birlikte celpsiz halde cepheye gittim. İlk yaralı gördüğümde bayılmıştım. Sonra geçti. Bir askeri sürüklemek için kurşunların ortasına kendimi ilk attığımda öyle bir bağırıyordum ki çatışma gümbürtüsünü bastırmaya çalıştığım sanılabilirdi. Sonraları alıştım. On gün sonra yaralandım. Vücuduma saplanan mermi parçasını kendim çıkardım, yaramı kendim sardım… (...) Sırtımıza üniforma dayanmıyordu: Yenisini verirler, birkaç gün sonra kana bulanır. Sıcak çatışmadan çıkardıklarımın sayısı toplam dört yüz seksen birdir. Bir gazeteci saymıştı: Koca bir nişancı taburu ediyormuş… Kendimizin iki-üç katı ağırlığındaki erkekleri taşıyorduk. Üstelik yaralılar daha da ağır olur. Sadece kendisini değil, silahını, sırtındaki kaputu, çizmelerini de taşırsın. Yüklenirsin seksen kiloyu, götürürsün. Bir hücum boyunca böyle beş-altı sefer… Bu arada kendin kırk sekiz kilosundur, balerin kilosu. Şimdi inanamıyorum… Kendim de inanamıyorum…”
- Nina Vladimirovna Kovelenova, uzman çavuş, nişancı bölüğü sıhhiyecisi: “Beni cepheye almıyorlardı… Yaşım on altı daha, on yediye çok var. Askerlik şubesine gittim. Annem yollamıyor. Askerlerin kimi peksimet, kimi şeker saklardı benim için. Korur kollarlardı. Katyuşamız (BM-13 adlı Sovyet yapımı çok namlulu roketatara İkinci Dünya Savaşı’nda askerler tarafından verilen ve giderek yaygınlaşan takma ad. Katyuşa adının savaş- tan önce popüler olan aynı adlı şarkıdan geldiği sanılıyor) olduğunu bilmiyordum, muhafazada arkamızda duruyormuş. Birden ateş etmeye başladı. Göğüs göğüse çarpışmalar… Ne kalmış aklımda? Bir kütürtü duyulduğunu hatırlıyorum… Çarpışma başlar başlamaz hemen bu kütürtüyü duyarsın; kıkırdaklar kırılır, insan kemikleri çatırdar. Vahşi hayvanlara has çığlıklar… Erkekler birbirlerini boğazlardı. Ölümüne vururlardı. Ölümüne kırarlardı. Süngüleri birbirlerinin ağızlarına gözlerine indirirlerdi… Kalplerine, karınlarına… Tarif etmem zor… Kısacası, kadınlar erkekleri böyle bilmez onları evlerinde böyle görmemişlerdir. Ne kadınlar ne çocuklar. İnsan dehşete kapılıyor resmen… Savaştan sonra eve, Tula’ya döndüm. Geceleri bağırır dururdum. Kendi çığlığımdan uyanırdım…”
SAVAŞTA HAYATIN ALELADE(!) ANLARI
Svetlana Aleksiyeviç’in Kadın Yok Savaşın Yüzünde kitabında ana vurgularından biri de yalnızca ölümün değil, yaşamın da ne kadar büyük emek istediği. Her bir sayfada apaçık ortaya koyduğu gibi savaş; yalnızca çatışma ve idam, mayın döşeme ve temizleme, bombalar ve patlamalar, göğüs göğüse kapışmalar demek değil. Bu işin bir de “alelade” (!) anları var! Tüm ezberleri bozarak hatta öyle güçlü imliyor ki savaşta hayatın yarısından çoğu alelade yaşantıdan ibaret o derece!
