Hakan Yaman: ‘Bugün Hüzzam’ın uçabilmesi, hatta kanat çırpabilmesi dahi zor!’
Hakan Yaman’ın yeni romanı Hüzzam’ın Uçma İhtimali (Sia Kitap), önceki romanlarından farklı olarak siyasi bir roman. Sekiz yıllık bir araştırmanın, tanıklıklara, kitaplara, makalelere başvurmanın ardından kaleme aldığı romanında Türkiye’nin geçirdiği, acılı izler bırakan üç darbeyi özgün bir kurguyla sunuyor yazar.
İlknur Özdemir
‘HİKAYEMDEN ÇOK DÖNEM ÖNE ÇIKSIN İSTEDİM’
- Hüzzam’ın Uçma İhtimali sizin altıncı kitabınız. Romanı yazarken oldukça fazla araştırma yapmışsınız. Türkiye’nin yakın tarihini taramakla kalmamış bütün siyasi tarihi de incelemişsiniz.Diğer kitaplarınızdan en temel farkı da bu sanıyorum.
Sizi Türkiye’nin son 70 yılını kapsayan böylesine karmaşık ve sancılı bir dönemi anlatmaya iten nedenler nelerdi?
Daha önce yazdığım “İsrafil’in Kanatları”, “Romancı”, “Güz Kokulu Günahlar” gibi romanlarda da önüme zorlayıcı konular koymuş, bu romanları da ayrıntılı ve uzun araştırmalar sonucunda yazmıştım.
“Güz Kokulu Günahlar” romanımda İzmir’in 19. yüzyıldaki şehir haritası üzerinde sokak sokak çalıştığımı hatırlıyorum.
“İsrafil’in Kanatları”nda dinler ve inanç tarihi, felsefe, Osmanlı tarihi ve özellikle I. Mahmud dönemine dair pek çok araştırma yapmıştım. Ancak bugüne kadar yazdığım romanlar arasında en çok araştırma yaptığım ve en uzun sürede tamamladığım romanım “Hüzzam’ın Uçma İhtimali” oldu.
Romanı yazmak için yüzlerce kitap ve makale okumam, o yıllarda çıkan dergileri, gazeteleri incelemem gerekti. Dönemin diline, değerlerine, felsefesine, ruhuna uzak kalmamak için sadece yakın tarihi değil siyaset tarihimizi de inceledim, pek çok anı okudum.
Bunlarla da yetinmeyip, o yılları yakından yaşamış kişilerle, dönemin gerçek kahramanlarıyla uzun sohbetler yaptım, birinci ağızdan tanıklıklarını dinledim.
Böylesine hassas ve hâlâ acıları sıcak, anıları taze bir konuyu kurguya aktarırken yanlışa düşmemem, bazı hassasiyetlere dikkat etmem, her zamankinden daha titiz davranmam gerekiyordu.
Aslında çok uzun zamandır üç darbeyi de içen alan bir dönem romanı yazmayı düşünüyordum, fakat acele etmedim, zihnimde iyice şekillenmesini bekledim.
2013 kışında, müze olarak ziyarete açılmış olan Ulucanlar Cezaevi’ni gezdiğim gün, zamanın geldiğini düşündüm. İstanbul’a döndüğümde hemen romanın sinopsisini yazdım.
O günlerde yazmakta olduğum “Romancı” romanı biter bitmez de “Hüzzam’ın Uçma İhtimali”ne başladım. Romanı bitirmem sekiz yılımı aldı. Arada da “Huş Ağaçlarının Sessizliği” romanı çıktı.
- Önceki beş romanınızda kişilere ve roman kahramanlarınızın dünyalarına odaklanmıştınız. Hüzzam’ın Uçma İhtimali’ndeyse insanların hayatlarından ve hayallerinden yola çıkarak toplumsal meselelere odaklanıyorsunuz.
Ve Erzurum’dan yola çıkarak Ankara’ya ve Sinop’a uzanan bir mekânda geçiyor bütün hikâye. Bilinçli olarak İstanbul’dan uzak durma isteği var sanki. Ne dersiniz?
Romanın konusu biraz da kurguya yön verdi aslında. Bugüne kadar yazdığım romanlarda, tarihsel arka plan ve mekân ne olursa olsun, daha çok insanı tanımaya, anlamaya ve anlatmaya çalışmıştım hep.
Bu defa ülkemizin yakın tarihinde derin izler bırakan, sayısız hayatı söndüren, geride unutulmaz acılar, onulmaz yaralar bırakan hassas bir dönemi anlatırken hikâyemden ziyade dönem öne çıksın istedim.
Dönemin, roman kişilerinin ve onların hikâyelerinin önüne gerçek, bir nevi onlarla yer değiştirerek romanımın kahramanı olmasını sağlamaya çalıştım.
Edebiyat ve şehir ilişkisi, yazarın yaşadığı şehirle olan bağları üzerine hep tartışılır. Bazı yazarlar, sürekli yazdıkları ve yaşadıkları şehirle anılmayı severler ve tercih ederler. İstanbul benim doğduğum, büyüdüğüm, halen yaşadığım ve çok sevdiğim bir şehir. Bugüne kadar da İstanbul’da geçen üç roman yazdım.
Fakat tıpkı seçtiğim roman konularında olduğu gibi kurgunun mekânını da sınırlamayı tercih etmiyorum. Belki de bu yüzden bilinçaltımda, sürekli İstanbul’da geçen romanlar yazmamamı söyleyen bir sese kulak vermiş olabilirim. Ancak bu romanda Ankara gelip kendiliğinden romanın mekânı oldu, merkezine oturdu.
“Hüzzam’ın Uçma İhtimali”, üç darbenin de içinde bulunduğu bir dönemi anlatıyor olmasına rağmen merkezde 12 Mart ve 68 kuşağı var. Romanın başkişisi İsa da 68 kuşağı devrimcilerinden.
Bilindiği gibi o yıllarda devrimci hareketin merkez üssü de Ankara’ydı. Dev-Genç’i kuranlar ODTÜ, Ankara Hukuk Fakültesi, Dil ve Tarih Coğrafya ve özellikle Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencileriydi. Sonrasındaki ayrışmalarla kurulan örgütlerin merkezleri de buradaydı.
İstanbul’da öğrenci olmasına ve buradaki öğrenci hareketlerine önderlik etmesine rağmen bir süre sonra Deniz Gezmiş de arkadaşlarından ayrılarak Ankara’ya geliyor, ODTÜ’de kalıyor ve eylemlerine Ankara’da devam ediyor.
Darbeler kuşkusuz bütün Türkiye’de ağır yaralar açtı, geride derin acılar bıraktı, ancak 12 Mart ve 12 Eylül’ün insalık dışı muameleler ve işkencelerle öne çıkan DAL, Mamak ve Ulucanlar gibi işkence merkezleri ve cezaevleri Ankara’daydı.
“Hüzzam’ın Uçma İhtimali” merkezinde olması gereken şehri kendisi seçti diyebilirim. Fakat Erzurum ve Sinop şehirleriyle üçgeni tamamlayan benim. Bunda baba tarafından Erzurumlu olmamın etkisi kadar, annesi Erzurumlu olan Deniz Gezmiş’in Erzurum nüfusuna kayıtlı olması da etkili olmuştur.
Finali Sinop’a almam ise herkesin mutlaka görmesi gereken Sinop Hapishanesi’den kaynaklandı. Gezdiğimde çok etkilenmiştim. Avrupa’daki Nazi toplama kamplarını gezdiğimde hissettiğim kasvetin ve havada, duvarlarda, eşyaların üzerinde hapsolup kalmış o derin hüznün ve zulmün izlerinin aynısı bu hapishanede de vardı. Romanımda yer vermesem olmazdı.
‘DARBELERİ BUGÜNKÜ BAKIŞLA AKTARMAK İSTEDİM’
- Daha önce de yazdıklarınıza benzer konuları ele alan romanlar yazılmıştı. Ancak siz yakın tarihi şekillendiren üç darbeyi de içine alan bir kurgu ile okur karşısına çıktınız. Biliyoruz ki 27 Mayıs diğer iki darbeden ayrı yere konur genellikle.