Peki nedir o alelade yaşantının elementleri? demişti hastabakıcı Aleksandra İosifovna Mişutina’nın dilinden şöyle aktarıyor yanıtı:
“Çamaşır da yıkanır harp zamanı, lapa da kaynatılır, ekmek de pişirilir, mutfak kazanları temizlenir, atlara bakılır, arabalar tamir edilir, tabutlar yontulur ve çivilenir, posta dağıtılır, çizmelere taban çakılır, tütün taşınır. Sıradan kadın işleri savaşta dağ gibi yığılır. Önden ordu, peşinden “ikinci cephe” ilerler: çamaşırcılar, aşçılar, oto tamircileri, postacılar…”
İçlerinden biri yazara, “Biz kahraman değiliz, sahne arkasındaydık çünkü,” diye yazmış. Sahne arkası! Sahne neler oluyordu sahi? Anlatıyorlar, hem de nasıl!
- İrina Nikolayevna Zinina, er, aşçı: “Binbaşı bizi teker teker çağırıp elimizden hangi işlerin geldiğini sordu.
Biri diyor: ‘İnek sağarım.’ Diğeri: ‘Evde patates haşlardım, anneme yardım ederdim.’ Beni çağırdı: ‘Sen?’
‘Çamaşır yıkarım’. ‘İyi kızsın sen, belli. Keşke yemek pişirmesini bilseydin’. ‘Pişiririm’. Bütün gün yemek pişirirdim, gece bir gelirdim askerlerin çamaşırları birikmiş. Nöbet de tutardım. Seslenirlerdi bana: ‘Nöbetçi! Nöbetçi!’. Cevap verecek gücüm olmazdı. Ses çıkaracak halim bile kalmazdı…”
- Aleksandra Semyonovna Masakovskaya, er, aşçı: “Ben hiç ateş etmedim… Askerlere lapa pişiriyordum. Bunun için madalya verdiler bana. Lafını bile etmem: Savaştım mı ki? Lapa kaynattım, asker çorbası. Kazanları, karavanaları sürüklerdim. Ağır mı ağır… Komutan, hatırlıyorum da kızardı: “Ah şu karavanaları bir tarayabilsem… Savaştan sonra nasıl çocuk doğuracaksın sen?” Bir keresinde tuttu sahiden de hepsini taradı. Kasabanın birinde daha ufak karavanalar bulmamız gerekti. Ön hattan gencecik askerler gelirdi istirahata. Zavallıcıklar, hepsi pis, perişan, bacakları, kolları donmuş.”
- Mariya Stepanovna Detko, er, çamaşırcı: “Tüm savaşı çamaşır teknesinin başında geçirdim. Elde yıkardık. Astarı pamuklu ceketler, asker gömlekleri… Beyaz gömlekler, şu kamuflaj için giydikleri, kana bulanırdı, kıpkırmızı olurdu… Kurumuş kan siyahı. İlk suyla çıkaramazsın, su kırmızı ya da siyaha keser… Yensiz gömlekler, bütün göğsü açıkta bırakan delikler, paçasız pantolonlar. Gözyaşıyla yıkar, gözyaşıyla durularsın. Asker gömlekleri dağ gibi yığılır… Ceketler… Aklıma gelince bugün bile kollarım sızlar. Pamuklu ceketler kışın ağırlaşır, üzerlerindeki kan donar çünkü. Bugün de sık sık rüyama girer… Kara bir dağ şeklinde…”
- Anna Zaharovna Gorlaç, er, çamaşırcı: “Bizler askerleri giydirir, kıyafetlerini yıkar ütülerdik, işte buydu kahramanlığımız. At sırtında gider, nadiren trene binerdik, atlar perperişan, Berlin’e kadar yayan gittik desem yeridir. Ne gerekiyorsa yapıyorduk işte: Yaralıların taşınmasına yardım ediyor, Dinyeper’e mermi yetiştiriyorduk çünkü araçla taşımak imkânsızdı; kucağımızda birkaç kilometre taşıyarak ulaştırıyorduk. Zeminlik kazıyor, köprü kuruyorduk… Bir keresinde etrafımız kuşatıldı; herkes gibi ben de koştum, ateş ettim. Öldürüp öldürmediğimi bilemem. Koşuyor, bir yandan da ateş ediyordum, herkes gibi. Çok az şey hatırlayabildim sanırım. Oysa ne çok şey gelmişti başıma! Hatırlarım yine… Sen yine gel…”
- Natalya Muhametdinova, er, fırıncı: “Benim hikâyem kısa… Başçavuş sordu: ‘Küçük kız, kaç yaşındasın sen?’. ‘On altı, ne oldu ki?’. ‘Şöyle ki biz reşit olmayanları almıyoruz’. ‘Ne isterseniz yaparım. Ekmek bile pişiririm’. Aldılar…”
- Zoya Lukyanovna Verjbitskaya, inşaat taburu manga komutanı: “Biz inşaatçıydık… Demiryolları, dubalı köprüler, kazamatlar kurardık. Cephe yanımızdaydı. Fark edilmemek için geceleri kazardık toprağı.
Ağaç keserdik. Mangamdaki kızların hemen hemen hepsi gencecikti. Birkaç erkek vardı içimizde, çatışmalara katılamayan. Ağaçları nasıl mı taşırdık? Hep birlikte kaldırır götürürdük. Koca manga bir ağacı... Ellerimizde kanlı nasırlar çıkardı… Omuzlarımızda…”
- Mariya Semyonovna Kulakova, er, fırıncı: “Öğretmen okulu mezunuyum… Diplomamı aldığımda savaş başlamıştı. Atamadılar bizi. On sekizimdeydim. Bizi askerlik şubesinde topladılar, “cephe fırınlarında çalışacak kadınlara ihtiyaç var” dediler. Çok ağır bir iştir bu. Sekiz demir fırınımız vardı. Yıkılmış bir kasaba ya da şehre geldiğimizde fırınları kurardık. Fırını kurdun odun gerekir, yirmi-otuz kova su, beş çuval un. On sekizinde kızlar yetmiş kiloluk un çuvallarını taşırdık. İki kişi tutar götürürdük. Yahut kırk somun ekmeği sedyelere yüklerlerdi. Ben kaldırmazdım mesela. Gece gündüz fırın başındaydık, gece gündüz. Bir tekne yoğurur diğerine girişirdik. Bombalar yağar, biz ekmek pişirirdik…”
- Yelena Nikiforovna İyevskaya, er, levazımcı: “Savaşın dört yılını tekerlek üzerinde geçirdim… Verilen adreslere gidiyordum: Şukina Çiftliği, Kojuro Çiftliği. Ön hattaki bir askerin olmazsa olmazı tütün, sigara, çakmaktaşıdır. Bunları depodan alır yola koyulurduk. Kamburumuz çıkarak taşırdık. Sipere kadar atla gidemezsin, Almanlar duyabilir. Sırtında taşıyacaksın. Kamburun çıkarak, cancağızım…”
- Mariya Alekseyevna Remneva, asteğmen, postane görevlisi: Yaşım on dokuzdu… Vladimir Oblastı’nın Murom kentinde yaşıyordum. Kırk bir yılının ekiminde bizi otoyol inşasına gönderdiler. Muhabere okuluna, posta hizmetleri kursuna gönderildim. Kurs bitiminde kendimi hareket ordusuna bağlı Altmışıncı Nişancı Tümeni’nde buldum. Alay postanesinde subaydım. Ön hattakilerin mektup aldıklarında nasıl ağladıklarını, zarfları nasıl öptüklerini gözlerimle görüyordum. Birçoklarının yakınları ölmüştü ya da düşman işgalindeki bölgelerde yaşıyordu. Yazamazlardı. Bu yüzden Bir Yabancı rumuzuyla mektuplar kaleme alıyorduk biz: ‘Sevgili asker, bu mektubu sana yabancı bir kız yazıyor. Düşmanı eziyor musun? Ne zaman zafer kazanıp eve döneceksin?’. Geceleri oturup böyle şeyler uyduruyorduk… Savaş boyunca bu tür yüzlerce mektup yazmışımdır…
ALEKSİYEVİÇ’İN İTİRAFI!
Birkaç sene içinde daha yüzlerce hikâyeyi not etmiş yazar Svetlana Aleksiyeviç. Savaş âlemi, bilmediği bir yönüyle gitgide daha da şaşırtmış onu. Öyle ya bu kitabı yazmaya başlayana kadar düşünmemiş, merak etmemişti; insan boyundan alçak siperlerde, çıplak toprak üzerinde, ateş başında uyumak, çizme ve kaputla gezmek, hiç gülememek, dans edememek ne demekti onlar için? Yazlık elbise giyememek? Pabuçlardan, çiçeklerden uzak düşmek… Ne de olsa yaşları on sekiz-on dokuzdu!