Sizin romanınızdaysa üç darbeyi de içine alan zaman ayrı bir roman kahramanı gibi ana karakterlerden birine dönüşüyor.
Neredeyse İnsanları ve ülkeyi dönüştüren ana karakter oluyor. Neden üç darbeyi birleştirdiğinizi öğrenmek isteriz.
Evet, daha önce de özellikle 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle ilgili çok değerli romanlar yazıldı. Aslında sadece Türkiye’nin yakın tarihini şekillendirmekle kalmayıp bugününü de biçimlendiren bir dönemi unutturmama çabasının, yeni kuşaklara bir de bugünkü bakışla aktarma isteğinin bir tekrardan çok, aksine yenilik olacağını düşündüm.
Yine de “Hüzzam’ın Uçma İhtimali”ni yazarken geçmiş dönem romanlarının çoğunu okuyarak tekrara düşmemeye çalıştım.
Özellikle 70’li yıllarda ve 80 sonrası yazılan benzer romanların bir çoğu, henüz acılar çok tazeyken, soğukkanlıklıkla yazılma imkânından yoksun olarak kaleme alınmış, özeleştiriye biraz kapalı yarı otobiyografik romanlardır. Bazıları da anlatıya veya anıya daha yakın dururular. Şüphesiz bu yaklaşımın eleştirilecek bir yanı yok. O dönem için gerçek ve geçerli olan buydu.
Ayrıca geçmiş yıllarda yazılan benzer dönem romanlarının büyük bölümünde dönemin, romanın arka planını destekleyen güçlü bir fon olarak kullanıldığını, romancının asıl anlatmak istediği meseleyi bu fonun önünde anlattığını görürüz.
Ben “Hüzzam’ın Uçma İhtimali”nde, hepsini idrak etmeden Türkiye’nin başına gelenlerin tam olarak anlaşılamayacağını düşündüğüm darbeler zincirinin tamamına romanımda yer vermek suretiyle yapacağım bir farklılıkla yetinmeyip, geçmiş dönem romanlarından da farklı olarak dönemi arka plandan öne taşımaya, romanın başkişisi yapmaya gayret ettim. İsa ile Musa’nın hikâyesi arka planda aksın istedim.
27 Mayıs’ın diğer darbelerden farklı bir yere konulması tamamen bir yanılgıdır. Bir dönem geniş kitlelerin, gençliğin, sol görüşlü öğrencilerin ve hatta ülkenin entelektüellerinin bile içine düştüğü bir yanılgı bu. Bu hususa romanda da hassasiyet göstermeye çalıştım.
27 Mayıs ta, tıpkı 12 Mart ve 12 Eylül gibi dışarıdan güdümlü cuntanın yaptığı askeri bir darbedir. Diğer darbeler gibi Amerikan menşeli değil de İngiliz patentli olması 27 Mayıs’ın darbe olduğu gerçeğini değiştirmez.
Şayet bir ülkede ordu yönetime el koyuyorsa, her ne yapmış olurlarsa olsunlar, başbakanıyla iki bakanını yanlı mahkemelerde gelişi güzel yargılayıp idama mahkum ediyor ve bu cezaları gözünü bile kırpmadan infaz ediyorsa bunun adı cinayettir, bunun adı darbedir.
27 Mayıs’ı, hatta 22 Şubat’ı ve 20 Mayıs’ı anlamadan 12 Mart’ı ve 12 Eylül’ü anlayamayız. Bunlar bir bütün olduklarında emperyalist güçlerce kuşatılmış bir ülkede tam bağımsızlık mücadelesi verenlerin çektiği acıyı ve zulmü anlatırlar.
‘SOL, HEMEN HER KONUDA KENDİSİYLE HESAPLAŞTI. SAĞ, BUNU YAPAMADI!’
- Özellikle 80 darbesi işlenirken aşk konusu da kurguya katılıyor. Bugünün gençliğinin biraz yabancı kalabileceği, ideolojinin sınırladığı bir aşk. Bu konuda ne söylemek istersiniz? Neler değişti o günden bugüne?