Yaygın kanıya uygun olarak savaşta kadın yaşantısına yer olmadığını düşündüğünü, kadın gibi yaşamanın imkânsız, neredeyse yasak olduğunu düşündüğü itiraf ediyor Vasilyeviç. Tüm bu süreç içinde cephedeki kadınlarla yaptığı konuşmalar ve incelediği sayısız raporlar, belgeler sonucunda ise çok kısa bir süre içinde ne kadar yanıldığını anlıyor da anlıyor!
KADIN DOĞASI VE GÜZELLİK!
Fark ettiği bir şey de; kadınlar neden bahsederlerse etsinler, bu ölüm bile olsa, varlıklarının yok edilemez bir parçasını teşkil eden güzelliği hep hatırlıyorlardı. Naif genç kızlık hilelerinden, küçük sırlarından, savaşın “erkekçe” yaşayışı ve işleri ortasında ne olursa olsun kendileri kalma arzularından neşe ve keyifle bahsediyorlardı. Doğalarına ihanet etmek istememişlerdi. Onu da özlüyorlardı hem de nasıl!
Üzerinden kırk yıldan fazla bir süre geçmesine karşın kimi şaşırtıcı detaylar, tonlar, renk ve sesler dahi belleklerindeydi. Dünyalarında gündelik hayatla varoluş iç içe geçmişti. Savaşı yaşamdan bir kesit olarak anımsıyorlardı. İnsani olan, özü itibariyle gayriinsani olana galebe çalıyordu:
- Y. Yermakova, muhabereci: “Piyade A. Strotseva, tabutun içinde yatarken nasıl da güzeldi… Gelin gibi… (...) Madalya alacağım ama sırtımda eski püskü bir asker gömleği… Gazlı bezden bir yaka diktim. Ne de olsa beyaz… O an kendimi öyle güzel zannediyordum ki. Bir aynacık da yoktu ki elimde bakınayım. Neyimiz varsa bombardımanda gitmişti…”
- Anna Galay, tüfekçi: “Güzelliğim savaşta kaldı, ne acı… En iyi yıllarım orada geçti. Yanıp kül oldu. Sonra zaten çabucak yaşlandım…”
- Mariya Nikolayevna Şelokova, çavuş, muhabere mangası komutanı: “Toprağın içinde yaşıyorduk…Köstebekler gibi… Yine de elimizde birkaç süs kalıyordu. Mevsim baharsa bir dal getirir koyuverirdik köşeye. İçimiz açılırdı. Kızlardan birine evinden yün elbise göndermişlerdi. Aslında elbise giymek yasaktı ama yine de imrenmiştik. Ben küpelerimi bir köşeye saklamıştım, geceleri takıp öyle uyuyordum… Üsteğmen pek yakışıklıydı. Bizim kızların hepsi birazcık âşıktı ona. Savaşta askere, yalnızca askere ihtiyaç olduğunu söylerdi bize. Askere ihtiyaç vardı… Bizlerse güzel olmak istiyorduk hâlâ…”
- Nadejda Vasilyevna Alekseyeva, er, telgrafçı: “Bir vagon verdiler bize… Yük vagonu… Biz on iki kızız, kalanlar hep erkek. Tren on-on beş kilometre gidip duruyor. On-on beş kilometrede bir kör hatta giriyoruz. Ne su var, ne tuvalet… Erkekler molada ateş yakar, bitlerini silkeler, kurutur. Ya biz ne yapalım? Bir binanın arkasına saklanıp orada soyunuyoruz. Bir örgü kazağım vardı, her milimetresine, her ilmeğine bitler sinmişti. Attım kazağı, kaldım bir elbiseyle. Sağ olsun bir istasyonda yabancı bir kadın bana bir bluzla, eski ayakkabılarını verdi. Uzun süre trenle gittik, sonra uzun uzun yürüdük. Yürürken devamlı aynaya bakıyordum: Bir yerim donmuş mu diye. Akşama doğru yanaklarımın donduğunu gördüm. Ne aptalmışım… Yanaklar donunca bembeyaz olur diye duymuştum. Benimkiler al aldı. Hep donuk kalsalar diye düşünmüştüm. Ertesi gün kararmışlardı…”
- Anastasiya Petrovna Şeleg, onbaşı, balon pilotu: “Güzel kızlarımız çoktu… Bir gün hamama gittik, içinde bir de kuaför var. Eh, birbirimizden göre göre hepimiz kaşlarımızı boyattık. Komutan verdi bize zılgıtı: ‘Savaşmaya mı geldiniz, baloya mı?’.