O yıllar hayatın daha ölçülü yaşandığı, ilişkilerin de belli sınırlar içinde yürüdüğü yıllar. Henüz bir yozlaşmadan söz edemeyeceğimiz zamanlar. Özellikle sol görüşlü gençlerin oluşturduğu çevrelerde büyük idealler ve devrim uğruna bir mücadele verilirken aşk ilişkileri hafif görülüyor, hatta ihmal ediliyor.
Devrimci bir gencin sevgilisiyle el ele sokakta yürümesi ayıp karşılanabiliyor mesela. Bir devrimcinin küçük burjuva zevklerinin olması, kız arkadaşlarıyla bir bara ya da gece kulübüne eğlenmeye gitmesi ciddi şekilde eleştiriliyor. Devrimciler gençler bu eğlenceleri uluorta yapmamaya özen gösteriyorlar.
Bugünün gençliğinin bunu anlaması zor olabilir, ama dönemlerin kendi içindeki doğrularla değerlendirilmeleri gerekir. O zamanların ruhu böyle bir kadın erkek ilişkisi olması gerektiğini söylüyordu. Bugünkü doğrular da iki kuşak sonra yadırganabilir.
O yılların devrimcilerinin bazıları anılarında bu konuya değinmiş, özeleştirilerini de yazmışlardı. Sol hemen her konuda kendisiyle hesaplaştı, ancak sağın bunu yapabildiğini söyleyemem.
- Tek kanadı olmayan Hüzzam, pek çok şeyi temsil ediyor diye düşündüm. Anadolu’nun geniş düzlüklerinde onun uçma hayaline ortak olan 2 kardeşin hikâyesini de okuyoruz romanınızda. Biri Devrimci İsa, diğeri Ülkücü Musa.
Bu isimleri tercih etmenizin bir nedeni var mı acaba? Bu iki kardeşi birbirine taban tabana zıt ideolojilere götüren nedir?
Roman kişilerine İsa ve Musa adlarını gösterge olarak koymadım. Anlatmak istediğim bir meselenin simgesi değil bu isimler.
Anadolu, çok zengin ve güzel bir coğrafya, insanı da öyle. Müslüman olmayanlara gavur diyen bir ülkenin insanlarının İslamiyetten önce gelen iki kitabi dinin peygamberlerinin isimlerini çocuklarına takmalarındaki ironik çelişki beni hep düşündürmüştür.
Hristiyan çocuğuna İsa, Musevi Musa adını koymazken bizde bu isimler yaygındır. İsa ve Musa biraz bu çelişkiden çıktı.
İki kardeş aslında Türkiye’nin ortak değerlerde uzlaşamamasının arkasında yatan manüplasyonu, emperyalizmin uzun tırnaklarının bir ülkenin insanlarını nasıl bölüp parçalayabildiğini, derin güçlerin iki doz İslam, bir doz milliyetçilik iksiriyle müdahale ettiği bir eğitim sisteminin bir ülkenin kaderini nasıl etkilediğini anlatıyor aslında.
- Romanınız, kapsadığı yılların en önemli siyasi figürlerinin hayatları ve olaylarıyla harmanlanıyor. Politik bir dönem romanı olmasına karşın slogandan ve hamasetten oldukça uzak, ilgi uyandırıcı ve akıcı bir üslup yaratmışsınız, sıradan insanların hayatlarının içine çekiyorsunuz okuru.Yaşanan her güne ve her olaya çok hakim olduğunuz belli. Nasıl başardınız?
Öncelikle tespitleriniz için teşekkür ederim. Romanı yazmadan önce dönemin ruhuna, ideolojisine, önceliklerine odaklandığım için yaptığım okumalar ayrıntılara da yer verme imkanı sağladı bana.
Daha önce yazılmış yılları, kısmen yabancılaşarak, soğukkanlılıkla, güzelleme telaşına düşmeden, ama asla da verilen mücadeleyi hafife almadan, hakkını teslim ederek, fakat eleştirisini de yaparak aktarmayı denedim.
Türkiye’nin çalkantılı, üzücü ama renkli yıllarını anlatıyorum romanda. Önemli olayları ve günleri atlamamak için romanın sonunda yer verdiğimden daha ayrıntılı bir tarih dizini tuttum. Bu kronoloji sayesinde yolumu kaybetmeden romanı tamamlayabildim.
‘250’YE YAKIN ROMAN KİŞİSİ VAR’
- Sizce romanın en etkileyici karakteri kim? Siz en çok kimden etkilendiniz yazarken? Romancı romanında kendisinden bir şey olmadığını söylese de, siz kendinizden hangi karaktere, neler kattınız? Romandaki karakterlerden biri olmayı seçseydiniz bu kim olurdu?
İlk kez bu kadar kalabalık bir roman yazdım. “Hüzzam’ın Uçma İhtimali”nde iki yüz elliye yakın roman kişisi var. Romancılar kendilerini yazmaktan kaçınırlar, ancak kaçınılmaz olarak yazarken sizden de bir şeyler sıçrar kurgunun içine. Ancak bu genellikle bir karakterde yoğunlaşmaz.
Bazı roman kişilerine mutlaka benden de bir şeyler serpiştirilmiştir diye düşünüyorum, ancak bu bilinçli olarak yaptığım bir şey değil. Roman yazmak, kolektif bir iş, kahramanlarınız sizi, siz onları tetikliyorsunuz.
Ben genellikle romanda saklanmayı tercih ederim, kendimi geri planda tutmaya özen gösteririm. Bu yüzden romancının dilinden çok romanın diline inanırım. Roman kişilerim kendi özgün anlatımlarıyla kendilerini anlatırlar, bazı romanlarımdaki anlatıcı bile ben değilimdir.
Herhangi bir ondokuzuncu yüzyıl anlatıcısı da benim bir romanımda anlatıcı rolünü üstlenebilir ki, “Güz Kokulu Günahlar”da böyle bir anlatıcı roman kişisi vardır. Romancılığı masal anlatıcılığından ayıran da budur zaten. Aynı dille ancak masal anlatabilirsiniz.
Romandaki en güçlü karakterlerden biri İsa’nın amcası. Recep Amca karakteri Türkiye’deki emekçilerin değişmeyen kaderlerini de anlatan simgesel bir karakter olarak ortaya çıktı.
Yazarken ısındığım ve keyifle yazdığım roman kişilerinden biri oldu. Kurgunun içinde az süre almalarına karşın Latife ve Zeliha’nın da güçlü karakterler olduğunu düşünüyorum.
‘ÜLKENİN BAĞIMSIZLIĞINI TEHDİT EDEN TÜM ALANLARDA DEVRİM ŞART!’
- Hüzzam’ın uçma ihtimali var mı sizce?
Umutsuz mesajlar vermeyi sevmiyorum, ama en azından yakın gelecekte bunun mümkün olabileceğine inanmıyorum. Nedenlerinin bir kısmı romanımın içinde de var.
Türkiye gibi kültürel olarak Doğu ile Batı arasına sıkıştırılmış, eğitim seviyesi sürekli gerileyen, ülkeden ümidini kesen eğitimli ve yetenekli gençlerinin geleceklerini yurt dışında aradığı, hızla çağın gerektirdiklerinin, pozitif aklın ve bilimin dışına savrulan, her geçen gün gerçeklikten biraz daha kopan, dogmalarla yaşayan, dinin pervasızca suistimal edildildiği ve inançtan tamamen uzak ayrıştırıcı bir manüplasyon aracı olarak kolayca kullanılabildiği bir ülkede Hüzzam’ın uçabilmesi, hatta kanat çırpabilmesi ancak Binbir Gece masallarında mümkün olabilir.
Türkiye’nin bu zafiyeti, ülkeyi dış etkilere karşı son derece açık ve kırılgan bir hale getiriyor. Bu girdaptan çıkabilmek için başta eğitim olmak üzere ülkenin bağımsızlığını tehdit eden tüm alanlarda devrim niteliğinde adımlar atılması şart.