- Stanislava Petrovna Volkova, asteğmen, istihkâm takımı komutanı: “Bana iki ömür sürmüşüm gibi geliyor bazen, birini erkek, diğerini kadın olarak… Harp akademisine girer girmez askeri disiplinle tanıştık: Tek duyduğumuz: “Konuşmayı kes!”, “Muhabbeti kes!” Akşamları azıcık oturmaya, bir şeyler işlemeye can atarsın… Kadınsı bir şeyleri hatırlamaya… Katiyen izin verilmezdi. Bir saat istirahat hakkımız vardı, onda da mektup yazardık; serbest dikilmek, konuşmak mümkündü. Ama öyle gülüşmeler, bağrışmalar yasaktı. Sanırım ben bunlara hiç alışamadım. Bir keresinde cephede ne oldu… Çizmelerim ayağıma üç numara büyüktü; yamulmuşlardı, toz içlerine işlemişti. Ev sahibi kadın iki yumurta vermişti bana: ‘Yolluk yaparsın, pek çelimsizsin, kırılıp gideceksin,’ diyerek. Gizlice, ona göstermeden o iki yumurtayı kırdım, küçücüklerdi, çizmelerimi temizledim. Karnım da açtı tabii ama kadınca kaygılar üstün geldi, o güzel olma isteği. O kaputlar insanın tenini nasıl keser bilseniz, nasıl ağırdır, nasıl erkek işi, kemer filan, her şey. En sevmediğim şey de kaputun sürtünüp boynumu kesmesiydi, bir de şu çizmeler. Adım atışımız değişiyordu, her şey değişiyordu… Mahzun olduğumuzu hatırlıyorum. Hep mahzunduk…”
- Mariya Nikolayevna Stepanova, binbaşı, nişancı kolordusunda muhabere komutanı: “Şehrin birinde bizi sıraya sokup hamama götürdüler. Erkekleri erkek bölümüne, bizi kadın bölümüne. İçerideki kadınlar bastılar çığlığı, herkes bir yerini örtüyor: “Askerler geliyor!” diyerek. Kız mıyız erkek miyiz ayırt etmek mümkün değil ki: Başlarımız tıraşlı, üzerimizde askeri üniformalar. Bir seferinde de tuvalete gidelim dedik, kadınlar polis çağırdılar. ‘E, nereye gidelim?’ diye sorduk polise. Bu defa o başladı kadınlara bağırmaya: ‘Kız bunlar yahu!’. ‘Ne kızı be, bildiğin asker işte…’”.
- Bella İsaakovna Epşteyn, çavuş, keskin nişancı: “İkinci Beyaz Rusya Cephesi’nde Albay ilk karşılaşmamızda bize dedi ki: ‘Bakın kızlar, mademki savaşmaya geldiniz savaşın ama başka işlerle uğraşmak yok. Etrafınız erkek dolu, kadın yok. Şeytan bilir nasıl izah edeceğiz size bazı şeyleri. Savaş bu, hatunlar, savaş…’ Daha bebe olduğumuzun farkındaydı. Bir Alman kasabasında bizi geceyi geçirmemiz için bir şatoya yerleştirdiler. Dolaplar tıka basa güzel kıyafetlerle dolu. Kızlar kendilerine birer elbise seçti. Ben de sarı bir tane beğendim, bir de sabahlık ama o kadar güzel bir sabahlık ki anlatamam, uzun, hafif… Tüy gibi! Yatma vakti geldi, hepimiz felaket yorgunuz. Giydik o elbiseleri, yattık. Hoşumuza gidenleri giyip hemen uyuduk. Ben elbisenin üzerine bir de sabahlığı geçirmiştim… Başka bir seferinde terk edilmiş bir şapka atölyesinde kendimize şapkalar seçtik; az da olsa takabilmek için bütün gece oturarak uyuduk. Sabah kalktık… Son bir kez aynaya baktık… Ve çıkardık, tekrar asker gömleklerimizi, pantolonlarımızı giydik. Yanımıza hiçbir şey almazdık. Yolda bir iğne bile ağırlık yapar. Kaşığını koncunun içine geçirir gidersin, o kadar…”
- Sofya Konstantinovna Dubnyakova, sıhhiyeci: “Ladoga Gölü’nün buzları üzerinde koşuyoruz… Hücuma geçmişiz. Birden şiddetli bir ateşe maruz kaldık. Başlarda ölümden korkarsın… Şaşkınlık ve merak iç içedir. Sonra ne biri kalır ne diğeri yorgunluktan. Devamlı gücünün sınırındasındır. Sınırının da ötesinde. Sonuna kadar kalan tek şey ölümden sonra çirkin olma korkusu. Kadınca bir korku… Mermi paramparça etmesin de ne olursa olsun… Bilirim çünkü nasıl olduğunu… Kendim topladım paramparça bedenleri…”
- Aleksandra Semyonovna Popova, muhafız bölüğü teğmeni, pilot: “Alayımız tamamen kadınlardan oluşuyordu… Cepheye kırk iki yılının mayısında geldik… Bünyelerimiz o kadar değişim göstermişti ki savaş sırasında kadınlıktan çıkmıştık. Kadınlara has şeyler… Aybaşı filan kalmamıştı… Savaştan sonra doğuramayanlar oldu. Hepimiz sigara içerdik. Deri ceketler, pantolonlar, asker gömlekleri giyerdik, kışın bir de kürklü ceketler. İster istemez yürüyüşümüz, hareketlerimiz de erkeksi bir hal almıştı. Savaş bittiği zaman bize haki elbiseler diktiler. Birdenbire kız olduğumuzu hissettik…”
- Klara Vasilyevna Gonçarova, er, uçaksavar topçusu: “Savaştan önce askerlikle ilgili her şey hoşuma giderdi… Erkekçe şeyler… Havacılık okuluna giriş kurallarını yollamaları için başvuruda bulunmuştum. Üniforma yakışıyordu üzerime. Düzeni, netliği, kesik komuta sözcüklerini seviyordum. Okuldan cevap geldi: “Önce liseyi bitirin.” On altı yaşındaydım. Pantolondan bugün bile nefret ederim, ormana dahi pantolonla gitmem. Mantar toplamaya, yemiş toplamaya… Sıradan, kadınsı bir şey giymeyi çok istiyordum…”
- Mariya Nesterovna Kuzmenko, uzman çavuş, silah tedarikçisi: “Bizimkisi erkek alayıydı, sadece yirmi iki kadın vardı. Sekiz Yüz Yetmişinci Uzak Menzil Bombardıman Alayı. Ağır kaldıra kaldıra kadınlıktan çıktık… Biyolojik ritmimiz bozuldu… Çok korkunç! Bir daha hiç kadın olmayacağını düşünmek korkutucu…”
- Appolina Nikonovna Litskeviç-Bayrak, asteğmen, istihkam-mayın tarama takım komutanı: “Savaşta aşkı ve çocukluğumu düşünmemeye çalışırdım. Ölümü de. Hayatta kalmak için çok yasaklar koymuştum kendime. Özellikle de şefkati, ince şeyleri yasaklamıştım. Bunları düşünmeyi, aklıma getirmeyi... Erkek gibi tıraş edilmiştim, pantolon ve asker ceketi giyiyordum, erkeksi tavırlar edinmiştim, kısacası yeniyetmelere benziyordum. Bazen köye at sırtında girerdim, o zaman cinsiyetim hiç anlaşılmazdı, ama kadınlar seziyordu, dikkatle bakıyorlardı bana. Kadın içgüdüleri… Müthiş! Kırk altı senesinin yılbaşında bana on metre kırmızı saten verdiler. Güldüm: ‘Ne yapayım sateni? Terhis olunca kendime kırmızı elbise dikerim. Zafer elbisesi,’ dedim. İçime doğmuş gibi… Kısa süre sonra terhis emrim geldi… Âdettendi, bana da taburumuzda veda töreni düzenlediler. Kutlamada subaylar ince dokuma büyük mavi bir şal hediye ettiler bana. Trende ateşim çıktı. Yüzüm şişti, ağzımı açamıyordum. Yirmilik dişlerim çıkıyordu… Savaştan dönüyordum…”
ÖLÜMÜN YANI BAŞINDA SEVMEK!
Kitabında sevgiden, insanın savaştaki yegâne kişisel tecrübesinde de söz ediyor Vasilyeviç. Konuştuğu cephedeki kadınların ölüme kıyasla sevgiden daha üstü kapalı söz etmelerinein kendisi için sürpriz olduğunu belirtiyor. Nihayet zafere ulaştıklarında; bir zamanlar onlar için barış ve savaş olarak ikiye bölünen hayat, şimdi de savaş ve zafer olarak ikiye ayrılıyordu. Yine iki farklı dünya, iki farklı yaşam. Nefret etmeyi öğrenmişlerdi, şimdi yeniden sevmeyi öğrenmeleri gerekiyordu. Unutulmuş duyguları anımsamaları. Unutulmuş kelimeleri. Savaş insanı olmaktan çıkmalıydılar… Sahi orada, ölümün yanı başında nasıldı sevgi?
- Sofya Krigel, uzman çavuş, istihkâmcı: “Birinci Beyaz Rusya Cephesi’ne geldik… Yirmi yedi kız. Cepheye gitmeden önce yemin etmiştik: Aşkla meşkle işimiz olmayacak. Sağlam çıkarsak, savaştan sonra yaşayacağız yaşayacağımızı. Savaştan önce kimselerle öpüşmemiştik bile. Cephede aşk yasak gibi bir şeydi, komutanlar öğrenirse âşıklardan birini başka birliğe sevk ediyorlar, basbayağı ayırıyorlardı. Biz aşkımızı gizler, saklardık. Çocukluk yeminlerimizi tutamadık... Sevdik… Sanırım âşık olmasaydım savaştan sağ çıkamazdım. Canımı kurtardı. Aşk kurtardı beni…”
- Anastasiya Leonidovna Jardetskaya, onbaşı, sıhhiyeci: “Eşim… İyi ki burada değil, işe gitti. Kesin emri var… Aşkımızdan söz etmeyi sevdiğimi biliyor… Kendime bir gecede sargı bezinden gelinlik diktiğimi anlatmayı… Kendim diktim. Bir ay boyunca sargı bezi biriktirmiştik kızlarla. Ganimetten… Gerçek bir gelinliğim olmuştu! Fotoğrafı bile var: O gelinlik ve çizmelerle; gerçi çizmeler görünmüyor ama anımsıyorum giydiğimi. Kemeri de kendime eski bir kepten çırpıştırmıştım… Şahane olmuştu.”
- Mariya Selivesterovna Bojok, hemşire: “Eşimle cephede tanıştık, kur yapıyordu bana. Duymak dahi istemiyordum: ‘Hayır, olmaz, savaş bitsin o zaman konuşuruz bunları.’ Cephede evlenen bir arkadaşım vardı, demiştim ki kıza: ‘Sana çiçek vermemiş. Kur yapmamış. Hemen evleniverdin. Böyle aşk mı olur?’ Savaş bitti… Göz göze geliyor, bittiğine, hayatta kaldığımıza bir türlü inanamıyorduk. İşte şimdi yaşayacağız… Şimdi seveceğiz… Gel gör ki unutmuşuz bu işleri, beceremiyoruz.”